Önce sıfatları gazeteci, piyesteki rolleri belirsiz, maksatları meçhul kimseler önümüze yemek koydular. Soslayıp servis ettiler. El sürmedik. Az geri çekilip şüpheyle baktık. “Bu ne ola ki şimdi?!” İçimizden tekrarlayıp durduk.
Hakikaten, bu neydi şimdi? Servis esnasında bir ara sanki CHP genel başkanını da oradan geçerken gördük, merakımız arttı. Tedirginliğimizle birlikte. İktidar propaganda aygıtının beklenmedik angajmanından ötürü, gerilim yüklü uğursuz atmosferiyle hayli can sıkan bu tuhaf şölen, kimin ne uğruna harcanacağı belirsiz bir kurban ayinine dönüştü.
Maalesef gazeteciler…
Ne yazık ki genç kuşaklar bilmiyor; aklıbaşında herkeste uyandırdığı dehşeti bugün hissetmek mümkün değil, fakat “Türk basını”nın, hattâ genel olarak gazetecilik mesleğinin yüz karası Tan gazetesini var etmiş, üstelik bununla övünen bir kimsenin hâlâ gazeteci olarak muhatap alındığı, üstüne üstlük “duayen gazeteci” olarak anıldığı yerdeyiz. Kendisinin izlediğimiz rezilâne düette rol almayı hangi maksatla kabul ettiği meçhul. Gürültü koparan iddianın başrolündeki Muharrem İnce ile bu Rahmi Turan’ın cep telefonları birbirlerinde kayıtlı. Bu olayda gazeteciliğin g’si sözkonusuysa, Turan’ın İnce’yi araması, Saray ziyareti iddiasını ona sorması gerekirdi; yapmadı.
Düetin öbür elemanı, bugüne kadarki gazetecilik macerasının, nasıl desek mahkemelik olacağımız için tanımlamayıp tarifini okur takdirine bırakmamız gereken niteliği bir yana, iki günlük kısacık zamanda verdiği çelişkili ifadelerle mesleğimize duyulan eser miktardaki güveni un ufak etmekte sakınca görmeyen birisi. “Plaka numarasına kadar veririm!” postası attıktan hemen sonra öyle plaka numaralarının varolmadığı ilan edilince Talat Atilla’nın yaşantısında hiçbir şey değişmiyor. Hadisenin ilginç ve kritik bir yerinde, belli, ama neresinde ve ne amaçla, anlayamıyoruz.
Çünkü hadise nedir, bunu anlayamıyoruz. Ortada tezgâh olduğu su götürmez. Ancak belli ki yine hepimizin kaderini etkileyecek bir olayda, üstelik bu defa figüran dahi değiliz.
Değneksiz dolaşılan köpeksiz köyde gazeteci sıfatlı kişilerin bize yalnız haberimiz olsun diye haber vermediklerini elbette hepimiz biliyoruz. Peki “Saray’a giden CHP’li” hikâyesi gerçek mi? Bilmiyoruz. İşin içinde Saray var mı? Binasıyla veya canlı muhtevasıyla? Onu da bilmiyoruz. Fakat her iki sorunun cevabını ararken işimize yarayabilecek işaretler var.
Şu gazeteci kimlikli zatlar ve onlarla “CHP içinden” bazı şahıslar arasındaki ilişki ve temaslar başlıbaşına ilginç bir trafik meydana getiriyor. Perakendeciden önceki istasyonda dağıtım yetkilisi olarak “kaynaktan satıcıya” aktarım işini yürüten Talat Atilla, bu gönüllü hizmeti üstlenişini “gazetecilerin birbirlerine haber jesti yapması”yla izah etti. Rahmi Turan da, Uğur Dündar da, “sahibi olduğu siteye, ismine ve haberlerine defalarca yer verdikleri” için “onlara yaptığı bir jest”miş, “Saray’a giden CHP’li” haberini kendi patlatmayıp onlara sunması.
Buna karşılık Rahmi Turan, “Güvendiğim bir arkadaşım, kardeşim ve başarılı bir meslektaşım olduğu için ona inandım,” dedi. Fakat o arada, Atilla önce “kaynak ben değilim” demiş, Turan bu davranışı “çok garip bulmuş ve ayıplamış”, bunun üzerine kaynağının Talat Atilla olduğunu açıklamıştı. Rahmi Turan, “Tabiî hata yaptım,” diyordu. “Çünkü haberi destekleyen belge istemem gerekirdi. Her haberde kanıt arardım ama bu defa bunu yapamadım.” Kendisine bütün bir Türk basın tarihi kefildir. “Helga Hasan’ın hortumuna bayıldı” gibi haberlerde, meselâ, bizzat bu hassas -ve yaratıcı!- yayın yönetmeninin direktifiyle, muhabirler Helga’yı bikinisi üstünde bulmuş, hortumu eline tutuşturarak gerçekten bayılıp bayılmadığını tesbit etmiş, bilahare hortumun Hasan’a ait olup olmadığına dair gerekli belgeleri edinmiş, ancak bu çok katmanlı teyit işlemlerinden sonra bu tür haberleri yayımlamışlardı.
Turan gibi Atilla da “hata” yaptığını söyledi. İnanılması zaten pek kolay olmayan “jest”li açıklamasını böylece bizzat zayıflattı: “Bugüne bakınca bunun hata olduğunu görüyorum.” Jest niye -ve nasıl- hata olsun?
“Bay Kemal”in tutumu
Başa şunu yazalım: CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, “Saray’a giden CHP’li” hikâyesinin doğru olduğunu söylüyor: “Erdoğan CHP’yi dağıtmak için elinden geleni yapıyor. Devletin en kilit noktasındaki isimleri devreye soktuğunu biliyorum, bunun için kurduğu bir ekibi var. [Rahmi Turan’ın yazısını] okuduğumda doğrudur dedim. İsim vermek istemiyorum. Saray’a gidenleri biliyorum.” Demek ki genel başkana göre, partisini “dağıtma” amaçlı bir komplo var, Saray kaynaklı, bazı partililer de bu çerçevede Saray’la irtibat kuruyor.
Kronoloji açısından CHP genel başkanını talihsiz mi saymalı, marifetli mi? Kılıçdaroğlu Sözcü gazetesine “Türk basınının yeni amiral gemisi” payesini verdikten hemen sonra, Sözcü yazarı -ama bizim hep Tan’ı çıkaran adam olarak hatırlayacağımız- Rahmi Turan, mâhut “Saray’a giden CHP’li” hikâyesini ortaya attı. Kılıçdaroğlu’ndan kısa süre önce de başka birileri bu gazeteye başka bir paye vermişti: Sözcü bu yıl 29 Ekim’de ilk defa Saray’a davet edilmişti.
Bunlar tesadüf mü? Yoksa -Ayşenur Arslan’ın ileri sürdüğü üzre- “Sözcü, hakkında açılan dava nedeniyle iktidarın elinde ‘rehin’” mi, olan bitenin bu durumla ilgisi var mı? Bilemiyoruz.
Bildiklerimiz sınırlı. Meselâ: Talat Atilla’nın “CHP genel başkanından doğrulattım” iddiasına karşılık Kılıçdaroğlu, yakın çevresine “Talat Atilla ile görüşmediğini” söyledi. Talat Atilla da zaten, gelinen noktada “görüştük” demiyor. Gerçi önce “Kılıçdaroğlu’na doğrulattım” sözleriyle meydan okumuştu, ancak sonra, CHP genel başkanına haberi bizzat getiren kişi aracılığıyla doğrulattığını anlattı: “Haber bana geldiğinde çok iddialı bulduğum için getiren CHP'liden ‘Sizin partinizin mensubu olduğu için bunu Kemal beyden yüzde yüz doğrudur ifadesini alman şart’ dedim” (ifadeye ve imlâya dokunmadım -ük). Atilla’ya göre, Kılıçdaroğlu’ndan bu teyit alınmış: “Kılıçdaroğlu’ndan ‘yüzde yüz doğru yanıtını’ alarak bana getirdi. Cumhurbaşkanı Erdoğan çok iddialı konuşunca, yeniden sordum. Yine ‘yüzde yüz’ yanıtı geldi. Parçaları toplayınca; Kılıçdaroğlu’nun doğruluğundan emin olduğu haberin çıkmasını arzu ettiğini anlıyorum.”
Özellikle Kılıçdaroğlu’nun tutumundan ötürü, Yetvart Danzikyan’ın haklı olarak işaret ettiği üzre, şu soru doğuyor: “CHP Genel Merkezi ne biliyor?” Yetvart, kamuoyu adına ekledi: “Bildiği her neyse bir an önce açıklamalıdır.”
Kemal Kılıçdaroğlu’nun, “Saray’a giden CHP’li” iddiası üzerine Fox TV’de sarf ettiği sözlere bakılırsa, kendisinin -bize açıklaması gereken- bildikleri çok: “Şaşırmadım, okuduğumda ‘doğrudur’ dedim.”
Muharrem İnce’nin tutumu
Muharrem İnce’nin bazı ifadelerine göre, Kılıçdaroğlu esas itibarıyla masum: “Ben sayın genel başkana şunu anlatmaya çalıştım ama herhalde tam anlatamadım: Burada hedef benim. Ama bu menfaat grubu… bunu bugün bana yapan yarın kendisine yapar. Genel başkan bunu ‘biliyorum’ diyorsa kandırmışlar genel başkanı.”
Fakat yine Muharrem İnce’ye bakılırsa, genel başkanın masum olmadığını düşünmek için çok sebep var. İnce, kurultayda genel başkan adayı, seçimde cumhurbaşkanı adayı olduğu günlere dair konuşurken, haşin mücadele tablosu çizdi: “…CHP’nin genel başkanı, cumhurbaşkanı adayı olmalıdır. Başka birinin aday olmasını yürümüyor. Bunu denedik bir kere. Sayın genel başkan olmadı, ben oldum. İşler yürümüyor. Bir kere genel başkan sıfır moralle seni kampanyaya başlatıyor. Seni destekleyen milletvekillerinin hepsinin üstünü çiziyor. Senin kolunu kanadını kırıyor. Olmasan ‘şımarık çocuk’ derler. Olsan, arkadaşların harcanmış, gitmiş. Olmuyor.”
Yani bizim de izlediklerimizi bir entrikanın görüntüleri saymamız için pek mâkûl sebepler var. Hele İnce’nin -sadece geçmişe ait olmadıkları belli- şu sözlerini işittikten sonra: “Ama çekilse miydim o zaman? Şimdi tekrar geri dönsem, çekilirdim. Ama ben cumhurbaşkanı olmayı istiyorum. Kazanmak istiyor, Türkiye’yi yönetmek istiyorum. Eğitimi çağdaşlaştırmak, tarımı ayağa kaldırmak, Suriyeliler sorununu çözmek, yargı düzenini sil baştan yenilemek istiyorum.”
İnce’ye göre “bir tezgâh var ortada”, ama kuran Saray değil: “Bu iftiraların hepsi CHP Genel Merkezi’nde üretildi. Partideki bir küçük grup tarafından.” Muharrem Bey, “İnce’den bu kadar çekinmeleri bana gurur veriyor,” diye ekliyor ki, basit böbürlenme ifadesi gibi görünen bu minik ek, kıyasıya mücadelenin varlığına, dolayısıyla hakikaten gözükara birilerinin kalkıştığı kumpasla karşı karşıya olabileceğimize delalet. (Öte yandan, İnce’nin kendine hayranlığını olay içinde hesaba katılması gereken etkenlerden sayan da var, Ahmet Nesin gibi.)
Muharrem İnce’nin “köyündeki evinde” yaptığı basın toplantısına iktidar propaganda aygıtının gösterdiği olağanüstü teveccüh, elbette sorularımıza cevap ararken hesaba katacağımız veridir. Peki İnce’nin konuşmasından, cımbızladığımızda anlam taşıyacak ayrıntılar bulabilir miyiz? Bakalım:
“…’Saray komplosu’ deyip işin içinden çıkamazsınız. Erdoğan’ın bu ülkeye çok zararı var. Ben Saray’ı aklamıyorum, mücadele ediyorum. Erdoğan çıktı, meydan okudu, ‘ben kimse ile görüşmedim’ dedi. ‘Cumhurbaşkanlığımı ortaya koyuyorum’ dedi. Ama sen Erdoğan’ın ağzına malzeme veriyorsun.” Buradaki “çıktı, meydan okudu” ifadesi, ister istemez barındırdığı sempati dozu görmezden gelinse bile, “Saray’a CHP’den birileri gitti” diyen Genel Başkan Kılıçdaroğlu’nunkine karşı Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın sözüne bakmak anlamına gelmiyor mu?
Kaldı ki, İnce sahne almadan bir gün önce “Bay Kemal”, Erdoğan’a cevap vermişti: “Sen cumhurbaşkanlığını ister ortaya koy, ister koyma, seninle her yerde her ortamda tartışmaya hazırım.”
Yine de bu sözü İnce’nin şu cümleleriyle birlikte işitmesek belki üzerinde böylesine dikkatle durmayabilirdik, ancak şurada basbayağı göz alan bir ikaz ışığı var: “Ben sizin bildiğiniz Muharrem İnce’yim. Öfkesini de sevgisini de içinde tutmayan İnce’yim. Düz, yerli, milli, kumpas kurmayan İnce’yim.”
O düz ve ince, ama kendini överken mevcut iktidar koalisyonunun içerik yüklü simgesel sıfatları “yerli-milî”yi kullanmak bayağı engebeli ve kalın. Pekâlâ, ana muhalefet partisi liderliğine oynayan bir siyasetçinin iktidar koalisyonuna “Yenikapı ruhu” güncelleme mesajı olarak anlaşılabilir bu. Ortalığı birbirine katan komplo-tezgâh haberlerine de ciddîye alınmaya değer bir zemin kazandırır.
Ne olabilir?
Şöyle konuştu Muharrem İnce, kendisine karşı bizzat partisinin genel merkezinde kurulduğunu ileri sürdüğü tezgâh hakkında: “Bunu çözmeden CHP’nin ‘temiz siyaset’ deme hakkı ortadan kalkar. (…) Bu tezgâh, bu komplo çözülmeden CHP’nin ‘temiz siyaset’ söylemi yara alır. (…) Planı kurdum, kurultayda daha da fazlasını anlatacağım.” İktidar propaganda aygıtının yağ yakan ve ardında simsiyah dumanlar bırakan bombardıman uçağı A Haber için epey bereketli malzeme. Bizzat genel merkezinde başkan adayına komplo kurulan, “temiz siyaset”ten uzak ana muhalefet, güvenilmez ce-ha-pe...
Muharrem İnce, basın toplantısında Kılıçdaroğlu’na çağrı yaparken bütün CHP’lilere seslendi: “CHP temiz bir siyaset diyorsa önce bunu temizlemelidir. Arınma buradan başlanmalı. Eğer bu komployu ortaya çıkarır, cezalandırır, [komplocuları] partiden atarsak emin olun yeniden şahlanırız. Genel Başkana çağrım şudur, şaşırmadım dediyseniz önceden bunu duydunuz. İsmi biliyorum dediniz, ismi açıklamalısınız.”
Bu durumda başlıca iki ihtimal doğuyor: İlki, Kılıçdaroğlu’nun, “İşte Saray’a gidip pazarlık yapan!” diye isim açıklaması. İkincisi, Saray’la pazarlık şaibesinin Muharrem İnce’nin üzerinde kalması.
Bunlar parti içinde ne çapta huzursuzluğa, seçmen nezdinde ne derece itibar kaybına yolaçar? CHP tam anlamıyla bir siyasî parti olsaydı, işi zor, derdik. Hem genel ortamımız hem de özel olarak CHP’nin ortamı gözönüne alınınca, yarın hiçbir şey olmamış gibi devam da edebilirler, diyebiliyoruz.
Ancak yaşadıklarımız, mevcut iktidar koalisyonunun bekâsı için yalnız hukukun ilgası ve ağır cezalı, hapisli, sansürlü baskıların yeterli olmadığını, Türkiye siyasetinin, büyük gümbürtü ve çatırtı da göze alınarak yeniden “dizayn edilmesi”nin gündemde bulunduğunu gösteriyor. Demek ki yalnız HDP’ye görüldüğü yerde ezilmesi gereken bozguncu odak muamelesi yapılarak sözkonusu “bekâ”yı güvenceye almak mümkün görünmüyor.
İktidar koalisyonu, partiyi “Canan’ların, Ekrem’lerin” eline bırakmak istemeyen, Mansur Yavaş’lı, Muharrem İnce’li CHP isteyen “muhalif”lerin desteğini de en azından yedeğine alabileceğine inanmış olmalı; eğer sahiden Saray kaynaklı bir operasyonla karşı karşıyaysak.. Bu şüphesiz, CHP evreninde çatlama öngören bir düşünce.
Gerçi CHP, kendisinden birşeyler bekleyenleri çatlatmakta mahir, kendi hiç çatlamayan bir bünye. Parti Sözcüsü Faik Öztrak herkesi -tabiî öncelikle Muharrem İnce’yi- sükûnete davet etti: “Saray’ın CHP’ye kurmaya çalıştığı kumpasın değirmenine hiçbir partilimizin su taşımaması ve sakin olmamız gereken günlerdeyiz.”
Olanların ağırlığını umursamaz görünen sükûnet çağrısının, ağır töhmet altındaki birini hiddetlendirmesi beklenir. Parti merkezinde birilerinin hadisenin boyutlarıyla kıyaslandığında pek tuhaf kaçan esrarengiz sükûneti koruyabiliyor olması, İnce’nin “yazın aynı teknede tatil yapmış entrikacı küçük grup”a dair iddiasını şüphesiz güçlendiriyor. Fakat eğer CHP sözcüsünün “sakin olalım hanımlar beyler!” tutumu Muharrem İnce’yi tam da aksine, sükûnetten hızla uzaklaştırmazsa, belki bir değil birkaç tezgâhla birden karşı karşıya olduğumuzu düşünmemiz pek tabiîdir.
Tezgâhın İnce’ye değil Kılıçdaroğlu’na karşı kurulmuş olabileceğini düşünenler ve buna ilişkin en az öteki ihtimallerdeki kadar mâkûl deliller ileri sürenler var.
Yalnız tezgâhlarla değil, ciddî siyasî mücadele ve bir nevi yol tercihi kapışmasıyla da yüzyüze olabiliriz. Gerçi konu CHP ise sahici siyaset tartışmasını yakıştırmak kolay değil, ama yakın gelecekte kendisinden düpedüz siyasî atılımlar beklenen İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun -ilk bakışta aşırı genel ve içi boş gözüken- sözleri de bu ihtimali güçlendiriyor: “Partimiz (…) Türkiye’nin birleştirici gücü olmak zorundadır. Bu konuda da yol almaktadır.” “Birleştirici güç” denince akla ilk gelenin Kürtler olduğunu hepimiz biliyoruz.
Umalım ki, izlediğimiz kapışma mevki-makam ve iktidar paylaşma çekişmesinden ibaret kalmasın, siyasî tercihlere ilişkin tartışmaya, CHP de siyasî partiye dönüşsün.
P24 Blog