şgal ve katliamlarına devam eden İsrail yayılmacılığıyla geçen 2024’ün son ayına, Suriye’nin kuzeybatısında sürpriz bir saldırı sonrası Halep’in ve Tel Rifat’ın Suriyeli muhaliflerin eline geçişiyle girdik. ABD’de dört yıl aradan sonra ikinci kez seçilen Donald Trump görevine başlamadan bölgesel dengeler hatta -Güney Kore’deki hadiseler dikkate alınırsa- dünya yeniden şekilleniyor. İç savaş düzeneğini sona erdirecek bir anlaşmaya yanaşmayan Baas rejiminin kendine güveninin pek o kadar da esaslı olmadığı, Rusya ve İran’ın da muhaliflerin elde ettiklerini kısa vadede geriye döndürecek bir imkân ve kararlılık içinde bulunmadığı son birkaç günde alenileşti. Zap’taki son kilitten Lübnan-İsrail ateşkesine, Rusya’nın bölgeye ağırlığını verecek imkânlardan yoksunluğundan Irak’ın kapıları kapatmasına, Ukrayna savaşından Trump’ın görevi devralması sürecine gerçekleşti bu harekât… Görünen o ki İran-Şam ekseni el yordamıyla derlenmeye çalışsa da muhaliflerin iki koldan ilerlemesine hazırlıksız yakalanan Esed güçlerinin ve terör yapılanmalarının yeni dengeleri en azından şimdilik kabullenmekten başka çaresi yok gibi.
Türkiye’nin on yılı aşan ilişkisizliğin ardından Suriye yönetimiyle görüşmeyi içeren normalleşme çağrısı Esed rejimince kabul görmemişti. Halep’in muhaliflerin eline geçmesi Baas rejiminin ve müttefiklerinin kaybetmesi anlamına geliyor. Ancak önümüzdeki haftalarda yeni bir ateşkes anlaşmasına varılması kaybeden ve kazanan tüm taraflar için bir zorunluluk olacak. Bu noktada çok sayıda Suriyeli sığınmacının gönüllü olarak ülkelerine geri dönmesine imkân tanıyan ve ciddi siyasi müzakerelerin önünü açan bir ateşkesin zamanında yapılmasının Türkiye için stratejik bir kazanç olacağı söylenebilir.
ABD, İsrail, İngiltere, Irak gibi ülkelerin, aleni veya zımni kabulleri son günlerde muhaliflerin ilerleyişinde Türkiye’nin etkisinin bulunduğu yönünde… İçeride de bazıları yaşananları Türkiye kaynaklı görmekte ısrarcılar. Öyle ki bu işlerin ABD ve İsrail’le anlaşılarak yürütüldüğü iftirası bile atıldı. Tarafsızlık ve nesnellik kisvesiyle başka ülkelerin borazanlığını yapan yaklaşımların ortamı zehirlediğini görmeliyiz. Daha ilginç nokta ise bu suçlamaların İsrail’in, ABD’nin, İran’ın açıklamalarında da kasten ihsas edilmesi…
Türkiye ise “bu aşamada sebebin bir dış güçte aranmaması gerektiğini” açıkça deklare etti. Zira Türkiye’nin asıl maksadı, sürekli bir belirsizlik yaratan terör örgütlerinin kökünün kazınması ve bunlara destek verenlerin de oyundan düşmesi. Tel Rifat ile Münbiç’in birleştirilmesine yönelik girişimin tepelenmesinde bilfiil görülme sebebi de bu.
Diğer yandan Trump’ın Ukrayna’da ve Filistin’de uygulayacağı politikalarla, yeni dinamiklerin Suriye’deki dengeleri tekrar sarsması şaşırtıcı görülmemeli. Trump daha önce Suriye’den çıkmak istemiş ancak Pentagon’un direnişi ve kendisine anlatılanlar sebebiyle bu fikrinden vazgeçmişti. Göreve başlayacağı 20 Ocak sonrasında muhaliflerin ilerleyişini İran ve Rusya’nın geriletilmesi bakımından olumlu bulan isimlerin Amerikan yönetiminde etkili olması durumunda Trump’ın kritik bir müdahaleden uzak durması beklenebilir.
Emperyalistler arası rekabetin yoğunlaştığı, yeni güçlerin doğduğu, bunun neticesindeyse açılımlar ve yenilgiler üzerinden yeni düzenin şekillenme sürecinin hız kazandığı bir dünyada yaşıyoruz. Şayet Trump beklendiği üzere ABD’nin Ortadoğu politikalarında bir değişikliğe giderse bu durum, bölgesel güçlerin boşluk doldurmak için bölgede yeni ittifaklar kurmalarına yol açacaktır. Trump yönetiminin Suriye’de Türkiye için olumlu bir pozisyon alma ihtimali ne kadar fazlaysa Gazze üzerinden Türkiye-HAMAS ilişkileri bağlamında aksi yönde pozisyon alması da bir o kadar muhtemeldir. Yeni ABD başkanının Çin, Avrupa, Rusya, Ortadoğu ve Türkiye’ye dair muhtemel icraatları ve buna bağlı olarak şekillenecek küresel senaryolar önümüzdeki aylarda daha çok konuşulacak.
Soğuk Savaş sonrası Ortadoğu’da tesis edilen düzene ana niteliğini veren, ABD’nin bölgede uyguladığı, stratejik derinlik temelli plandı. Bu düzen, şu an her anlamda altüst olmuş durumda. Ortadoğu’nun küresel güçler için sahip olduğu önemin sebebi, meseleyi derinlikli tahlil edenlerin de altını çizdiği üzere sadece dünyadaki hidrokarbon enerji kaynaklarının büyük bir kısmının yoğunlaştığı bölgede petrolün (sonrasında da doğal gazın) keşfedilmesi ya da bölgenin küresel ticaretin kesişim noktasında konumlanması değildir. Asıl önemli olan, dünya dinlerinin merkezi ve medeniyetin beşiği olarak Ortadoğu’nun yalnızca ilk küresel gücü meydana getirmesi değil, ayrıca yeniden küresel bir güç olarak sahneye çıkma imkânı taşımasıdır. Bu anlamda, Osmanlı İmparatorluğu için “en uzun yüzyıl” olan 19. yüzyılın sonundan beri bölgenin sürekli bölünüp parçalanması hem emperyalistlerin Ortadoğu’nun kontrolü konusunda giriştiği kavganın hem de rekabet etme becerisini haiz küresel bir güç meydana getirme imkânının ortadan kaldırılması çabasının bir neticesidir.
Güç savaşlarının arttığı bu vasatta Türkiye’nin iç cephesini tahkim etmekten Kürt meselesine, küresel ifsat projelerinden kriminal boyuttaki pek çok sosyal maraza, ekonomik krizden devlet-toplum ilişkisindeki sorunlara kadar bir dizi problemin üstesinden gelmesi gerekiyor. Cumhur İttifakı, Kürt meselesi özelinde ilk andan itibaren girilen yolun yeni bir “çözüm süreci” olmadığının altını ısrarla çiziyor ve PKK’nın silah bırakmaması durumunda yaşanacakları da hatırlatıyor. Şayet bu süreçten müspet bir netice çıkacaksa bu ancak sorumlu yaklaşımlarla gerçekleşecektir. Çağrının muhalefet cephesindeki etkisine bakıldığında, en büyük tahribatın bu cephede yaşanacağı görülüyor. Silahlı ve emperyalistlerin aparatına dönüşen bir terör örgütünün varlığını sürekli görmezden gelen hoyrat muhalif çevrelerin meseleyi yerel seçimlerde başarı elde eden muhalefeti bölmekle izah etmesi ise tek kelimeyle garabet. Türkiye’de Kürtleri araçsallaştıran terörün sona erme ihtimali, kendi başına her şeyden bağımsız olarak müspet bir gelişme ve bu doğrultuda çaba sarf etmek son derece değerli.
Terörü gündemden çıkarabilecek ve kardeşliği güçlendirecek girişimleri desteklemenin son derece önemli olduğuna inanıyoruz. Ancak Türkiye ile ilgili bazı kritik noktaları hatırlatmayı zorunlu görüyoruz. Maksat halk arasında adalet ve refahı temin ederek rahat ve huzurlarını sağlamak ise fertlere ferdi ve sosyal vazifeleri güzelce yerine getirecek bir ahlaki terbiye vermek şarttır. Adalet ve hakkaniyet ise, toplumun müşterek değeri olan, Müslüman olmayanları da kapsama konumundaki İslâm çerçevesinde gerçekleşebilir. Vukuf ve malumatı akran ve emsalini kıskandıran merhum Babanzâde Ahmet Naim yüzyıl önce kavmiyetçiliğin, bu ümmetin muhakkak ölümüyle neticelenecek ve tedavisi çok güç, bulaşıcı bir hastalık olduğunun altını çizmişti. Zira bugüne kadar mahfuz kalan Kur’ân-ı Kerim ve sünnetin, inançlarımızı, ibadetlerimizi, ahlakımızı, idari kanunlarımızı, kısaca zahiri ve batıni işlerimizi ihtiva ettiğinin, dünyevi ve uhrevi saadetimiz için mutlaka uyulması gerekir, diye bildiğimiz düsturlardan meydana gelen ve parçaları birbirinden ayrılmayan bir bütün olduğunun ayırdındaydı. Netice itibarıyla birileri dudak bükse de ferdi ve içtimai ahlak kurallarının en kuvvetli müeyyideleri ed-dîndedir, bu çerçevede ümmet bilincini yaşamak ve yaşatmak zorundayız. Yaşananların bize işaret ettiği gerçek de budur.
Yeni yılda, yeni sayımızda buluşmak üzere…
Kaynak: Umran Dergisi