(Ramazan) ların eksildiği bir dünya artık daha ıssız ve daha yalnız
ÜMİT AKTAŞ
Ramazan´la uzun yıllardır tanışmaktayım. Ama ondaki o mütevazı duruşunun ardında tuttuğu derin bilgeliği ancak yakın yıllarda fark edebildim. Şüphesiz ki bu bana ait bir körlüktü. Ama bunu fark ettikten sonra AKDAV´a giderken, öncelikle orada Ramazan´la, onun o güler yüzlü nezaketiyle, bir dost yüzüyle karşılaşacağımı düşünerek, sevinçle yürürdüm. Belki çok şey olmazdı konuştuklarımız. Ama nicedir bilmekteydim ki gerçek dostluklar içi boş gevezeliklere değil, bakışlardaki o dile gelmez sıcaklığa dayanmaktadır. Yine de uzun boylu suskun duramaz, özellikle en son okuduğumuz kitaplar üzerinde konuşurduk. Pek belli etmese de edebiyatı çok severdi ve oldukça seçili kitapları, hızla okurdu. Dostlarına yüzünden hiç eksik etmediği güler yüzlü nezaketiyle ikram ettiği çayların tadıyla derinleşen sohbetlerimiz, zaman zaman farklı konulara dallansa da, belli ki içerisinde yaşadığı dünyayla bir anlaşmazlık içerisindeydi ve hep bir cennet düşüyle, uzakları gösterirdi. Ama kendi içerisinde tuttuğu bu anlaşmazlığı benim hiçbir zaman başaramadığım bir biçimde dışarıya yansıtmaz, en zor zamanlarında bile yüzündeki tebessümü ve sözlerindeki sevecenliği korumayı asla ihmal etmezdi.
Kitabevi´ni kendisine verdiğimde, ertesi gün, bu kitapla ilgili derin mülahazalarını ve kitabın kimi yönleriyle ilgili sorularını duyduğumda ne kadar şaşırmıştım. O gece okuyup bitirmişti. Günler sonra, ?gemi yolculuğundan hiç bahsetmedin, nasıldır, çok merak ediyorum? dediğinde, hiç aklımda olmadığı halde yeni bir roman (Gemi) için belki de bilerek kışkırtıcı bir soru atmıştı ortaya. Ama belli ki daha farklı bir yolculuk beklemekteydi. Daha derin, daha varoluşsal, daha büyülü bir yolculuk. Ardında bırakacağı o derin boşluğa aldırmadan, özünde sakladığı o cesaret ve ferasetle çıkacağı, daha doğrusu içsel olarak Rabbiyle kurduğu o yakın ilişkinin kendisini çağıracağı selamete dair bir yolculuk. Belki bunu yazmak da istemişti; uzak bir yerlerde, şehrin ve insanların gürültülerinden ırak bir asudelikte sadece okumak ve yazmakla iştigal edeceği ısssız bir yerde yazacağı o derin yolculuktan, satır arasında da olsa söz etmişti. Ama yazmak, biraz da biz hayat kaçkınlarının işi. O ise başka bir biçimde ortaya koydu söyleyeceklerini; daha doğru ve yaşamsal bir biçimde. Ama bu sözleri birtakım hamaset övgülerine boğmaksızın anlamak, yani Ramazan´ın hiçbir zaman ağzından dökülmese de eyleminden dökülen sözleri anlamak için geriye doğru onun hayatına bakmak, onun hep mütevazı bir sükûnetle sakladığı özündeki o derin bilgeliği ve aydınlığı hatırlamak gerekiyor.
Yeryüzünü gürültüleri, ihtişamları, kibirleri ve enaniyetleriyle doldurmaya çalışan bir yığın zavallı insanın varlığının rağmına, Ramazan´ın varlığı bana o kendisini her şeyin gerisinde tutsa ve hiç belli etmese de, dünyada güzel insanların, dahası hiç eksilmeyen bir sürur ve rahmetin de olduğunu hatırlatmakta. Ardında derin bir boşluk bırakan o güzel insanın bunca irfanı ve erdemi nasıl ve ne zaman kalbinde biriktirdiğini hiç bilemeyeceğim. Buna dair hiçbir şey de konuşmadım kendisiyle; elbette bunu konuşmanın nahoşluğunun da farkındayım. Ama tıpkı bir gül nasıl dünyayı güzelleştirmekteyse, kimi insan da özünde böylesi bir güzellikle yaşamakta ve içerisinde yaşadığımız şu acımasız, kıymet bilmez, hoyrat dünyayı biraz olsun katlanılır kılmakta. Şüphesiz ki hepimizin içerisinde bu güzellikler kadar kötülük eğilimleri de bulunmakta. Ama kim özünü güzelleştirmeye çalışmaktaysa (cehd etmekteyse), Rabbi de onun bu yoldaki yolculuğunu kolay kılmakta. Ramazan işte bunun en müşahhas örneği ve onun şehadeti bu anlamda doğrudan kendi cehdinin onu çıkardığı bir selamettir. Onun için bir selamettir inşallah; ama Ramazan´ın ve onun gibilerinin eksildiği bir dünya artık daha ıssız ve daha yalnız olduğumuz bir dünya. Dileğim, Rabbimin de biz geride kalanları bu selametten mahrum kılmaması.
***
EY ŞEHADET
MESUT AYDIN
Gözümün nuru şehadet!
Bir sevgili gibi özlem duyduğum; sana kavuşan her bir şehidi gördükçe, ?sıra ne zaman Yarabbi´ diye beklediğim şehadet, senin makamın bu mu olacaktı.
Seni herkes kendisine göre kullanıp, fikrine göre mi yorumlayacaktı. Senin adın secde görmemiş alınlara, Kur´anla yıkanmamış akıllara, sarhoş dillere yakışır mı ey şehadet!
Şu çarkı dönmüş, âdeta her şeyin birbirine karıştığı dünyada, normal ölüm kalmadı. Herkes sana er kesildi ey şehadet. Şarkıcısından türkücüsüne, Türkçüsünden Kürtçüsüne, eşkıyasından soytarısına herkes senin makamını, senin ulvi adını lekelediler ey şehadet!
Senin makamın bu mu olacaktı ey şehadet! Yoksa sana asıl âşıkların gelmedi mi? Yoksa senin asıl dostların tükendi mi ki, senin adını bile koruyamadık.
Ama sana söz veriyorum ey şehadet. Seni ait olduğun makama oturtuncaya kadar usanmayacağım. Seni, sana düşman olanların elinden ve dilinden çekip alacağım ey şehadet.
Sana Ümeyirler gibi yavrular; Hanzalalar gibi damatlar; Ömerler-Aliler gibi yiğitler; Hamzalar gibi şehitler; Hüseyinler gibi destanlar; Sümeyyeler gibi analar sunacağım ey şehadet!
Şöyle bakıyorum sana kavuşanlara, ne yiğitler vermişiz ocağına ey gözümün nuru. Hâlâ ne diye bu kadar mahzunsun? Hâlâ neden tane tane gözyaşı akıtıyorsun?
Ey şehadet niçin cevap vermiyorsun, yoksa dargın mısın bana?
Sevdalıların mı azaldı?
Uğruna ateşleri göze alan İbrahimlerini mi kaybettin? Hüseyinlerini mi yitirdin?
Jetlere kafa tutan, tanklara yumruk atan, kurşunlara göğüs geren erlerin mi yok ey şehadet, nedir bu matem? Yoksa sana evlat veren anaların; adanmış Meryemlerin; çilekeş Zeyneplerin mi yok ey şehadet, nedir bu gözyaşları?
Yoksa adını lekelediler diye mi ağlıyorsun? Seni mahzun görmeye tahammülüm kalmadı. Takatim tükendi ey şehadet. Ne olur bir tebessüm gönder. Yeniden Yahya olmaya, İsmail olmaya hazırım ey şehadet!
Sana söz veriyorum seni layık olduğun makama yükselteceğim. Sana bulaşan lekeleri kanlarımla yıkayacağım. Yeter ki bana bir tebessümü esirgeme ey şehadet!
Ey ölümün soğuk yüzünü sıcak bir tebessüme çeviren; ey insanı yakıp kavuran, ölüm acısını İbrahim´in ateşi gibi selamet kılan şehadet. Rabbimden dileğim beni seninle selamete kavuşturmasıdır. Zira bu günahkâr bedenin bu ağır yüklerle Rabbe gidecek yüzü yoktur ey şehadet.
Ey şehadet! Seninle ölümün içinde ölümsüzleşmek, geçici bedenini ebedi varlığına feda etmek, küçücük bir zerreyken varlık âlemini geride bırakarak ötelere, çoook ötelere kanat çırpmak ne güzel şey.
Ey uğrunda şehadete âşık olduğum. İstemiyorum! Beyaz kefenlere sarılmak istemiyorum. İhtiyarlık görmek, genç kalmak, yatağımda ölmek istemiyorum. Ben kanlı kefenlere vuruldum Rabbim.
Benim kanımı da firavunların boğulacağı o şehadet nehrine layık gör. Mazlumları dirilten, gözleri ve gönülleri temizleyen inkılap ağacını sulayan bir damla kanda ben olayım. Rabbim.
Ey Rabbim! Üzerini örtecek kefen bulunmayan Musab gibi, darağacında sevgiliye yüzlerce kilometre uzaklıktan selam gönderen Hubeyb gibi, dünya hayatının en tatlı anını yaşarken evliliğinin ilk gecesinde guslünü kanlarıyla alan Hanzala gibi? Bana da şehadet nasip et.
Ey Rabbim! Bu günahkâr kulunu şehadet zincirinde bir halka olmaya layık görmedinse, hiç olmazsa beni bu aşkla yananlardan, kanlara yaş katanlardan kıl. Ve duygularına tercüman olmaya çalıştığım tüm şahadet âşıklarını da?