M. Mazlum ÇELİK
Osmanlı, özellikle ardı ardına gelen yenilgilerin akabinde, Batının üstünlüğünü kabullenmek durumunda kalınmıştır. Kolay olmadı elbette bu karara varmak ama bir kez karar verilince, devletin içinde bir kısım erk, Batılılaşmayı önlerine bir kızıl elma olarak koydular. Bunun sonucunda devlet ve toplum arasında ister istemez bir yarılma oldu.
Bu sancılı süreç içerisinde, Batılılaşmacı bir eğilim ve buna tepki olarak da Doğuculaşma ortaya çıktı. Şunu da söylemek gerekir; Doğuculaşma tamamen Batıya bir tepki olarak ortaya çıkmıştır; yoksa kendi başına bir fikir olarak ortaya çıkmış değildir. Bu yarılma uzun süredir toplumsal bir kutuplaşmaya sebep olduğu gibi, her şeyi belirleyen önemli bir aktöre de dönüştü. Bu karşıtlık, olumlu bir ilim ve siyaset de üretmiyor; sadece olayları çatışma üstünden okumamıza sebep oluyor; yani bu bir rekabet ilişkisi değil, adeta bir düşmanlık ilişkisi.
Örneğin Abdülhamid çatışmacı siyasetin en başına konulacak figürlerden birisidir. Tabi ki bu tür bir okumada İttihatçı darbenin de çok önemli bir etkisi var. Bir devri sabık yaratıldı ve yapılan tüm eylemler geçmişin kötülenmesi üzerine oturtuldu.
İttihatçı zihniyetin ihtilalci (cuntacı) aklı, bizim yenilikçilik tarihimizde hep ön plana çıkmıştır. Tuhaf bir şekilde günümüz iktidarı bunu sentezlemeye çalışıyor, yani ittihatçılık ile Abdülhamitçiliğin sentezlendiği bir çizgi oluşturulmaya çalışılıyor. Hatta ellerinden gelse oraya Mustafa Kemal´i dâhi yerleştirmeye çalışıyorlar; ancak bunlar çok fazla bir araya getirebileceğiniz kişi ve olaylar değil, birbirinden çok ayrık durumlardır.
Evvela bu ayrık çizgileri birleştiren zayıf bir ilinti var, o da devletimizin yenilgiler üstüne gelen uzun bir süreç sonrası modernleşme ve kalkınmacılığı kendisine başat bir politika olarak belirlemesidir, bu Abdülhamit´ten beri süre gelen hükümetlerin de başat politikası. Muasırlaşma arzusu? Burada muasır medeniyetler ideali ve bunun üzerine çıkmak nedir, bedeli nedir? Bunlar üzerine ciddi tartışmalar yapılmıyor. Mesela Mehmet Akif İslamcı; ona baktığımızda onda da aynı arzuyu görüyoruz. ?Tekniği alalım ama ahlakını dışarda bırakalım.? Bu nasıl gerçekleşecek, bunun üzerine çok derinlemesine tartışılmış değil. Lakin temel dert; Batı karşısında düştüğümüz çöküntüden bir şekilde kurtulmak.
Bu bir kriz ideolojisidir. Dolayısıyla her şey el yordamıyla düşünülüyor. Mevzuların üzerinde paradigmatik bir düşünce gerçekleşmiyor. Batıdan el yordamıyla devşirilen izlekler üzerinde yürünülmeye çalışılıyor. Ama bir tür acilcilik, bunda da etkili sonuçlara ulaşılmayı engelliyor veya oldukça pahalıya mal edilmesine yol açıyor. Bu da beraberinde birçok yanlışa sebep olabiliyor. Örneğin Abdülhamid İslamcı olarak tanımlanıyor; oysa onun stratejisi temel anlamda İslamcılığa dayanmaz. Tam tersi Abdülhamid İslamcılıkla bir çatışma halindedir. Abdülhamid, İslamcılıktan ziyade hilafetçi bir çizgiyi temsil eder. Hedefi de Osmanlı´yı ayakta tutmaktır. Abdülhamid, devleti maruz kaldığı çöküntüden kurtarabilmek için Halifeliği ideolojik açıdan ?kullanmıştır?. Halifeliği bir misyona dönüştürmüştür ve bu da kendi içerisinde önemli bir şeydir. Abdülhamid, Hilafet şemsiyesi altında Osmanlı modernleşmesini gerçekleştirmeye çalışmış; ama genel anlamıyla muhafazakâr diyebileceğimiz bir kişiliktir. Tabi yaptıkları kendi açısından tutarlıdır. Öte yandan ona yönelik Ulu Hakan ya da Kızıl Sultan yaklaşımları sorunludur ve bu tür tezat tanımlamalar, başta ifade ettiğimiz kutupsal yarılmadan kaynaklanmaktadır.
Abdülhamid muhafazakâr biri; bu açıdan kavramları yerli yerince kullanalım. Bir muhafazakâr modernleşmeci. Mesela şu anki iktidar kendisini muhafazakâr olarak tanımlıyor, İslamcı olarak değil. Eğer bugün Abdülhamid de kendini tanımlıyor olsaydı ?muhafazakâr´ olarak tanımlardı, İslamcı olarak değil.
Tabi Abdülhamid İslami hassasiyetlere fazlasıyla sahipti; ama birinin bu hassasiyetlere sahip olması onu İslamcı kılmaz. İslamcılık daha farklı bir şeydir. İslamcılık bir defa evrensel (ümmetçi) ve devrimci (yenileşmeci) bir tutumdur, Abdülhamid ise temelde ?İmparatorluk uğruna? hareket eder. Ayrıca dönemin İslamcılarıyla arası hoş olmamıştır. İslamcı çizgiyle çok iyi geçinebilmiş değildir. Hatta en sonunda onu tahttan indiren fetvayı hazırlayan kişi de Elmalılı´dır. İslamcıların modernleşme anlayışı ile Abdülhamid´in modernleşme stratejisi de birbirinden farklıdır. İslamcılar bu modernizasyonu entelektüel derinlik açısından ele alırken Abdülhamid bunu kalkınmacı bir politika çerçevesinde ele almaktadır.
Burada da o yarılmayı göz önüne almamız gerekir. Evet, Türkiye´de Kemalizm ciddi bir sorun. Bu sadece Türkiye için değil, tüm İslam âlemi için de ciddi bir sorun. Çünkü Kemalizm seküler, Batılılaşmayı merkeze alan yerel bir ideolojidir. Ama bir model olarak İslam dünyasına dayatılıyor. Bunun üzerine ciddi şekilde düşünmemiz lazım. Öte taraftan Kemalizm baskıcı bir rejimdir, dolayısıyla İslamcılıktan, muhafazakârlığa hatta liberal düşünceye kadar pek çok fikri karşısına almış bir harekettir. Dolaysıyla örneğin Türkiye´de İslamcılık ve muhafazakârlık bu baskıcı rejim karşısında stratejik bir iş birliğine gitmişlerdir.
Öte yandan muhafazakârlığın ve İslamcılığın İslam´a bakışı farklı, Muhafazakârlar son dönemde de hep ifade edildiği gibi, tırnak içinde söylüyorum bunu, kendilerine bir vatan hediye etmiş olan Mustafa Kemal´e karşı bir minnet içindedirler. Öte yandan aynı muhafazakârlar, İslamcıların çok önemsediği bazı meselelerde de çok büyük bir duyarsızlık içindedirler. Örneğin ırkçılık, mezhepçilik, milliyetçilik? Bu konular İslamcılığın en hassas olduğu konulardır ve bunlara karşı ciddi bir şekilde mücadele etmektedirler. Öte yandan muhafazakârların bakış açısı farklıdır; Türkçülüğün, Osmanlıcılığın, bu toprakların kültürünün harmanlandığı bir karışımdır. Bunların üzerinde çok düşünülmez ve sorgulanmaz ayrıca sorgulanması da hoş görülmez.
Türkiye ve Osmanlı ilişkisi üzerinde durmamız gerekir. Ben, Osmanlı Çağı ve Sonrası´nı hazırlarken, bu sorunun cevabı üzerinde on yıl kadar çalıştım. Vardığım kanı ise, bir kopuşun değil, sürekliliğin olduğu yönünde.
Türkiye, Osmanlı modernleşmesini devam ettiren bir ülke; ama bunu tam olarak Osmanlı gibi yapmayan, modernizasyonu daha çok sekülerleştiren bir devlet olmuştur. Öte yandan Abdülhamit´ten Kemalizm´e kadar bu modernleşmeyi sürdüren enstrümanlar aynıdır. Ama 2.Mahmut´tan 2.Abdülhamid´e, Mustafa Kemal´den Recep Tayip Erdoğan´a devam eden daha derin bir Osmanlı modernleşme çizgisi var. Ama şunu hep söylüyorum: Şayet Osmanlı modernleşmesinin yolu İttihatçılar tarafından kesilmeseydi, bugün Türkiye daha olumlu bir noktada olurdu.
İttihatçı darbe modernizasyonun kimyasını bozmuştur; ama bunda İttihatçılar kadar Abdülhamid´in de suçu vardır. Çünkü Abdülhamid geleceğin dünyasını iyi okuyamamıştır. Özgürlüklerin ve temel hakların arttığı bir dünyaya doğru gidildiğini ve bunun önüne geçilemeyeceğini öngörememiştir. Belki de otokrat bir yönetim altında daha hızlı kalkınılabileceğini düşünmüştür. Ama özgürlüklerin de bu modernleşme sürecinin bir parçası olduğunu ve imparatorluğu uzun süre otokrat bir sistem içerisinde bütünlüklü bir biçimde koruyamayacağını hesap edememiştir. Bu nedenle müstebitlikle suçlanan yönetim tarzının İttihatçı darbe ile önünün kesilmesine dolaylı bir biçimde zemin hazırlamıştır. Ona karşı darbeyi gerçekleştirenler, onun kurduğu veya güçlendirdiği modern okullardan mezun olmuş kişilerdir ki Abdülhamid bu okulları güçlendirmek için medreseleri ihmal etmiştir. Dolayısıyla İttihatçılar Abdülhamid´e darbe yapmaya kalktıkları zaman da kendisinin yanında ona destek verecek toplumsal bir kesim de kalmamıştır. Oysa bu süre içerisinde daha yumuşak bir biçimde meşrutiyete geçerek bu sürecin önünü kesebilirdi.
Osmanlı Abdülhamid´e kadar Yeniçeri, ulema ve saray üçlü saç ayağı arasında yönetilen bir dengeye dayanırdı. Gelinen noktada ordunun ve aydınların Batılılaştırılması sonucu bu üç sacayağından ikisi gitmiştir. Abdülhamid sarayı bu sürecin dışında tutmak istemesi ise, bu darbeye dolaylı yoldan sebebiyet vermiştir.
Şu anki iktidarın geldiği noktada İslamcılık da muhafazakârlık da hatta Kemalizm de bu iktidarın bileşenleridir. Ama Kemalizm İslam dünyası için ciddi bir sorun ve bunu aşmak durumundayız. Mesela Kürt sorununun aşılamamasının temel nedeni Kemalist bakış açısından kaynaklanmaktadır.
İslamcılık ise iki yüz yıllık tarihi içerisinde birkaç kez derin dönüşümler geçirmiş olan dinamik bir harekettir. Erbakan ve Erdoğan´ın iktidara gelmesini sağlayan kitle muhafazakâr olsa da, entelektüel lojistiği sağlayan ideoloji İslamcılıktır. O nedenle muhafazakârlıkla İslamcılığı birbirine karıştırmayalım; muhafazakârlığın bu topraklarda kendisine ait bir ideolojisi yoktur. ABD´de olduğu gibi bir muhafazakâr hareket de yoktur. İktidara bunun entelektüel alt yapısını hazırlayan İslamcılık´tır. Tabi ki iktidar cephesinin baskıları altında sesleri çok güçlü bir biçimde çıkmayan veya çıksa da iktidar yanlısı İslamcılarla karıştırılan oldukça ciddi ve nitelikli İslamcı eğilimler de var. Ama bunların kendilerini ifade etme ve örgütlenme açısından çok etkin olduklarını söyleyemeyiz. Özellikle İktidar yanlısı ?İslamcılar?ın psikolojik ve sosyolojik (hatta siyasal) baskısı, bu eğilimlerin sesinin duyulmasını şimdilik engellese de, gelecek açısından bu gibi eğilimlere oldukça fazla ihtiyacımız bulunmakta.
Ak Parti iktidarı sonsuza kadar var olamayacak. Bu yüzden bugün İslamcılar bir siyasal partinin sonrasına da bir şeyler bırakmak zorundadır.
İslamcılık her zaman eleştirel ve fikri bir hareket olduğundan, geleceğe dair düşünsel ve ameli hazırlığını behemehâl sürdürmesi gerekir. Geçmişe baktığımızda İslamcılığın 200 yıllık bir iktidar eleştirisine sahip olduğunu görüyoruz. Çünkü büyük ölçüde muhalefette kaldılar; ama bu süreç içerisinde de eleştiri sonrasına dair çok fazla bir şey düşünülmedi. Yani mesela ?nasıl yöneteceksin?? sorusuna dair bir cevap yok. Bin yıl öncesine ait siyasetnamelerden hareketle bugünkü toplumu yönetemezsiniz. Bu kadar ciddi bir ideolojiye sahip İslamcılığın siyasete dair söyleyeceği şeylerin ne olduğunu somutlaştırması gerekir. Bu sadece Türkiye özelinde değil; İran, Tunus, Pakistan vs. birçok ülkede İslamcılar kenarından kıyısından iktidara geldi. Lakin yaptıkları ve ortaya koydukları şeyleri tümüyle savunamıyoruz; çünkü bizim idealize etmek istediğimiz ve yapmak istediğimiz bunlardı, diyemiyoruz.
Peki, neden diyemiyoruz? O zaman mevcut iktidar tecrübelerini de göz önüne alarak her şeyi yeniden düşünmemiz gerekir. Bu tecrübelere Batı dünyası da dahildir elbette. ve bu konuda kompleksli yaklaşımları artık bir kenara koyarak en uygun ve en iyiye nasıl ulaşabiliriz üzerinde kafa yormamız gerekli. Çok şükür ki Müslümanlar, kapitalizm karşısında her şeye rağmen ayakta kaldı. Bu bize büyük bir umut bahşetti, peki ama bunun karşısında biz dünyaya nasıl bir umut baheşedeceğiz? Bunun üzerinde biz İslamcılar kafa yormamız gerekiyor.
Son otuz yıl içerisinde, Misak-ı Milli sınırlarının ötesini düşünmediğimiz bir noktadan tüm dünyayı düşünebileceğimiz bir noktaya geldik. Geldik tamam da bu dünyaya ne söyleyeceğiz? Kapitalizmin yerine insanlara ne vadedeceğiz? Daha insani daha adil daha eşitlikçi bir dünya nasıl olacak, farklılıkları bir arada nasıl yaşatacağız; kendi ülkemizdeki Kürtler ile bir uzlaşma noktasına gelmeden daha iyi bir dünya umudunu nasıl diri tutacağız? Bunlar üzerinde biz İslamcılar artık ciddi şekilde kafa yormamız gerekiyor.
Kendimizi bir siyasal partiye angaje edip, ilanihaye onun çizdiği sınırlar içerisinde kalarak dünyaya bakamayız. Sonuçta siyasal partiler tikel, yerel ve milli oluşumlardır. Lakin biz Müslümanlar kendimizi yerel ve milli olmakla sınırlayamayız; bize bundan daha ötesi lazım. Bize gerek tarihsel gerekse küresel olarak bunun daha ötesi lazım. Biz kendimizi bu şekilde sınırladığımız zaman farkına varmadan ölüme doğru gidiyoruz. Siyasal parti iktidardan düşebilir; ama bizim düşebileceğimiz bir yerimiz olmadığı gibi, düşmeye de hakkımız yoktur.
Düşünce Mektebi