Ümmetin suskunluğu Çin işkencesinden daha çok acı veriyor

Dünya Bizim’den İsmail Demirbaş, Abdulehad Hafız ile Doğu Türkistan’da uygulanan “Çin işkencesi” üzerine bir röportaj gerçekleştirdi.

Ümmetin suskunluğu Çin işkencesinden daha çok acı veriyor

Kendinizi kısaca tanıtır mısınız?

1968 de Doğu Türkistan’ın Hoten ilinde doğdum. Sonra babamın Kağılık ilçesinden olması nedeniyle oraya taşındık ve ben orada büyüdüm. Ortaokula kadar normal okulda okudum. Aynı zamanda babam evde Kur’an ve dini eserler okutuyordu. Okulda Latin alfabesi okuyorduk, evde Arap harfiyle ve Uygur Türkçesinde yazılmış kitaplar okuyordum. Sonra resmi okulu bırakıp tamamen İslami ilimler okumaya koyuldum. Tabii dini eğitim tamamen gizli karanlık evlerde ahırların içine yapılmış gizli odalarda, kendisini Allah yoluna feda etmiş, her türlü tehlikeleri göze almış fedakâr âlimler eliyle yapılıyordu.

1980’den sonra hükümetin siyasetinde biraz yumşama oldu ve dış ülkelerde akrabası olanların akraba ziyaretine izin verilmeye başlandı. Bu durum Doğu Türkistanlı gençlerde büyük heyecan uyandırmıştı. Yurt dışında penceresi olan, güneşin aydınlığını görebilen odalarda oturup ders okuma isteği sarmıştı. Ben de aynı arzuyla tutuşuyordum. Türkiye’de akrabalarımız vardı, onlar davet ederlese pasaport alabilir ve akraba ziyareti için yurt dışına çıkabilirdik. Ancak yol masrafına yetecek paramız yoktu. Babam annem benim dışarıda okuma isteğime dayanamadılar, evimizi satıp yol masrafı yapmaya karar verdik. Türkiye’deki akrabalarımıza mektup yazdık, onlar davetiye gönderdi. Pasaport almak için uğraştık, pasaport alma işi üç sene sürdü.

1984 de pasaportumuz çıktı ancak babamın ömrü yetmedi, ahirete göçtü. Dolaysıyla 1985 Haziran ayında evimizi satıp yol masrafı yapıp yola çıktık, Ağustos’un ortalarında İstanbul’a geldik. İstanbul’da camileri ve minarelerini görünce çok sevinmiş çok mutlu olmuştum. Çünkü bu camileri rüyalarımda görüyordum. Benim amacım okumaktı.

Okuyamadım, ama merhum Muhammed Emin Buğra’nın kızı ve damadı Buğra’nın el yazma Doğu Türkistan Tarihi’ni daktilo ile yazıp neşretmek için çalışıyordu. Ben de o kitabın tashih ve sayfalarının düzenlenmesi ve eski eseri şu anki okuyucuların anlayacağı şekle getirme işlerini yaptım.

1986 da annemle beraber hacca gittik, hac esnasında bir kaç genç ile buluşup Mekke’de bulunan Doğu Türkistanlı büyüklerle görüştük, okumak istediğimizi söyleyip yardım talebinde bulunduk. Onların yardımıyla Mısır’a gittik, El-Ezher Üniversitesi Yabancı Öğrenciler Enistitüsüne kabul edildik, dört senelik okulu üç senede bitirip, Usuliddin Fakültesi Akide bölümüne girdim, 1993 de fakülteden mezun oldum.

Amacım okulu bitirip Türkistan’a dönüp halkımın çocuklarına dini öğretmekti. Ama dönmek nasip olmadı. Dolaysıyla gurbette hayatımı sürdürmek zorunda kaldım. Türkiye’deki akrabalarımın yardımıyla 2003’te Türk vatandaşlığını aldım hamdolsun.     

    

1985 yılında 17 yaşında bir genç olarak Türkistan'dan ayrıldınız bir daha da geri dönemediniz. Çocukluk ve ilk gençlik döneminiz Türkistan’da geçmiş. O dönemdeki Türkistan'ın durumunu anlatır mısınız?

Benim doğduğum yıllar Doğu Türkistan’da yapılan Kültür Devrimi katliamının etkilerinin sürdüğü yıllarmış. Halk açlık ve sefalet içerisinde yaşıyormuş. Babam biz açlığa bir şekilde dayanırdık sadece seni doyuracak bir şey bulamadığımız günler olurdu, demişti. Biraz büyüyüp çevremde olan şeyleri anlayabilecek hale geldiğimde herkes korku içerisinde yaşıyordu. Babam annem sabah namazı vaktinde toplantıya giderdi, saat 7’de gelir kahvaltı yapar yine 8’de iş başı yaparlardı, öğlen bir saat yemek molası yine işe başlar akşam saatlerine kadar çalışır, işten sonra yine toplantı, saat 10'a kadar toplantıda olur, sonra gelirlerdi. Bu durum şehir köy her yerde aynı idi. Köy halkını kışın tarla işi olmayınca dağlara çöllere götürür nehir kazdırırlardı. İnsanlar açlıktan soğuktan ölürlerdi. Her şey norma/karne ile idi. Yani yetişkin bir erkek için bir ayda 15 kilo mısır unu, bir yarım kilo buğday unu, yarım kilo sıvı yağ, yarım kilo et, küçük çocuğu olana 400 gram şeker, bir yılda 8 metre kumaş, 4 kilo pamuk verirlerdi. Bunların hepsi için yılbaşında bilet verirlerdi, onun dışında bir şey alıp satmak suçtu. Eğitim tamamen komünizm ideolojisi ve dinsizlik üzerine oluyordu.

Doğu Türkistan’da çok büyük âlimler yetişmiş, orda güçlü bir ilim geleneği var. Sizce bunun sırrı, sebebi nedir?

Bunun sırrı Doğu Türkistan halkının ilim düşkünü olmasıdır. Zira dünyada ilk kâğıt üretmeyi, ilk matbaayı Doğu Türkistanlılar icat etmiştir. Doğu Türkistan hicri üçüncü yüzyılda İslamiyeti kabul etmiş ve dünyada ilk Türk İslam devletinin kurulduğu bölge. İslamiyetten önce de ilim kültür gelişmiş bölgedir. Hatta Türklerden ilk şehir hayatına geçenlerin Uygurlar olduğu tarih kitaplarında vardır. Karahanlar devleti İslam’ı kabul edip İslam devletine dönüştüğü günden itibaren ilme önem vermiş, medreseler kütüphaneler kurmuş, diğer ülkelerden öğrenciler gelip Türkistan ulemâsından ders almaya başlamıştır. Örneğin Kaşgarlı Mahmut ilk kamus olan “Divan-i Lugatü’t Türk” adlı eserini Araplara Türkçe’yi öğretmek için yazmıştır. Kur’an-ı Kerim dünyada ilk kez Uygurcaya tercüme edilmiştir. Kaşgar’da Uygur âlimlerin çevirdiği o tercüme halen topkapı müzesinde saklıdır. Ondan başka tefsir, hadis, nahiv, sarf, belağat, mantık, felsefe ve diğer fen bilimlerinde büyük âlimler yetişmiş ve İslam medeniytine büyük katkı sağlamıştır. Şu anda da yaşayan birçok âlim var.

Size bu konuda ilginç bir şey anlatayım. Biliyorsunuz komünist Çin 1949’da Doğu Türkistan’ı işgal ettikten sonra medreseleri, camileri yıktı. Kur’an kitaplarını yaktı, âlimleri ya öldürdü ya hapse attı, dini eğitimi tamamen yasakladı. Ama bizim halkımız okumaktan vaz geçmedi. Yerin üzerinde okumak mümkün olmazsa yerin altında okudu, şehirlerde imkân bulamazlarsa ücra köylerde okudu, gündüz olmazsa geceleyin okudu. Çin ne yaparsa yapsın, ne kadar cezalandırsa cezalandırsın bizimkiler bir yolunu buldu, okumayı sürdürdü.

1980 sonrası Çin’in genelinde biraz yumuşamalar, ekonomide iyileşmeler oldu, bu durum az da olsa bizim yurdumuza da yansıdı. Durumdan istifade eden halk hemen çocukları evlerde okutmaya başladılar. İki odalı evi olan bir aile bir odasını öğrencilere veriyordu. Üstatlar geceleyin öğrencilerin olduğu evlere gelip ders verip gidiyor, öğrenciler gündüz dışarıya çıkmadan ders çalışıyordu. Sonra hükümet evlere baskın düzenlemeye, öğrenci bulunan ev sahiplerini, öğrencileri, ailelerini ve üstatları hapse atmaya, hatta öğrenci bulunan evleri içindekilerin üzerine yıkmaya başladı. Sonra ne oldu derseniz? Evlerde okumak ve okutmak mümkün olmayınca, 20-30 genç birleşip bir otobüs kiralayıp üstadı da alıp Hoten’den Urumçe’ye gidiyor, yol boyunca otobüste ders yapıyor, yolda polis durdurursa ellerindeki kitapları hemen bir yere gizliyor ve yolcuyuz, Urumçe’ye ya Hoten’e ya da Kaşgar’a gidiyoruz diyorlar, bu şekilde yolda eğitimini sürdürüyorlardı. Bunlar bir örnek. Bunlar gibi insanın aklına gelmeyen yöntemler ile eğitimlerini sürdürdüler. Şimdi artık ne yerin üstünde ne altında ne yolda ne evde nefes aldırmıyorlar. Ben başka yerde böyle ilim düşkünü böyle fedakâr insanlar var mı? Bilmiyorum.  

Devamı >>>