Ümmet ve Ümmetçilik II

Kadir Canatan Yazdı;

Ümmet ve Ümmetçilik II

Geçen haftaki yazımızda ümmet kelimesinin sözlük ve Kur’an’daki anlamı ve kullanım biçimleri üzerine bir giriş yapmıştık. Bu yazımızda soyut görünen bu kavramı tarihsel görünümleri ve gelişim seyri içinde ele almaya ve 19. yüzyılda ortaya çıkmış olan ümmetçilik kavramının hangi maksatla ortaya atıldığını ele alacağız.

Bilindiği üzere Müslümanların tarihinde hicret önemli bir olay olup ilk İslam toplumunun oluşumunda bir dönüm noktasıdır. Mekke döneminde baskı altında azınlık bir grup olan Müslümanlar, Medine döneminde özgürleşmişler ve hatta bir şehir-devletinin temellerini atmışlardır. Bu kritik dönemecin yaşanmasında üç önemli anlaşma rol oynamıştır. İlk önce Hz. Muhammed, Mekke’nin boğucu ve baskıcı ortamından çıkmak için Akabe’de Medinelilerle bir anlaşma yapmış ve bu antlaşmayla hicretin yolu açmıştır. Nitekim bu antlaşmadan sonra Müslümanlar grup grup Medine’ye hicret etmişlerdir.

“Hicret” ya da bugünkü ifadesiyle “göç hareketi” Medine toplumu açısından sonuçları olan bir olaydır. İlk önemli sorun, göçmenlerin yerleşme ve uyum sorunları olmuştur. Hz. Muhammed eşine az rastlanır bir biçimde bu sorunu “Kardeşlik Antlaşması”yla çözmüştür. Her bir muhaciri bir ensarla (medineli müslüman) kardeş ilan ederek, onları şehirde yerleşik yaşayanların yanına yerleştirmiş ve günlük ihtiyaçlarını karşılamaya çalışmıştır. Bu adım, Medine’de ümmet oluşturmanın ilk adımıdır. Çünkü ilk defa kabile bağlamında yaşayan Arapları Hz. Peygamber inanç topluluğu halinde örgütlemiş ve kabilevi bağlarının yerine inanç bağları olan bir toplum yaratmıştır. Kişiler aynı kabileden ve kandan oldukları için değil, aynı inançtan oldukları için birbirlerine bağlanmışlardır.

Medine’de bir ümmet toplumunun oluşmasında ikinci adım, “Medine Sözleşmesi”nin yapılmasıdır. Kardeşlik Antlaşması, muhacirlerle ensar arasında yapılırken, Medine Sözleşmesi Medine’de yaşayan farklı inanç ve topluluklarla yapılmıştır. Sözleşme’nin ilk maddesi hem antlaşmanın taraflarını hem de oluşan yeni toplumun adını koymuştur. Taraflar arasında beş grup bulunmaktadır: Ensar ve Muhacirlerden oluşan Müslümanlar, Mekkeli müşrikler, Yahudiler ve az sayıda bulunan Hristiyanlar. İşte, sözleşmenin bu tarafları “diğerlerinden ayrı bir ümmet” olarak tanımlanmıştır. Daha önce inanç topluluğu anlamına gelen ümmet sözcüğü, İslam’ın Medine pratiğinde aynı devlet çatısı altında yaşayan “siyasal” bir ümmet/toplum anlamını kazanmıştır. Kur’an’a göre ümmetin ortak kökleri ve bağları olan bir “toplum” anlamında kullanıldığını belirtmiştik. Siyasal anlamda ümmetin de ortak bir bağı vardır, o da imzaladıkları sözleşme ve bu sözleşmeden kaynaklanan haklar ve sorumluluklardır.

Konumuz olmadığı için Medine Sözleşmesi’nin içeriğine ve tarihsel önemine değinmeyeceğiz. Bu konuda 90’lı yıllardan bu yana onlarca yazı yazılmış ve tartışmalar yapılmıştır. En son Ali Bulaç “Medine Sözleşmesi” adlı bir çalışmayla bu tartışmaya son noktasını koymuştur. Bu çalışmadan çıkaracağımız sonuç şudur: Dini veya felsefi inancı ne olursa olsun, Müslümanlar aynı mekânda ve toplumda başka gruplarla sözleşme temelinde yaşamayı bir sünnet olarak kabul eder. Çağımızda göç ve çokkültürlülük olgusuna bağlı olarak ciddi bir sorun haline gelen “birlikte yaşama” sorununun nasıl çözüleceğine dair Medine Sözleşmesi bize bir çıkış yolu sunmaktadır.

Tarihte Müslümanlar, Emevi, Abbasi, Selçuklu ve en son Osmanlı İmparatorluğu gibi büyük siyasi birlikler kurarak farklı kavimleri, ırkları ve inançları birarada yaşatmayı başardılar. Çok mecbur kalmadıkça Müslümanlar başkalarının inanç, yaşam tarzı ve kültürlerine müdahale etmediler ve onları kendi inançlarına çevirmek için baskı yapmadılar. Endülüs Emevi devletinin yeniden Hristiyanlar tarafından elde edilmesiyle sonuçlanan, zorla dine çevirme, baskı yapma ve göçe zorlama gibi politikaları Müslümanlar izlemediler. 19. yüzyılda ortaya çıkan ulusçuluk/milliyetçilik hareketleri, sadece Osmanlı İmparatorluğu’nun sonunu getirmedi, farklılarla birarada yaşama düzenini de ortadan kaldırdı. Osmanlı’dan Cumhuriyete geçiş aşamasında yaşanan ayrılıkçılık hareketleri, yeni ulus devletler yaratma ve etnik temizlikler tamamen yeni ve modern olgulardır.

Osmanlı aydınları Batı’dan gelen ulus (nation) ve ulusçuluk (nationalism) kavramlarını kendi dillerine çevirmekte zorlandılar. İslamcılar, kendi kelime dağarcıklarında yer alan “ümmet” ve “kavim” kelimeleriyle bu yeni kavramları karşılamaya kalktıklarında; ulusu kavim, ulusçuluğu ise kavmiyetçilik olarak çevirdiler. Bugün geriye doğru dönüp baktığımızda ulus ve ulusçuluğun bu kavramlara denk düşmediğini biliyoruz. Fakat Osmanlı aydınları kısmen kelime dağarcıklarının sınırlarının farkına varamamaları, kısmen de politik nedenlerle yeni kavramları böyle çevirmek zorunda kaldılar. Onlar, ulusçuluğun Osmanlı devletini yıkmayı amaçladığını ve bu sürecin Balkanlarda başlatıldığını zaten görmüşlerdi. Bunun için ulusçuluğu kavmiyetçilik olarak görmeleri kendi lehlerine yapılmış bilinçli bir tercihti. Hz. Muhammed kavmiyetçiliği yasakladığı için hiç olmazsa Müslüman unsurların böyle bir dava adına Osmanlı’ya karşı kalkışmalarını engellemek istiyorlardı. Yine Türkler mevcut statükonun dağılmasını istemedikleri için en son kavmiyetçilik (Türkçülük) yapan bir grup konumuna düşmekten korkmadılar.

 

Kaynak: farklı bakış