Ulus devletin metafizik prangaları

Merhum yazar ve düşünür Akif Emrenin, konu ile ilgili olarak, daha önce kaleme almış olduğu yazı...

Ulus devletin metafizik prangaları

Türkiye'nin emperyal tavizlere zorlanması, himayeye muhtaç sınırlarını her an, potansiyel olarak, zorlayacak olmasındandır. Osmanlı'nın tarih sahnesinden çekilmesinden beri emperyal denetim altında ve stratejik anlamda olağan şüpheli konumunda gözaltında tutuldu. Türkiye kendi potansiyelinden vazgeçse, hatırlamasa da tarihinin, coğrafyasının anlamını daha iyi fark edenler ona olağan şüpheli gözüyle baktılar. Tarihin anlamını bilmeyen küresel güç olamaz çünkü.

Türkiye adeta ayağı prangalı olarak Batı uygarlığına eklemlendi. Ne tam anlamıyla bu uygarlığa dahil olmasına izin verildi ne de kendi uygarlığına dönmesine imkan tanındı. Bunun tipik tezahürü Avrupa Birliği macerasıdır.

Ne var ki, resmi Türkiye her zaman prangalı da olsa Batı uygarlık kulübünde bulunmayı benimsedi. Prangalarının yük olmaya başladığını hissettiği an bağımlılığını hatırlatacak uygulamalar, planlar devreye sokulacaktı.

Elbette her olumsuzluk dış güçler efsanesi ile açıklanamazdı. Ne var ki, temel bağımlılık hali emperyal bir kuşatmanın sonucuydu son kertede.

Bağımlılık teorileri, emperyal ilişkiler fikri, en azından işleyişiyle, yeni boyutlar kazandı. Bu yeni boyut küresel kapitalizmin, “yeni emperyalizm” 

olgusunun aşamalarından bağımsız değil. Küresel şirketlerin küresel devletleri bile aşmaya başladığı süreç, kapitalizmin ulus devletle geliştirdiği yeni ilişki biçimi anlaşılmadan bağımlılık-egemenlik konusu anlaşılamaz.

Tarihin, kültürün, uygarlığın belki daha etkin olarak belirleyici olduğu ama ekonomik çıkar ve taleplerin aldığı yeni şeklin anlaşılmadığı sürece de daha farklı ve daha derin prangaların zihnimize geçirildiği bir dönemdeyiz.

Bir zamanlar “Modernleşme kuramları”nın İslam dünyası için laboratuvar ülkesi olarak örnek gösterilen Türkiye, yeni bir modelleme ile karşılaştı. Küresel kapitalizme entegre olarak, modernliğin teslim almadığı Ortadoğu'ya tüketim toplumu olarak öncülük etmesi... Bunun sosyo-ekonomik karşılığı ise ilk bakışta hayli cezbedici idi. Tıpkı modernleşme kuramcılarının çağdaşlaştırma girişimleri gibi...

Küreselleşmenin kültürel, ekonomik, sosyal biçimlendirici modellemelerinin her anlamda pratiğe geçirildiği bir dönemden geçtik, geçiyoruz. Bunun anlamı, muhtemelen Türkiye'nin kendine yeter olduğu ve gerçekten kendi olarak ayakta durduğu yanılsamasıdır.

Küresel imkânları yerli potansiyelle birleştirecek zihniyet, kültürel birikim ve tarihsel deneyim çok az ülkede vardır. Bunu gerçekleştirebilme yeteneği ise stratejik akıl ve uzun zamana yayılmış planlamayla olabilir. Japonya örneğinden bahsetmiyorum elbette. Bu ülke, teknolojik imkânlarla tüketim toplumuna entegre olmuş, içi boşaltılmış bir doğulu olmaya razı edildi. Çin derin kültür ve medeniyetini bastırarak kapitalizme entegre olmayı tercih etti. Batılılar Çin'in her an bu prangalarını parçalayacağı endişesindeler.

Türkiye ise hafızası silinmek istense de geçmişi o kadar taze ki her an kendi varoluş şartını hatırlama imkânına sahip. Ne var ki, küresel kapitalizmin açtığı imkanın bir tuzak, yeni zamanlara özgü bir pranga olup olmadığını doğru okuyup okuyamamasına bağlı. Bağımlılık ilişkisinin tüketim ve neo-liberal politikalarla gerçekleştiği bu koşullarda en büyük yanılsama, bunun bağımsız ve iradi bir gelişme olduğu sanısına kapılmasıdır. AB süreci ve neo-liberal çağın eşiğinden adım atma sürecini iyi analiz edilebilseydi Türkiye'deki muhafazakârlar, neyin yanılsama neyin gerçek ve de neyin potansiyelden ibaret olduğunu görebilirlerdi.

Yaşamakta olduğumuz süreç zaman zaman anakronizme düşerek de olsa tarihle temasın gerçeklik yerine ikame edilmesidir. İyi niyetin gerçekliğe dönüşmesi, ekonomik imkan olarak yansıyan küresel entegrasyonun iyi analiz edilmesi, dahası bunu aşacak maddi imkânların, fiziki şartların kendi elimizle gerçeğe dönüşmesi gerekirdi.

Hamasetle gerçeklik, entegrasyonla bağımsız irade arasındaki çelişkilerin doğru okunamadığı ve bu nedenle hak etmediğimiz darbeleri yemek durumunda kaldığımız süreçlerden geçiyoruz. Türkiye'nin herhangi bir ülke olmaması, maddi ve tarihi şartları itibariyle özgünlüğe sahip olması, küresel entegrasyonun yok sayılması anlamına hiç gelmiyor. Üstelik yeni dönemde sahte hedefler, sahte düşmanlar ve misyonlar yüklenmiş söylemin akıl sahiplerine hakim olması gibi bir tehlike de var.

Devlete anlam veren muhtevanın boşalmasını görmezden gelerek mistik anlamlandırmanın yüklenmesi yapılacak en büyük hatadır. Resmi Türkiye'nin ideolojik ve uygarlık perspektifini/yönelimini yok sayarak anlam yüklemek ve bunun karşıtı sayılan her şeyi de düşmanlaştırmak bu ülkeye de, bölgeye de yapılacak en büyük zarardır.

Türkiye'nin bir NATO üyesi olması, AB önünde sıra bekleyen aday konumu, Batı ile ilişkileri yok sayılarak; metafizik misyon yükleme dozajı her geçen gün artıyor ve yayılıyor. Bunca genellemeyi somutlaştırırsak; Kürecik'te radar üslerine hangi şartlarda izin verildiği ile İncirlik'in koalisyona açılması “taviz”lerinin neye işaret ettiğini hatırlamakta yarar var.