Hayat bazen ne kadar uzun, bazense ne kısa. Kimi an olur ki geçmek bilmez; kimi de bir su gibi akıp gider ömür, “şol yel esip geçmiş gibi”.
Nice acılar, felaketler yaşasa da insan, yine de doymaz yaşamaya. Daha fazlasını ister sanki çok farklı bir şey görecekmiş gibi.
Kimi de o bile yetmez bizi hayata tutundurmaya. Bir başka umut sarkar hayatın ötesine; “metafizik” bir umut.
Daha fazlası, daha başkası, daha ötesi oradadır. Hele süregiden acıları gördükçe, hayatın yeknesaklığını ve asla gideremediği o derin yalnızlığını duydukça, bir an önce toparlanıp gitmek ister.
Yine de, hayatın olağan akışı içerisinde, öleceğimizi bilsek de ölümsüzmüş gibi davranmaya o kadar teşneyizdir ki, ahirete inananları bile bir kasvet basar ölüm duygusuyla yüzleşildiğinde.
Evet, ölecektir ama daha şimdi değil; hatta hiç değil! Uzaktaki ölümün belirsiz bir geleceğe yakınlaşması, kaygılı bir ürküye yol açar.
İçimizdeki o tamamlanmamışlık hissiyatı bin bir bahane bulur çıkarır. Sanki biz olmasak dünya dönmeyecek, insanlık çok önemli bir kayba uğrayacakmış gibi.
Bir süredir hepimizi iklimine çekmiş olan “küresel felaket”in “metafizik” bir yönü de yok mudur?
Birdenbire hayatı bir bıçak gibi kesen, bizi aciliyetlerimizden veya olağanlığımızdan kopararak, kaynağı görünmeyen bir tehdidin, bir korkunun ve hatta ürkünün cenderesine sokan bir yön.
Sonuçta hayatımızı ilanihaye sürdüremeyeceğimize göre, sahici midir böylesi bir korku?
Yoksa bu, ucubelere dair bilinçaltı korkularımızı dirilten, yahut da bize insanlığımızı hatırlatmak için zaman zaman kabuslarla uykularımızdan uyandıran cinsten daha kökensel bir korku mudur?
Beri yandan insanlık, zaman zaman farklı korku iklimlerinin cenderesi içerisine de girip çıkmakta; adeta döngüsel korku iklimlerinin.
Kuşkusuz ki Auschwitz’de ölüm sırasını bekleyenlerle, bunu ifa etmek için orada bulunanlar, yani Hannah Arendt’e “Kötülüğün Sıradanlığı”nı yazdıranlar, aynı korku ikliminde yaşasalar da, aynı insanlık durumu içinde yaşamakta değillerdi.
Arendt’e göre, Auschwitz’in sorumlularından birisi olarak yargılanan Eichmann, gerçekte oldukça “sıradan” biriydi.
Olağan hayatı içerisinde “kötü” biri de değildi belki; sadece kendisine verilen talimatları icra etmişti!
Onu sıradanlaştıran ve kötülüğe bulaştıran düşün-e-memesiyse şayet, Heidegger gibi biri neden bu sıradanlığın içerisine sürüklenmişti?
Oysa düşünmek, varoluşçu bir yaklaşımla, insana o kritik anlarda felakete karşı durma gücü vermeli değil miydi?
Veya en azından insanlığın hangi cephesinde duracağına dair bir bilinç! Kötülük ise aşırı olsa da aslî bir tutum değildi; aslî olan, kuşkusuz ki, iyilikti.
Arendt’e göre, Eichmann gibileriyle birlikte kötülüğü sıradanlaştıran modern ve rasyonel bürokratik aygıttı.
Caniyle kurbanın bakışlarını aynılaştıran bu aygıtın başarısı, bizi “hakikat” üzerinde düşünmekten uzak tutmasında yatmaktadır.
Hakikatin iktidara veya hayatın yalın gerçekliğine ilişkin oluşuna dair yanılsamayı, bin bir gerekçe ile bize benimsetmesinde.
Edimlerimizin sorumluluğunu üstlenmekten bizi kurtaran aşkın bir yetke, bize hep haklı olduğumuzu fısıldar durur; Âdem’i baştan çıkaran “şeytan” gibi.
Hayatın o sıradanlığı içerisinde ise herkes kendi işlevini gerçekleştirirken, ağır ağır içerisine sürüklenmekte olunan felaketin bütünlüğünü de görmekten kaçınılır.
Gerçekten öyle midir ve öyleyse şayet, insanlığı bu tür bir aldanışa sürükleyen tam olarak nedir?
Yoksa insanoğlunu bir felaketin büyüsüne teşne kılan yanı, tam da onu insanlığın şafağına çıkarmış olan o karmaşa ile mi ilgilidir?
Öyle bir karmaşa ki, insanı hem tanrısal hem de şeytanî seslenişe ve duyarlılığa açık ve hatta muhtaç kılar.
Albert Camus de “Veba”sında bir başka açıdan bakmaya çalışır felakete.
Bu felaketten sadece insanların kötülükleri üzerine dersler çıkarmaya çalışan “Rahip Paneloux”’ya karşı, ölümü göze alarak felaketle savaşmaya çalışan Dr. Rieux, kuşkusuz ki aynı insanlığın parçaları değildir.
Bu kez öne çıkan ise meseleye sahte metafizik gerekçeler üreten bir bakış yerine, kötülüğe yol açan fiziksel şartlarla mücadele etmenin sahiciliğidir.
Kimileri ise fırsatlardan yararlanmaya ya da felaket atmosferinden kaçarak kendisini kurtarmaya çalışmaktadır.
Ama sonuçta herkes, hiç de beklemedikleri bir “olay”a hazırlıksız bir biçimde yakalanmış gibi şaşkınlık içindedir.
Ansızın hayatımıza sıçrayan bu “akıldışılık”, nasıl olur da “bilinçli” bir hayatın içerisinde yer alır ve o kendine özgü değerleriyle her şeyi yoluna koymuş gibi gözüken dünyaları altüst eder?
Hatta bir deprem ya da kuraklık döngüsü gibi oldukça fiziksel ve dolayısıyla da bilimsel (aklî) bir felaket de olabilir maruz kaldığımız bu ucube.
Ama yeri gelir bir göktaşı, bir dünya savaşı ya da hiçbir gerçekliği olmayan bir hayalet de olabilir.
Önemli olan bu felaketin ne’liğinden ziyade, hayatlarımızı sarsmasındaki şaşırtıcı kudrettir.
İnsanlığı bir korku etrafında bu denli birleştirebilen o kudret adeta korkunun karşısında birleşmeye duyulan bir ihtiyacı da açığa çıkarır.
Oldukça farklı güzergahlara dağılmışlığın ve yabancılaşmanın insanlığı çığırından çıkaran vahameti karşısında bir felaket olur insanlığı tefekküre davet eden.
Acaba bu gerçek bir tefekkür müdür yoksa felaketin karşısında verilen kurtulmalıklar akabinde kalan sağlarla yoluna devamı düşünen başka bir aymazlık mı?
Yan yana akıp giden hayatlarımızın o sıradanlığından bir an için sıyrılıp birbirimizi, hayatı, dahası kendimizi fark edebilmekte miyiz?
Neden varız ve bu varlığı sahici bir anlama kavuşturmanın yolu nedir?
İnsanlığımızı belirginleştiren yön tam da burasıdır işte. Yoksa hayatın oldukça farklı saiklerle savrulduğumuz cepheleri ve bu cephelerle olan rastlantısal bağla-ntıla-rımız değil.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish