Geçen yıl yayımlanan Bir Alman’ın Hikâyesi kitabını okuduktan sonra, Sebastian Haffner’in gelmiş geçmiş en muazzam gözlemci ve analizcilerden biri olmakla kalmayıp, en müthiş yazarlardan biri de olduğunu düşünmeye başladım. Şimdi, buna Hitler Üzerine Notlar’ı ekleyince, artık şüphem kalmadı. Hele hadise kurmaca edebiyat sınırları içinde dönmüyor da, gazeteciliğin, tarihçiliğin, her türlü gerçek yorumculuğunun alanında cereyan ediyor, “edebiyat” mertebesine oralardan uzanıp ulaşıyorsa, Haffner’in eserlerine hayranlık duymamak mümkün değil.
Görüşlerini o kadar sağlam kanıtlar ve dayanaklarla ortaya koyuyor ki, zor olana girişip kabul etmek istemeseniz bile tartışmadan edemezsiniz. Açıkça söylemeliyim ki, Hitler Üzerine Notlar’da bariz şekilde eksik bıraktığını düşündüğüm bir bahis dışında, bizim gibi ortalama bilgiyle iş gören yazar-çizer tayfasının kendisine itiraza cüret edebileceği herhangi bir konu yok. Siyasî ve askerî tarihçiler belki bazı tesbitlerini tartışmaya açabilir, özellikle Hitler’in “Almanya’ya ihaneti” başlığı altında fırtınalı tartışmalar yürütülebilir. Ancak genel olarak, düşünme sistematiğinin sağlamlığı ve vargılarını üzerine oturttuğu bilgisini düzenleyişi, Haffner’in eserlerini başlıbaşına güçlü eğitim araçları haline getiriyor. Gazetecilerin ve daha çok siyasî bağlamlarda görece yakın tarihle uğraşanların yöntem ve ifade dersi alabilecekleri vazgeçilmez kaynaklar, Haffner’in kitapları.
Yazarın Hitler Üzerine Notlar’ını birkaç yazı boyunca konu edecek, onun tahlilleri ve yargıları arasında, günümüzün popülist tek-adamlarını ve kurmaya çalıştıkları totaliter rejimleri anlamamıza yarayacak unsurlar arayacağım. (Yapacağım alıntılar, kitabın Hulki Demirel tarafından çevrilip 2019’da İletişim Yayımları tarafından basılan versiyonundan.)
“Tekelci sermaye” ve faşist “cephe” konusu
Şu bariz eksik konusunu aradan çıkarıp okuma faslına öyle geçeyim. Haffner, Hitler’in kurduğu rejimi ve onun hükümdarlığı altında yaşananları anlatırken, en tepedeki oligarşik sermaye kesiminin konumundan sözetmiyor. Bu nokta, faşizmi sermayenin en tepedeki, en dar kesiminin mutlak iktidarı olarak kavramayı gelenekleştirmiş sol yaklaşım sahipleri nezdinde Haffner’i şaibeli kılacaktır. Sözkonusu yaklaşım, faşist “sistem”lerin, en güçlüsünden en güçsüzüne mümkün en geniş “mülk sahipleri cephesi”ni oluşturmaya dayandığını görmez, kabul etmez. Oysa tam da bu yaklaşım yüzünden, faşistlerin iktidara yükseldiği ülkelerde aslında hiç de güçsüz olmayan sosyalist-komünist hareketler toplumsal destek mücadelesinde faşistlere yenik düştüler. Meşhur “faşizme karşı birleşik cephe”, çok doğru bir öneriyi vahim bir yanlışa kurban ettiği için baştan kendini imkânsızlaştırdı. Ancak yaklaşım halen yarı kutsal konumunu ve işe yaramaz geçerliliğini koruyor.
Burada şüphesiz, uzun vadede toplumsal gelişmeleri açıklamak için mutlaka başvurulması gereken aslî araçlardan biri olan sınıfsal tahlilin, kısa vadeli, güncel gelişmeleri açıklamakta hantal, yetersiz kalabileceği ve bazen yanıltıcı olabileceği gerçeği yatıyor. Ve devleti ve iktidarı, dünyanın her yerinde aynı temele dayanan, aynı koşullarla çevrili, aynı dinamiklere ve güçlere sahip görme yanılgısı. Kendisi sermaye sahibi olmayan, hele en tepedeki tekelci sermaye veya oligarşilerle alâkası bulunmayan siyasî liderlerin ve hareketlerin, çeşitli dönemlerde bazı ülkelerin tarihlerinde basbayağı belirleyici rol oynadığı, oysa, inkâr edilemez. Şimdi, 21. yüzyıl dünyasında, tepedeki daracık egemenler zümresinin giderek şahsen devlete yerleşmeye meylettiği günümüzde belki kavranması gitgide daha zor olacak, ama sermaye sahipleri ve onlar adına iş gören yönetici elitin, devlet zorunu kullanabilen ve bazen büyük sermayeninkilerle çelişen siyasî amaçlar güden siyasî-askerî liderlerin otoritesine baş eğdiği pek çok duruma rastlanıyor tarihte. Örneklerden biri de, büyük sermaye sahiplerinin zaten devlet eliyle zengin edildiği veya devlet uygun gördüğü veya en azından cevaz verdiği için o konuma yükselebildiği ve ayrıcalıklarının ellerinden alınacağı korkusundan asla kurtulamadığı -nitekim, diyelim bir İngiliz veya Fransız büyük sermaye sahibinin semtine uğrayamayacak bu aşağılamayla pekâlâ yüzyüze gelebildiği- bizim ülkemizdir ki, biz, yalnız yerleşik kodamanların değil, eskisinin ayrıcalıklarına tâlip, yükselen yeni sermaye sınıfından kimselerin de ellerindekinin gasp edilmesine şahit olduk.
Haffner, Alman ulusunun büyük bölümünü peşine takmış ve giderek doğaüstü, mucizevî bir varlık gibi algılanmaya başlamış Hitler karşısında, yerleşik herhangi bir toplum kesiminin herhangi bir itiraza yeltenemeyeceği ortamı öylesine etkili tarzda tasvir ediyor ki, açıkçası bahsettiğim eksikliğin anlamı azalıyor. On küsur yıllık bir dönem boyunca Almanya, istisnasız kimsenin tâbi olmaktan kaçamayacağı bir otoritenin hükmü altındaydı.
Artık Haffner’den Hitler ve rejimine dair tesbitler dinlemeye geçebiliriz. Umuyorum ki bunlar bizim bugünümüze de ışık tutacak.
“Führer”liğin kendinden menkûllüğü
Yazarın daha başlangıçta anlattıkları, bu beklentimize dair vaatkâr nitelikte. Şöyle anlatıyor Haffner: “Hitler’in hiç arkadaşı yoktu. (…) Hakiki bir arkadaşlığı hayatı boyunca reddetti. Göring, Goebbels, Himmler gibi adamlarla olan ilişkisi her zaman soğuk ve mesafeli kaldı. Sadık bendelerinin arasında en baştan beri beraber ve hep senli benli olduğu tek kişi Ernst Röhm’dü, onu da vurdurdu. Muhakkak ki, evvel emirde siyasî olarak rahatsız etmeye başladığından dolayı, ama senli benli bir arkadaşlık onu Röhm’ü vurdurmaktan (…) alıkoymadı.”
Haffner buna, Hitler’in düzenli bir eğitim görmemiş oluşunu, siyaset alanındaki bilgisinin anca “sıkı gazete okuru düzeyinde” oluşunu, -buna karşılık askerlik ve askerî teknoloji konusunda “gerçekten bilgi sahibi”ydi- ekliyor: “…her şeyi her zaman herkesten iyi bilen ve sağdan soldan edindiği yarım yamalak ve yanlış bilgileri her fırsatta etrafındaki herkese, ama özellikle tamamen cahil oldukları için bu anlattıklarıyla ciddî şekilde etkileyebildiği kendi kitlesine sayıp döken bir yarı cahil”di Hitler. Günümüzün şu mâhut “kültürel iktidar” mücadelesinde bir türlü ufacık mevzi kazanamayan Türk-İslâmcı “entelektüel” tayfasını tarif ediyor sanki. Belki tam da bu özellik, bu tayfaya bir öne atılma cüreti ve yükselme hırsı aşılıyordur.
Oradan yükselmese de o topluluğu mutlak tesiri altında tutan liderlik tipi için şu belki daha önemli: “Hitler’in hiçbir zaman bir mesleği olmadı, bir meslek arayışında da olmamıştı…” Haffner, Hitler’i “meslekten politikacı” olarak nitelendirmenin doğru olmayacağı kanısında: “Politika onun hayatıydı, ama asla mesleği değildi. (…) kimseye karşı sorumlu olmayan Führer oldu bir anda…”
Biliyoruz ki, Hitler gibi birinin Führer’liği kendine vehmetmesi, eğer etrafta bunu kabule hazır bir kitle psikolojisi olmasa, sonuçsuz hezeyan olarak kalırdı. Yalnız kitle psikolojisi de değil; nesnel koşullar, ortam… Araya sıkıştırayım: Haffner ülkesinin o sıradaki “ruh halini” pek güzel anlatıyor. Bizim hiçbir zaman beceremediğimiz, fakat zaten hiç kalkışmadığımız için becerip beceremeyeceğimizi bilmediğimiz, bu yüzden, becersek neye yarayacağını kestiremediğimiz işi yapıyor. Bizler için, “emperyalistlerin oyunu” ya da “proje”, onyıllara yayılmış toplumsal hadiseleri bir çırpıda açıklamaya yetiyor.
Napolyon, Bismarck, Lenin, Mao
Haffner, Hitler’in “karşılaştırılmak istediği” dört liderden sözediyor: Napolyon Bonaparte, Bismarck, Lenin, Mao. Bunlardan hiçbiri, diyor Haffner, “Hitler gibi sadece ve sadece politikacı ve bütün diğer alanlarda bir hiç” değildir. “…hepsinin ‘politikaya atılmadan’ ve tarihe geçmeden önce kendisini ispat ettiği bir mesleği vardı. General, diplomat, avukat ve öğretmen.” Bu “mesleksizlik” bahsine yazar önem veriyor. Çetin Altan’ın deyişiyle, insanların “mesleğinin değil sadece işinin” olduğu memleketimizde kavranması zor olabilir. Keşke okurlara ev ödevi vermek mümkün olsaydı… oturup “mesleksiz kimsenin yükselişi” konusunda derinlemesine düşüncelere dalmanızı isterdim. Fakat belki ödev verme olmasa da öneride bulunabilirim.
Sebastian Haffner, Adolf Hitler’in kişiliğini epey kurcalıyor. Ulaştığı sonuçların hepsini burada aktarmam mümkün değil. Fakat birinden mutlaka sözetmeliyiz: “Hitler’in karakterinde ve kişiliğinin özünde bir gelişme, bir olgunlaşma yoktur.” Yazara göre, karşımızdaki adamın karakteri, hayatının “çok erken” evresinde “kitlenip kalmış”tır, “hiçbir şey eklenmez kişiliğine”. Değişmeyen kişilik, bizim, pek çok çarpıklığın kutsandığı, pek çok erdemin aşağılandığı, fikir değiştirmeyi ihanetle bir tutan toplumsal kültürümüzde pek makbûldür, hepimizin gayet iyi bildiği ve birçoğumuzun genellikle acı veya tiksintiyle tecrübe ettiği üzre. “[Hitler’in] karakterinin pozitif yönlerinin -irade gücü, atılganlık, cesaret, dayanıklılık- hepsi ‘sert’ niteliklerdir,” diye devam ediyor Haffner. “Hele karakterinin negatif yönleri en ‘sert’ olanlardan bir seçkidir sanki: yaptıklarının sonuçlarını umursamamak, intikamcılık, sadakatsizlik ve gaddarlık.” Yazar, intikamcı ve gaddar diktatörün kişilik özelliklerine bir de “özeleştiri yetisinden tümüyle yoksun olması”nı ekliyor, ama biz bunu burada herkese ve her yere ekleyebileceğimiz için atlayıp geçiverelim.
Hitler Üzerine Notlar’ı okumayı ve günümüz siyasî hayatına ışık tutacak sonuçlar çıkarmayı sürdüreceğimiz bu seri yazılarımın ilkini, “Hitler’in kişiliği ve çorak biyografisi”ne dair Haffner’in söylediği son sözle bitireyim: “Hitler… Hitler kültünün sadece nesnesi değil, aynı zamanda en erken, hiç vazgeçmeyecek ve en ateşli müminiydi de.
Hitler Üzerine Notlar - 2 / Tek-adamlığın iki kuralı
Ummadıkları, beklemedikleri konumlara yükselen ezcümle kudret sahiplerinde benzer bir benmerkezciliğin teşhis edileceğine ihtimal verebiliriz
Sebastian Haffner, Hitler’in siyasî tasavvur ve pratiğini anlatırken, Naziler ve Führer’leri üzerine kaleme alınmış incelemelerde genellikle anılmayan bir etkene büyük önem veriyor: Hitler’in bütün siyasî planlarını kendi ömrüyle kaim kılması. Yani hedef olarak -kendisinin ve güya ülkesinin- önüne koyduğu ne varsa bunlara kendisi dünyaya veda etmeden ulaşılmasına dair saplantı. Tabiî aksinin zaten mümkün olmadığına dair saplantı da buna eşlik ediyordu. Böyle muazzam bir ihtirasın bu liderin elinde yoğurulmaya hazır duruma gelmiş “siyaset” kavramını nasıl şekillendireceğini düşünmek bile ürkütücü. Haffner, korkunç ihtirasın yolaçtığı sonuçları bu psikolojik etkenle ilişkilendirerek ortaya koyuyor.
Yerleşik ataletin fırsat açıcılığı
Kudret sahibi tek-adamların kendilerini yalnız bir devlet-yönetim organizasyonunun değil, hükmettikleri hayatların da merkezine yerleştirmeleri ve yaşanan her şeyi kendileriyle ilişkisi, güvenlikleri, esenlikleri bakımından veya onlara tehdit oluşturup oluşturmamaları açısından değerlendirmeleri şüphesiz Hitler’e özgü bir hal değil. Hitler’in konumunu özgün kılan, devâsâ, hattâ fantastik birtakım hedefler koyup bunlara kendi ömrü tükenmeden ulaşmayı saplantı haline getirmesi. Ancak, hangi kudret sahibi tek-adamın hangi hedefleri kendi ömrüyle kaim kıldığını bilmek kolay değil. Haffner’in bu tesbitini bize sunduğu pek çok ikaz lambasından biri sayıp acil durumda ulaşılabileceği rafa kaldırmamızda sakınca yok. Zaman zaman indirip etrafa bunun ışığında bakmayı ihmal etmeden.
Eline siyasî boyutları bakımından sınırsız, askerî bakımdan muazzam kudret geçirmiş, kendisini dizginleyebilecek herhangi bir kurumun ve yasanın -hattâ anayasanın- baskısından kurtulmuş bir totaliter tek-adam olarak Hitler’in benmerkezciliği, günümüzün tek-adamlarına ne kadar yayılabilir, bilinmez. Lâkin hayatlarının bir dönemine kadar ummadıkları, beklemedikleri konumlara yükselen ezcümle kudret sahiplerinde benzer bir benmerkezciliğin teşhis edileceğine ihtimal verebiliriz. “İktidarsız olduğuna inanmak için yeterince sebebi olan bir adamın aniden, cinsel kudret bâbında mucizeler gerçekleştirebildiğinin farkına varmasının ona nasıl etki edeceğini tasavvur” etmemizi öneriyor Haffner. Hitler’in daha önce asker arkadaşlarıyla oturup bira içerken daha çok suskun kaldığını, sohbet konusu siyaset ve Yahudilere geldiğinde birden değiştiğini, “galeyana geldiğini”, “kendini çılgınca konuşma dürtüsüne kaptırdığını”, ancak bu şekilde insanlarda sadece “yadırgama duygusuna” yolaçtığını anlatıyor: “…bu yüzden de ‘antika adam’ olarak nam salmıştı. Şimdi bu ‘antika adam’ bir anda kendisini kitlelerin hâkimi, insanları harekete geçiren biri, ‘Münih’in kralı’ olarak buluyordu. Değeri anlaşılamamış Hitler’in sessiz ve buruk kibri, yerini başarılı politikacının mest olmuş özgüvenine bırakmıştı.”
Haffner, iki etkenin Hitler’e “bir tür eşi benzeri olmama hissiyatı bahşettiği”ne dikkat çekiyor. Bunlardan ilki, kendisinin “başka kimsenin yapamadığı birşeyleri yapmaya muktedir” olduğunu bilmesiydi. İkincisi, “aktörlerinden biri olacağı sağ politika sahnesindeki -bu başlangıç döneminde kendisinden çok daha şöhretli- politikacılardan hiçbirinin ne istediğini tam olarak bilmediğini fark [etmesi]”ydi. Yerleşik konumlar elde etmiş, başlıca hedefi ve işlevi bu konumları sürdürmek haline gelmiş politikacılar, genellikle istemeden, radikal hedefleri olan, girişken ve kararlı rakiplerin yükselişine basamaklık etme görevi yaparlar. Kendilerinin tasfiyesi, en azından astlaştırılması, tâbi kılınması pahasına. Elbette bu -neredeyse evrensel- olguyu yalnız müstakbel tek-adamımızın koşacağı -sağ ya da sol- kulvarla sınırlamamak gerekir. Bazen sağıyla soluyla bütün yerleşik siyaset tamamen anlamsız hale gelmiş olabilir. 2002 Türkiye’sindeki gibi.
Yerleşik yavanlığın cesaret vericiliği
Bu olgunun uzantısı saymak gereken bir başka -yine yaygın- hal, Hitler gibi, pek çok sert-gözüpek radikal liderin, önlerindeki hareket alanının sandıklarından çok daha engelsiz, geniş, ferah olduğunu düşünmelerine yolaçmıştır. Günümüzden pek çok benzerini bulabiliriz. Haksız çıkmamışlardır.
Haffner, hayatının bir döneminde Führer’liğe karar vermeden önce Hitler’in bazı yerleşik siyasetçilere ve devlet adamlarına saygı beslediğine, ancak bu saygının “bahsi geçen insanları yakından tanıdıkça kaybolduğuna” işaret ediyor: “Hiçbirinin sahip olmadığı, kitleleri kesin olarak hâkimiyeti altına alma yeteneğinin bilincine vardı Hitler; bu farkındalığın hemen yanıbaşına bütün olası rakiplerine karşı bir siyasî ve entelektüel üstünlük duygusu da adım adım gelip yerleşti.” Biz şüphesiz bu “entelektüel” sıfatının yerine bütün anlamlarıyla “manevî”yi geçirebilir, üstünlük duygusunu çeşitlendirebiliriz; psikolojik tahlili Hitler’le sınırlı olmaktan çıkarmak için.
Yerleşik siyasetin yavanlığından, kıpırtısızlığından, başarısızlığı, değişmemeyi kurumlaştırmış, iklimleştirmiş boğuculuğundan beslenen girişken yeni liderin tam da bu hantal kütlenin üzerine basarak yükselmesinde hayret edilecek bir yan yok, aslında. Ancak sözkonusu hantallık öyle bir ortam yaratır ki, birinin gelip onu sarsacağına kimse ihtimal vermez. Kıpırdamayan, sarsılmaz, değişmez görünür. Oysa ilk kararlı dürtmede o yapı enkaza döner, üzerine basarak birileri yükselir. Nitekim 2002’de Türkiye siyaseti böyle bir manzara arz ediyordu ve, bırakın o sırada iktidara gelip konumunu -yaygın ve güçlü kitle desteğine dayandığı için- şu ya da bu yolla bugüne kadar koruyan AKP’yi, hiçbir popüler câzibesi bulunmayan şaibeli bir işadamının partisi sırf “genç”liği ve yeniliğinin yüzü suyu hürmetine, olanca içi boşluğuna rağmen neredeyse yüzde on barajını aşacaktı. Yerleşik siyaset âlemini gerçekte düpedüz iktidarsızlık anlamına gelen o hantallık sardığında, gözüpek radikal liderlere gün doğar. Hitler’in elinde bundan fazlası vardı.
Biriciklik
Geleceğin lideri mevcut-yerleşik figürlere göre sahip olduğu -veya olduğunu vehmettiği- üstünlüklere kendini ikna ettiğinde, kimi tek-adamlara yeni bir varoluş tarzı bahşeden, kimileri içinse her şeye rağmen tam ulaşılamayan, hep kısmen özlem olarak kalan bir safhaya sıra geliyor: Müstakbel tek-adamın yarışta geride bırakması gereken rakipleriyle mücadelesi, bir tür “görev dağılımı” için, kimin daha büyük yetkilerle donanacağının, kimin altta kalacağının belirlenmesi için yapılmıyor. Müstakbel tek-adam sahnede belirdiğinde, bunlar artık önceki perdenin önemsiz hadiseleri sayılarak unutulup geçiliyor. Haffner’e göre “o zamana kadar gerçekten benzeri görülmemiş bir olgu”ydu, Hitler’in durumunda sözkonusu olan: “Her şeye hâkim, anayasa ya da kuvvetler ayrılığı ilkesiyle dizginlenemeyen, hiçbir yetki ve sorumluluk paylaşımıyla kısıtlanmayan, ebedî bir diktatör”lüğün pekâlâ mümkün olduğunun diktatör adayınca idrak edilmesi. İdrak süresi değişebilir, kimi zaman bu bilgiye veya vehme ulaşmak zaman alabilir. Buradaki “ebedîliğin” gerçekte tek-adamın ömrüyle sınırlı bir acayip “sonsuzluk” anlamına geldiğini unutmayalım.
Çünkü tek başına bir iktidar imkânını görebilmekten, bir sonraki adımı tasarlayabilmekten ibaret değil, burada sözkonusu olan. İlk safhalar için ihtiyaç duyulacak ekipler, ittifaklar, uyum gayretleri, tavizler bulunabilir. Ancak, Haffner’in tasvir ettiği “Hitler’in yolu”nda, bütün adımlar nihaî hedef için atılıyor, bütün duraklar o hedefe göre düzenleniyor: “…hiçbir zaman bir politbürosu olmadı ve tabiî bu politbüroda yetişen veliahtları da. Kendi hayatının ötesinde düşünmeyi ve geleceğe yönelik tedbirler almayı reddetti”. İşte bu yüzden, parti onun için “sadece kişisel olarak iktidarı ele geçirmesini sağlayacak araç”tı.
“Başkalarının ebediyete kadar vakti varken benim birkaç zavallı yılım var sadece,” demiş Hitler; Haffner aktarıyor. “Diğerleri birer halefleri olacağını da biliyorlar.” Oysa yazarımızın da işaret ettiği üzre, tek halefinin bile ortaya çıkamamasına yolaçan bizzat Führer’di.
Tek-adamlar için genel olarak geçerli iki kural buraya kadarki okumamızdan çıkıyor: 1. Tek-adamların partisi olmaz. 2. Tek-adamların halefi olmaz.
Açıklanmaları zor değil. Hitler, savaş kararının ertelenemezliğini generallerine izah ederken şöyle demişti: “Kimse benim daha ne kadar yaşayacağımı bilemez.”
Devam edeceğiz.
P24 Blog