Tarih: 04.03.2018 23:56

ÜMİT AKTAŞ: İSLAMCILIĞIN TRAJİK DÜŞÜŞÜ

Facebook Twitter Linked-in

Ümit Aktaş´ın Özgür Yazarlar Birşliğin´de, 24 Şubat´da yaptığı konuşmasının tam metni!

 

"Trajik düşüş Âdem´le başlar. Bir sınır aşma eylemi olduğu kadar, konformizme itiraz, itaatsizliğin olumlu yönleridir. Ancak kullanılan araç, yani ?yasak meyve?ye uzatılan el, hadsiz bir davranıştır. Kendi emeğinin ürünü olmayana el koyma arzusudur. Dolayısıyla daha sonraki her toplumsal krizlerde de bir düşüşten söz edilir. Her kriz ise bir kritiğin ya da düşme düşünmenin başlaması açısından olumlu bir yöne de sahiptir. Önemli olan bu olumluluğun iyi değerlendirilmesidir.

Osmanlının da, o uzun 19.yy´ında da içerisine düştüğü kriz fark edilir. Ama aslında düşüş 17.yy´da başlamıştır. İlk defa Genç Osman düşüşü fark etmiş, yeniçeri ocağını kaldırmak istemiş, ama onların darbesiyle, 1622´de öldürülmüştür. Bu, tarihimizdeki ilk darbedir. Yeniçeri Ocağı ise ancak 200 yıl sonra kaldırılabilmiştir. Oldukça temel bir sorunu iki yüz yıl sonra ve oldukça trajik bir biçimde çözebilen bir devlet, esasında devlet olma vasfından da oldukça uzaklaşmış demektir. Yani kriz bir kritiğe yol açamamıştır. Böylece dünyaya hükmeden Osmanlı, dünyanın hükmettiği bir devlet haline gelmiştir.

Türkiye´yi tanımak için Osmanlıyı iyi tanımak gerekir diyen Kemal Tahir başlangıçta Osmanlıyı ATÜT (Asya Tipi Üretim Tarzı) doğrultusunda izah etse de, yine de Osmanlının devlet niteliğini tam olarak çözemez ve ?kerim devlet? tanımlamasını yapar. Ancak 20.yy başında kerim devletin yerini modern devlet almış, yani halkına karşı zalimleşmiştir Devlet konusunu incelediğimizde, özellikle Foucault´nun bakışı önemlidir. Foucault, iki tür siyaset var, der. Birisi Atina-Roma eksenli egemenlik yönetimidir. Burada devletin kaygısı, dikkati mülkiyete yöneliktir. Diğeri Kudüs-Mekke eksenidir; yani (İbrani) peygamberlerin sorumlulukçu yönetim çizgisi. Bu ekolde egemenler halktan sorumludur, kaygıları halka karşıdır. Osmanlı´da da sorumlu yönetici tüm tebaanın kaygısını taşır. Batı-doğu farkı da buna dayanır. Yani Osmanlının uyguladığı siyasetteki temel kaygı budur ve Osmanlı, sözgelimi malını ihracattan önce, halkın doyurulmasını düşünür. Bu yaklaşım, Osmanlıya ve kerim devlet tanımlamasına uygun bir yaklaşımdır.

Bakara 104´te eğitim ve siyaset yöntemi hakkında önemli bir uyarı vardır. Ayet bu açıdan genel anlamda insanları olduğu kadar özellikle de yöneticileri ve eğiticileri de uyarmaktadır. Oysa ayet kolay yoldan Yahudilerin suçlandığı bir bakışla okunmaktadır; bu ise hatalı bir yaklaşımdır. Ayette ikaz edilen raina, ?bizi güt? demek iken, unzurna ?bizi eğit? demektir. Ayette peygambere, dolayısıyla yöneticilere ve eğiticilere bakış açısının düzeltilmesi gerekliliğine dikkat çekilir. Bir yönetici, iktidar, hayatımızda nasıl olmalıdır meselesidir uyarının konusu. Bu ayet ona dikkat çekiyor. Peygamber sizin çobanınız değildir, aklınız var, onu kullanın, sürü gibi hareket etmeyin, denmektedir. Belki vakti zamanında Yahudiler de benzeri hataları yapmış olabilirler ama insanlar hep aynı hataları yaparlar, dikkatli olun denmektedir. Zaten unzurna kelimesi nazariyatla, yani aklını kullanmakla ilgilidir. Beri yandan sorumluluğun büsbütün egemene bırakılması da doğru bulunmaz. Bizim aymazlıklarımız ise, yönetici-eğitici pozisyonunda olanları da zaafa düşürebilecektir.

Peygamberin ölümüne kadar İslam, toplum merkezliydi; halifeler döneminde devlet-toplum gerilimi yaşandı. Emeviler döneminde ise devletleşmeye geçildi.

Devlet ilkel toplumlarda yoktur, onlarda egemen vardır, ama itaat kavramı yoktur. Devletler itaat-emir kavramı ile başlar. Çokça tekrarladığımız bir ayetin, ?iyiliği emretmek, kötülüğü yasaklamak? biçimindeki okuması, aslında meselenin bir iktidar diliyle okunmasıdır. Böylesine buyurgan bir dil ise bize yakışmaz. Kaldı ki ayette geçen ?emr? kavramı emretmek değil, yapmak, söylemektir. Söz ise giderek emir sahiplerinin buyruğu haline gelmiştir. Yani doğru okuma ?iyiliği yapmak/söylemek, kötülükten uzak durmak/tutmak?tır. Salih Akdemir bu ?emr? kavramının kökenini inceleyerek, süreç içinde dilin ve kavramların nasıl da değiştiğini ortaya koymaktadır. Allah ve peygamberle sevgi ve merhamet ilişkisiyle başlayan ilişkinin zaman içerisinde nasıl da emir-komuta söylemiyle yer değiştirdiğini tespit etmiştir. İlişkilerimizi egemen ve onun emrindeki insanlar ilişkisine dönüştürmemeliyiz. ?Allah ya da peygamber emretti? yerine ?söyledi? demek daha doğru bir ifadedir. Aksi tutum, egemenlik ilişkisini kurmaktır, egemenlikçi bir anlayıştır. Bu ise bizimle Allah ve peygamber arasındaki mesafeyi açarak, bizi bir kul ya da köle mesabesine dönüştürür. Oysa müminler ile Allah ilişkisi ve müminlerin kendi aralarındaki ilişki, kul ya da köle ilişkisi değil, velayet, yani dostluk ve yoldaşlık ilişkisidir ya da öyle olmalıdır.

Günümüze değin sirayet eden bu topraklardaki düşüş ise, daha Osmanlının kuruluşunda başlar. Örneğin Peygamber Yahudi sömürüsüne karşı, Medine´de pazar kurulmasını sağlamıştır, insanlar uygun fiyatla mal alabilsinler diye. Aynısını Osman Bey de yapar ve pazardan vergi falan almaz. Ama kısa zamanda etrafını çevreleyen mollalar güruhu, kurulan bu pazarlardan vergi alınmasını sağlayarak sistemin kuruluşuna adaletsizliği sokarlar.

Oysa ayette de geçtiği gibi, ?Peygamberler insanların zincirlerini kırar, onları yüklerinden kurtarırlar?. Bu ayetteki zincirler, egemenlik ilişkisidir, sömürüdür, köleliktir. Yük ise din adamlarının baskısıdır; insanların sırtına din adına yükledikleri öğreti ve uygulamalardır. Oysa İslam temelde ruhbanlığı yasaklamıştır. İnsan doğrudan Allah´ın muhatabıdır ve hiç kimsenin insanları din adına ezmeye hakkı yoktur. Elbette ki ilim insanları olabilir. Ama insanlar onların sözlerini dinleyerek müzakere eder ve akıllarına uyana riayet ederler.

Osmanlı padişahları ise tebaaya ?kullarım? diye hitap ederek, bir nevi kendilerini tanrısallaştırmıştırlar.

Bu süreci tersine çevirmek, insanların zincirlerini kırmak, onları yüklerden kurtarmak eskiden peygamberlerin göreviydi. Şimdi artık bizim görevimiz. Osmanlı 18.yy´da yenilmeye başladı ve ancak o zaman bir düşüş içerisinde olduğunu fark etti. Oysa sorunun kökleri bir askeri yenilgi meselesi olmaktan çok daha derinlerdeydi. Devlet, o ?kerim devlet? olma niteliğini yitirmekteydi. 19.yy´da ise devlet seçkinlerinin kararıyla, modern bir devlete dönüşme çabası başladı. Daha önce kerim-sorumlu devletti, sonra giderek tipik modern-ulus devlet oldu. Bu yeni devlet sorumluluk hisseden değil, egemenlik kuran devlettir.

Bazı İslam aydınları sorunu gördüler, çözüm arayışına girdiler, ama Osmanlı-Batı çatışmasında mecburen batıcı kurtarıcıların yanında yer aldılar, devleti kurtarmaya çalıştılar. Oysa meselenin özünün devlet telakkisinde yattığını görmediler.

Nitekim ilk ?İslam Devleti? kitabının yazarı Reşit Rıza, ilk yenilikçi İslamcılardandır. TC´nin kuruluşunu kutsayan M.İkbal´dir ve bu yapının Pakistan´a taşınması için gayret etmiştir. Bu ulus devlet yapısına Gandhi karşıydı, engel olamadı, sonunda öldürüldü. Güçlü ordu ve bürokrasiden oluşan bu yeni devlet yapısı önce Pakistan´a taşındı, oradan İran´a sirayet etti. İran İslam Cumhuriyeti de tipik bir ulus devlet olarak inşa edildi.

Bu trajik düşüşü fark edebiliyoruz, ama buradan nasıl çıkarız onu cevaplandırmalıyız. Özellikle son 20. ve 21.yy´da pek çok dönüşümler, trajediler yaşadık. Bu yükü omuzlayıp omuzlayamayacağımıza karar vermeliyiz.

Pek çok çatışma yaşıyoruz, önce bu çatışmaları savuşturmak istiyoruz, asıl meseleye odaklanamıyoruz. Refah Partisinin kapatılması, yani 28 Şubat sürecinde Ak Partiye sunulan koşullar mücadelenin ekseninin kaymasına neden oldu.

Onun da ötesinde İslamcılık eşittir Milli Görüş değildir. Milli Görüş hareketi içerisinde İslamcı bir damar var ise de, temelinde bu hareket, muhafazakârlığı daha ağır basan bir sosyolojiye dayanır. İslamcılık ise devrimci, yenileşmeci ve özgürlükçü bir eğilimler kümesidir. Kemalizm karşısında ise, batılılaşmaya tepkisi nedeniyle doğuculaşan bir kesim de vardır. Oysa doğu da batı da Allah´ındır. Bizler ışığımızın menbaını araştırırken onu coğrafi terimler çerçevesinde değil, hakikate uyarlığı noktasında araştırmalıyız. O nedenle bu tip bir karşıtlığa dayanan bir mücadele yöntemi kurmamak gerekir. Osmanlı Batı´ya karşı bir cephe kurmuştu, ama bu bir savunma pozisyonuydu. Esasında Osmanlıyı çöküşe götüren sebeplerin en önemlisi sistemini tam anlamıyla bir ?savaş ekonomisi? üzerinde kurmasıydı. Bu ise onu doğal sınırlarının çok ötesine götürecek bir çıkmaza taşıdı. Bir devletin, imparatorluğun, hatta insanın doğal bir sınırı, alanı, gücü vardır. Osmanlının doğal sınırı Tuna nehriydi, bunu aşmaması gerekirdi. Bu aşırılık Avrupa´nın tepkisini kışkırttığı gibi, Osmanlıyı da tüketen bir durumdu.

Acaba bugün ?bizi Afrin´e götür Reis? diyenler gibi, o dönemde de ?bizi Viyana´ya götür? diyenler mi vardı? Öte yandan ?Kudüs bizimdir? diyenler acaba nasıl bir mantıkla davranmış oluyorlar. Oysa Kudüs gibi kadim şehirler hiç kimsenin olmamalı. Onlar insanlık mirasıdır ve herhangi bir ulusal sistemin insafına bırakılamazlar. Peki, Kudüs´ü alıp ne yapacağız, oraya da Mekke´ye yapılan gibi Zemzem Tower´lar mı dikilecek. Elan tarihi dokusunu koruyan Doğu Kudüs´ü de Mekke´ye mi çevireceğiz?

28 Şubatta acı tecrübeler yaşadık, aradan 20 yıl geçti, AKP iktidarına razı olduk. 28 Şubatta yaşanan acılar ne kadar fazlaydı ki şimdi AKP´ye katlanmak zorundayız? Bizi günümüzün adaletsizliklerine karşı suskunlaştıran nedir? Bu, yaşadığımız haksızlıkların ve acıların mı yoksa iktidarın sağladığı nimetlerin mi diyeti?  O dönemde bir şekilde yazılarımızı yazıyor, gösterilerimizi yapıyorduk. Bugünkü kadar yaygın bir baskıya 28 Şubat´ta maruz kalmadık. AKP döneminde adaletsizlik, hukuksuzluk hiç görülmemiş ölçüde yaygınlaştı. AKP´liler, Makyavelli´yi, Carl Schmitt´i iyi öğrenmişler, hem içeride, hem dışarıda düşmanlar yaratıyorlar, suç tanımını değiştiriyorlar. Adi suçları önemsizleştirip, siyasi grupları suç örgütleri haline getiriyorlar. Bu yolla toplumu dizayn ediyorlar. Yeryüzünde kaç devlet böyle yapar? Silahlanmaya ayrılan payı artırıyorlar, toplumsal seferberlik savaşa yönlendiriliyor. İlkokul çocukları asker elbisesi giydirilip Afrin için seferber ediliyor. 10-15 sene önce bunlar İslamcı muhafazakâr idiler. Bir ölçüde ırkçılığa ve mezhepçiliğe karşı duyarlıydılar. İslamcılık itikadi olarak ırkçılığa karşıdır, geldiğimiz noktada ise sapla saman birbirine karıştırılmakta, bir kavme karşıtlığımız bizi adaletsizliklere sürüklemektedir; yapılanlar çok yanlıştır.

Aynı zamanda yaşanan kutuplaşma da büyük bir sorundur, ülkenin Doğucu-Batıcı diye ayrılmaması gerekir. Yapılması gereken Batı-Doğu kutuplaşması değil, hak, hukuk adalet açısından toplumun savunulmasıdır.

Şimdilerde medarı iftiharımız haline getirdiğimiz ise erdemlerimiz değil, üretilen yerli ve milli silahlar! Peki, insanlığa kakımız nedir? O silahlara verilen paraları niçin yoksullar için harcamıyoruz, Yapılanlar sorgulanmalı, yanlışlar alkışlanmamalıdır. İktidarı sorgulamayan, eleştiriden ve özeleştiriden uzaklaşan bir toplum, kendisini de, iktidarı da yanlışlıklara mahkûm eder.  

Bugün birçok açıdan çok daraldık, ama en azından kendi akıl sağlığımızı koruyoruz. Sözümüzü söylemeye devam etmeliyiz. Peygamberin gücü, sözüdür. Kuran okumalarımızı ihmal etmeyelim. İlahi şiddet, zorbalık değil, sayha´dır, yani sözdür, peygamberin uyarıcı sözüdür. Mekke peygamberin sözü ile değişti, herhangi bir şiddetle yıkılmadı, kendisini değiştirdi.

Sabır ve merhametle, düşmanı bile onamaya çalışan bir davranış sergilemeliyiz. Pierre Claistre, kadim toplumlardaki lideri şöyle anlatır: ?Lider iyi söz söyler, cömerttir, o yüzden yoksuldur?. Bu tanım bizim peygamberimize çok uygundur, o da çok cömertti, elinde ne varsa dağıtırdı. Peygamber süslü, şatafatlı giysiler giyilmesine, özel dini kıyafetlere karşıydı. Bugün cami imamları bile özel kıyafetler giyiyorlar, böylece cemaat üzerinde bir iktidar ilişkisi kuruyorlar. İktidarları hiçbir düzeyde güçlendirmemeliyiz, toplumsal sorumlulukları artırmalıyız.

Kuran okuma (tefekkürü değil) okullarda ders oldu, İslami kesim buna çok sevindi, bu çok yanlış. Dinin öğretilmesini, benimsetilmesini devletler yapamaz, sivil toplum yapmalıdır, devlet ancak sivil toplum kurumlarına destek olabilir, o da sadece din öğretimi için değil, tümüne eşit olarak. Toplum karşısında devletin güçlendirilmesi ise, bireyleri giderek devletin karşısında kullaştırır.

Sorulara Cevaplar

C.Meriç, İ.Küçükömer, K.Tahir, N.Topçu gibi düşünürler önemlidir. Bu kişiler Doğuculuk ve Batıcılık,yapmadılar; Doğuculuk-Batıcılık, sağcılık ve solculuk arasında alan açmaya çalıştılar. Doğuyu ve Batıyı birlikte düşünmeye, kutuplaşmanın dışında bir yol açılmasına çalıştılar. Bu düşünürler zaten kendi mahallelerini eleştirdikleri için oralarda barınamadılar, kovuldular. Bizler de bugün bu yoldan gidebiliriz. Kutuplaşmaların dışındaki mekânı inşa edebiliriz. Toplumcu olmalıyız, topluma karşı sorumluluklarımızı unutmamalıyız; şiddetin değil, merhametin yanında olmalıyız.

Bugün çok büyük iddialarla yola çıkmaya gerek yok. Kendi gücümüzü etkimizi bilmeliyiz, eldeki imkânlarla, ne yapmak, nasıl yaşamak istiyorsak o şekilde yaşamalıyız. Önemli olan yolda olmak, birbirimize yoldaşlık etmektir.

Kurduğumuz topluluklar arasında bağlantılar kurmak elbette mümkündür. Ama öncelikle topluluklar oluşturmalıyız, kendi örnek yaşantımızı kurmalıyız."

 




Orjinal Habere Git
— HABER SONU —