Ulusalcılık nasıl resmi ideoloji oldu?

Yıldıray Oğur'un yeni yazısı;

Ulusalcılık nasıl resmi ideoloji oldu?

 

 

Dün KKTC, Cumhurbaşkanı’nı seçmek için sandık başına gitti. Pandemi yüzünden katılım oranının ülke tarihinin en düşük düzeyi olan yüzde 50'nin biraz üzerinde kaldığı seçimlerde yarışan rekor sayıdaki 11 adaydan hiçbiri ilk turda yüzde 50’yi geçemedi.

Önümüzdeki Pazar günü yapılacak ikinci turda yüzde 32 ile seçimi birinci sırada bitiren Ankara’nın açıktan desteklediği Ulusal Birlik Partisi genel başkanı ve Başbakan Ersin Tatar ile yüzde 30 oy alan mevcut cumhurbaşkanı Musfafa Akıncı yarışacak. 

Sonucu, yüzde 22 oy alan Tufan Erhülman liderliğindeki sosyal demokrat Cumhuriyetçi Türk Partisi’nin tavrı belirleyecek. Seçimin ardından açıklama yapan CTP liderinin verdiği “kutuplaşma” karşıtı mesajlar seçmenlerini serbest bırakacaklarının bir sinyali olabilir ama geleneksel olarak CTP seçmeninin oyu Akıncı’ya gidecektir. 

Türkiye’nin açık müdahalesi ve kimseye haber verilmeden alınan Maraş kararı nedeniyle UBP ile koalisyon hükümetini bitiren Halkın Partisi’nin adayı ve Dışişleri Bakanı Kudret Özersay ve yine Türkiye’nin müdahalesine karşı sert açıklamalar yapan Serdar Denktaş’a giden yüzde 10 sağ oyun da Tatar’a gideceği kesin değil. 

Türkiye’nin seçime açık müdahalesi Kıbrıs’ta, YSK’nin seçim iptali kararının İstanbul seçimine etkisi gibi bir sonuç doğurabilir.

Aslında Türkiye her zaman KKTC iç siyasetine ve seçimlerine karıştı. Ama bu kadar aleni bir müdahalenin pek bir örneği yok.  

Doğrudan Cumhurbaşkanı yardımcısının danışmanı koordinatörlüğünde Türkiye’den Tatar’a reklamcılar gönderildi.

Seçime bir hafta kala Başbakan Tatar, Ankara’da Beştepe’de Cumhurbaşkanı Erdoğan’la tamir edilen boru hattını açtı, Maraş sahilinin açılacağı müjdesini verdi. Seçim için rengini açıkça belli ederken, Türkiye Cumhurbaşkanı’nın muhatabının KKTC Cumhurbaşkanı olması gibi diplomatik kurullara bile takılmadı Ankara.

KKTC Seçim Kurulu kurallarına göre seçime bir hafta kala adayların resmi açılış yapması yasak. Tatar bu yasağı Ankara’da delmiş oldu.

Ama daha mühimi, bir süredir çalışmaların sürdüğü Maraş’la ilgili açıklanan karardan KKTC Cumhurbaşkanı’nın, Meclisi’nin, koalisyon ortağının, hatta Maraş’ın açılması çalışmalarını yürüten KKTC Dışişleri Bakanı’nın bile haberi olmadığı ortaya çıktı. Bu yüzden KKTC’deki koalisyon hükümeti yıkıldı. Hatta Dışişleri Bakanı Özersay’ın anlattığına göre Başbakan Tatar’ın bile bir kaç saat öncesine kadar Maraş açıklamasından tam haberi yoktu.

Ama Ankara’nın rengini bu açık belli ettiği KKTC seçimlerinin bir örneği daha var. 

16 yıl önceki Annan Planı Referandumu.  

AK Parti iktidarının Annan Planı’na açık desteği ve teşvikiyle referandumunda Denktaş gibi tarihi bir figüre karşı sandıktan yüzde 65 “Evet” çıkmıştı.

O günlerde Ankara, şimdi “vatan haini” ilan edilen Mustafa Akıncı ile de aynı saftaydı. 

Tuhaflık da zaten burada başlıyor.

Akıncı, bugün iktidar çevrelerinden Maraş sahilinin açılması kararından rahatsızlık duyduğu (Nasıl duymasın Cumhurbaşkanı olarak kararı televizyondan öğrendi) ve arşivlerden çıkarılan 2017’de bir röportajda söylediği "Kıbrıs'ta çözüm topraklarımızdan bir kısmını Rumlara geri vermeliyiz" sözleri yüzünden yerden yere vuruluyor. 

AK Partili siyasetçiler, yakın gazeteciler en kibar ifadelerle Akıncı’yı Rumların adamı olmakla, kanla sulanmış vatan topraklarını peşkeş çekmekle, milli olmamakla suçluyorlar.

Rumların adamı olmakla suçlanan Akıncı, şimdi Rum tarafında kalan Limasol’da doğduğu toprakları terk etmek zorunda kalmış, 1973’de ODTÜ Mimarlık’tan mezun olduktan sonra geldiği adada 74 harekatı sırasında Lefkoşe Dereboyu’nda mücahitlerle birlikte mücadele etmiş, 1976’da 28 yaşında Lefkoşe’nin belediye başkanı seçilmiş, hayatı Kıbrıs sorunu içinde geçmiş bir siyasetçi.

Peki, Akıncı’yı Kıbrıs’ta çözüm için topraklarımızdan bir kısmını Rumlara vermeliyiz dediği için kansızlıkla, vatan hainliğiyle suçlayanlar AK Parti’nin mimarı olduğu, hararetle savunduğu Annan planında Maraş, Erenköy ve ara bölgenin 100 gün, 30’a yakın yerleşim biriminin de 6 aydan 3 yıla kadar  bir süre içinde Rumlara verildiğini hatırlamıyor mu?

Planda 60 bin Rum’un da KKTC tarafındaki evlerine geri dönmesine karar verilmişti. Tabii bunun karşılığında Türk tarafı da adanın yönetiminde eşit söz hakkı, toprak ve geri dönüş hakları alıyordu.

Çözüm karşılığı toprak teklifi ilk defa da Annan Planı’nda yapılmadı.

Annan Planı’na şiddetle karşı çıkan Rauf Denktaş da defalarca çözüm masasına sunduğu tekliflerde Maraş’ın Rumlara bırakılmasını teklif etmişti.

Arşivden bir kaç haber okuyalım:

“KKTC Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş, BM Genel Sekreteri Kofi Annan'a mektup göndererek, Lefkoşa uluslararası havaalanının iki toplumun kullanımına açılması karşılığında kapalı bölge Maraş'ı BM kontrolünde Rumlara vermeye hazır olduklarını bildirdi.” (12 Temmuz 2003)

https://www.yenisafak.com/gundem/denktas-marasi-rumlara-verelim-2707441

“Cumhurbaşkanı Denktaş, 2 Nisan'da Kıbrıs Rum tarafına 6 maddeden oluşan güven artırıcı önerilerini sundu. Öneri, Kıbrıs'ın her iki tarafına uygulanan her türlü kısıtlamaların karşılıklı olarak kaldırılmasını, Maraş'ın yeniden iskana açılması için Rumlara verilmesini...” (2 Nisan 2003)

https://www.hurriyet.com.tr/gundem/uzun-baris-maratonunun-oykusu-38597076

Hatta Kıbrıs Barış Harekatı sırasında Maraş, müzakere masasında taviz olarak verilmek üzere alınmıştı.

Bunu bizzat Kıbrıs Barış Harekatı’nın Kara Kuvvetleri Kurmay Başkanı olan Kenan Evren “Veririz diye fazla toprak aldık” diyerek açıklamıştı:

https://www.hurriyet.com.tr/gundem/veririz-diye-fazla-toprak-aldik-38432173

‘‘Hatta bizim planımızda Maraş yoktu, ama Maraş da boşalmış bir vaziyetteydi. 'Ne yapalım Maraş'ı?' dediler. 'Girin' dendi. Hatta yanlışlıkla İngilizler'in üssüne de girdiler, sonra geri çekildiler 'İlerde masaya oturulduğu zaman toprak tavizlerine vermek zorunda kalabiliriz, işte burada da tavizi verebiliriz' denildi. O zamanın hükümetinin kararı buydu. Sayın Ecevit başbakan olduğu bir dönemde, bu karar, bize Başbakanlık'tan intikal etti. Onun için ben toprak konusunda katı değilim. Ben birkaç defa Sayın Denktaş ile bu müzakereler sırasında görüştüm. 'Sayın Denktaş sizin için önemli olan toprak mı yoksa Kuzey Kıbrıs Türk halkının anayasal güvenceleri mi? Herhalde anayasal güvence topraktan daha mühim olması gerek' dedim. 'Evet, O halde topraktan feragat edelim mi?' dedi. 1982 senesiydi zannediyorum. BM Genel Sekreterliği'nin koordinatörlüğünde Rum ve Türk tarafı temsilcileri, yani Denktaş'la, o zamanki Güney Kıbrıs Cumhurbaşkanı konuşmalar yapıyorlardı New York'ta. Biz 'Yüzde 30'a kadar toprak tavizinde bulunabiliriz' dedik. Fakat karşı taraf daha fazla toprak istedi...” 

Başbakan Erdoğan da toprak konusunda Akıncı’dan farklı düşünmüyordu. 

Dün sosyal medyada dolaştırılan haber bunun sadece bir örneği. 

2004 yılında Harvard Üniversitesi’nde  katıldığı bir konferansta Erdoğan, ''Kıbrıs konusunun çözümünde adadan karşı tarafa toprak verilecek mi?'' sorusuna net bir yanıt vermişti: 

"Kıbrıs konusunda arkadaşımızın sorusu, oradan 1 metre toprak verecek misiniz? Adanın şu an yüzde 36'sı KKTC'nin yaşam alanıdır. Belli bir oranda bu tür toprağı verebiliriz. Biz garantör ülke olarak tavsiye ederiz, KKTC bu yaklaşımı gösterir. Buranın çözüme kavuşturulması çok çok daha önemlidir.”

https://www.hurriyet.com.tr/gundem/erdogan-kibrista-belli-oranda-toprak-verebiliriz-199667

Zaten bu açık, pragmatik bakış açısıyla Kıbrıs’ta yılların statükosuna karşı çıkarak Annan Planı noktasına gelmişti AK Parti iktidarı. 

Milli dava Kıbrıs’taki bu yeni barış ve çözüm vizyonu, AK Parti’nin 2002’de iktidara gelmesinden sonra statükoya, Ankara’daki askeri sivil bürokrasiye karşı da ilk karşı çıkışıydı.

Sivilleşme adımları, çözüm süreçleri, başörtüsü yasağına karşı yapılanlar sonradır. 

AK Parti, ilk kez askerler ve onlara yakın kesimlerle Kıbrıs meselesi üzerinden karşı karşıya geldi. 

AK Parti’ye karşı askerlerin ilk muhtıra gibi açıklamalarını, “genç subaylar rahatsız” haberlerini, Ankara’da ATO’da düzenlenen kuvvet komutanlarının katıldığı meydan okuyan toplantıları, Denktaş’ın danışmanı olarak Kıbrıs görüşmelerine katılan Mümtaz Soysal’ın görüşmelerin tıkandığı bir anda etrafındaki gazetecilere “birazdan askerler muhtıra verecek” dediği türden girişimleri, daha sonra günlüklerle ortaya çıkan ordu içindeki hazırlıkları tetikleyen de Kıbrıs’ta AK Parti iktidarının statükoya karşı çıkarak, Annan Planı’nı  desteklemesi olmuştu.

Türkiye’de AK Parti’ye karşı ulusalcı bir dalganın yükselmesinin motoru da Kıbrıs’taki gelişmelerdi.

Bugün AK Partililerin Mustafa Akıncı’ya söylediklerinin aynılarını o günlerde ulusalcılar, CHP’liler Erdoğan’a ve Gül’e karşı söylüyordu. 

Tabii ki Rum tarafının Annan Planı’na hayır demesi, buna rağmen AB’ye alınması, Kıbrıslı Türklerin çözüme evet dedikleri için cezalandırılmış olması Kıbrıs’la ilgili perspektifi değiştirmiş olabilir.

Ama bu, 16 yıl önce kendisine karşı söylenen bütün ulusalcı argümanları virgülüne dokunmadan bu kadar sahiplenmeyi herhalde açıklamaz.

Hatta sahiplenmek tabiri, AK Parti çevrelerinden Akıncı’ya yöneltilen “vatan hainliği”, “Rum’un adamı” suçlamalarının  lümpenliğini açıklamaya yetmiyor.

Daha dün Rum kesiminin en fanatik, ırkçı grubu Rum Ulusal Halk Cephesi ELAM taraftarı bir grubun Maraş sahilinin açılmasını protesto için ellerinde Yunan bayrakları ve meşalelerle Derinya sınır kapısına saldırması bile Akıncı’nın ikinci tura kalmasına için sevinen, bundan cesaret alan Rumların sevinç gösterisi diye haber yapılabildi. 

https://www.yenisafak.com/video-galeri/dunya/rumlardan-kktcde-alcak-provokasyon-marasa-girmeye-kalkip-yangin-cikardilar-2211054

Aslında Kıbrıs bundan 16 yıl önce olduğu gibi sadece bir sembol.

Bundan 16 yıl önce AK Parti iktidarının statüko karşıtı değişimci siyasetinin ilk başladığı yer olması açısından sembolik değeri vardı. 

16 yıl sonra da ulusalcı tezlerin iktidara ve Türkiye’ye ne kadar hakim hale geldiğini göstermesi açısından sembolik değeri var.

Bugün sadece Kıbrıs konusunda değil, bütün dış politika başlıklarında, iç politikadaki Kürt meselesi, tarikatlar gibi kritik konularda herhangi bir televizyonu açtığınızda karşınızda farklı fikirleri savunuyormuş gibi oturtulmuş ama aynı fikirleri savunan insanlardan fazlasını göremezsiniz.

Artık bu konularda resmi söylemden farklı düşünenler ana akım kanallarda temsil dahi edilemiyor. 

Bugün bir televizyon tartışmasında yakın zamanlara kadar AK Parti iktidarının resmi söylemi olan Annan Planı’nı, Kıbrıs’ta çözümü savunan, Kürt Sorunu diyerek çözüm sürecini isteyen, bizzat Erdoğan’ın özür dilediği Dersim Katliamı’ndan, Türkiye’nin taziye yayınladığı 1915’den resmi söylem sınırları dışında bahseden biri muhtemelen diğer bütün katılımcılar tarafından linç edilir. 

Daha önceki akşam muhalefet kontejanından televizyona çıkarılan bir anket şirketi sahibi, CHP il başkanına 1915 ile ilgili anma tweeti, Atatürk değil de Gazi Mustafa Kemal dediği için avazı çıktığı kadar bağırıyordu. Aynı programda AK Partiyi temsil eden isimler de onun bu milli duruşunu takdir ediyordu.

Başka bir ekranda ise Cübbeli Ahmet Hoca, tarikatları konuşan hazirunun takdirini Atatürk’ü eleştirmenin caiz olmadığı fetvasıyla kazanmaya çalışıyordu. 

Bugün artık Türkiye’de kamusal alanda özgürlükçü, liberal değerleri savunmak, bazı dış politika konularında Türkiye’nin haksız olduğunu söyleyebilmek, tarihimizde Atalarımızın günahlarından, yanlışlarından bahsedilmek cesaret istiyor.

Dış politikada tek makbul analiz ülkelerin dostları yoktur çıkarları vardır demek. 

NATO ittifakı ve AB adaylığından yana konuşmak şüphe çekmek için yeterli.  

Rusya ve Çin’le dostluğu savunmak ise vatanseverliğin nişanesi. 

Sadece yurtdışında okumak, bir yabancı burs almış olmak damgalanmanıza neden olabilir.

Bir sivil toplum kuruluşunda çalışmak, üstüne bir de o STK’nın AB’den fon almış olması ise iddianamelerde aleyhinize suç delili olarak kullanılabilir. 

Sosyal medyada her gün önümüzden binlerce kez paylaşılan, “teşekkürler hocam” diye övgülere boğulan Yahudilik, masonluk, kripto Ermenilik üzerine aleni ırkçı floodlar akıyor. 

İstanbul Belediye Başkanı’na Pontus, Yunan, Rum demek ise adiyattan bir mesele haline gelmiş durumda. 

2000’li yıllarda bir ulusalcının hayallerini süsleyen bir Türkiye’de yaşıyoruz. 

2000’lerin başlarından itibaren büyük puntolu, bol fotolu kitaplarda, büyük harfli email mesajlarında, Facebook gönderilerinde yazılanlar artık ciddi mecralarda dillendiriliyor. 

Demokrasinin fazlalığından, hala konuşturulan liberallerden, Yetmez ama evetçilerden şikayet etseler de emekli subayların rüya ülkesi olduk. 

Ve bu hayali gerçekleştirenler de laik ulusalcılar değil. 

İktidar, 90’lı yıllardan itibaren demokrasi, özgürlük, dünyaya açıklık gibi değerlerle dönüşen muhafazakarları, pragmatik tercihleri, propaganda makinesiyle lümpen bir ulusalcılığa doğru sürükledi.

Ulusalcılık, kendine en büyük düşman olarak bellediği, 40 hikayesinin 40’ı da armut üzerine olan ayı misali 40 komplo teorisinin 40’ı da üzerine olan AK Parti iktidarında ülkenin resmi ideolojisi haline geldi.

Artık, AK Parti iktidarında “yerli ve milli” diye kendini tescil ettirmeden muhalefet etmek bile sakıncalı. 

Böyle olunca da hala 2000’li yılların Türkiye’si gibi yaşayan “yavruvatan” da yanı başımızda farklı fikirlerdeki insanların yüksek sesle konuşabildiği, hükümetlerin yıkılıp, gazetelerin özgür yayın yapabildiği, çözüm için taviz vermekten, müzakere etmekten bahsedilebilen bir demokrasi adası gibi kaldı.

Galiba buradan Kıbrıs’a bakıldığında bu kadar öfke yaratan da bu...