karar.com'dan akadmisyen yazar Alalattin Karaca yazdı;
Özellikle bizim gibi çok dinli, çok dilli ve çok uluslu ‘imparatorluk’ların ulus-devlete geçişi sancılı olmuştur. Çünkü kültürün; tarihin, vatanın, milletin sil baştan yeniden tanımlanması gerekir. Zygmunt Bauman “Parçalanmış Hayat”ta (Çev. İsmail Türkmen, Ayrıntı Yay., 2018) hem bu ‘inşâ’ sürecini özetler, hem de devlet-kültür-entelektüel ilişkileri üzerinde durur. Tespitleri ulus-devlete geçiş sürecindeki Türkiye için de geçerlidir.
Ulus-devlete geçişte ilkin dile dair çalışmalar dikkati çeker. Bu bağlamda halkın konuştuğu farklı diller, şiveler ve ağızlar, “yerel lehçe” ilân edilir ve yerine ulusal dilin tek ‘standart’ versiyonu konulur (s. 317). 1908’den sonra Osmanlı Türkçesi de bu süreçten geçti, Ziya Gökalp’ın önderliğindeki Millî Edebiyat Hareketi, bir yandan Osmanlı Türkçesindeki ‘imparatorluğa özgü çok uluslu kelime hazinesi’ni ayıklarken, bir yandan da yerel ağız ve şivelerin yerine Türkçe’nin tek standart versiyonunun İstanbul Türkçesi olduğunu ilân etti.
Bauman, bu süreçte ayrıca “farklı grup bellekleri”nin bastırıldığını, bunun yerine ortak ulusal mirasın korunmasını hedefleyen “tek bir tarihsel müfredat kondu[ğunu]” (s. 317) söyler. Ernest Renan’ın dediği gibi ulus olmanın gereklerinden biri unutmadır. Farklı azınlıklar, ulus-devlete unutarak dahil olurlar. Türkiye de böyle bir süreçten geçmiştir. Unutmak ve birleşmek, ancak ortak bir tarih müfredatıyla sağlanabilirdi. Nitekim M. Turhan Tan, Abdullah Ziya Kozanoğlu, Ziya Şakir, Nizamettin Nazif Tepedelenlioğlu, Ragıp Şevki Yeşim, Murat Sertoğlu vb. yazarlar, söz konusu müfredatın edebiyattaki inşacı yazarlarıydı.
Sonra Bauman’ın deyişiyle; “Komünal gelenekler, töreler, bayramlar ve ritüeller, cehalet ve ön yargının kalıntıları olarak yeniden tanımlan[ır] ve yerlerine tekil bir ulusal bayramlar takvimi…” (s. 318) yerleştirilir. Dünyada ve bizde ulus-devlete geçişte bu inşâ süreci yaşanmıştır. Bunlar biliniyor.
Asıl vurgulamak istediğim “ulusun ruhanî liderleri” ya da “ulusal mirasın bekçileri” olarak yeniden tanımlanan entelektüellerin bu süreçlerde devletin yanı başında konumlanmalarıdır. Aydının ulus-devlete geçiş sürecindeki konumu bizde de aynıdır. Örneğin Namık Kemal’in “Osmanlılığı” savunması devrin şartları gereğiydi; ama ulus-devlet sürecinde aydının konumu yeniden tanımlandı ve aydınlar bu kez de kitleyi-halkı uluslaştırma/ çağdaşlaştırma görevini üstlendi. Nitekim Yakup Kadri’nin “Yaban”ındaki Ahmet Celâl, Halide Edip’in “Vurup Kahbeye”sindeki Âliye öğretmen bunun edebiyattaki en tanınmış örnekleridir. Burada Namık Kemal ile Yakup Kadri, birbirine zıt gibi görünebilir. Doğrudur, ama aralarındaki fark, ilkinin ‘imparatorluğun ruhâni lideri” ikincisinin ise “ulusun ruhânî lideri” olmasıdır. Sonuçta her ikisi de inşacıdır, ruhanî liderdir, devletle aydının ve kültürün ne kadar iç içe olduğunu gösterir. Kısaca söz konusu süreçlerde devlet-kültür ve aydın iç içedir.
Buraya kadar her şey normal! Türk aydını da –edebiyatın genel çizgisi de- ulus-devlet sürecinde Bauman’ın tespitlerine uyuyor. Ama Bauman, “ulus-devletlerin otoritesi iyice yerleştikten sonra” devlet-aydın, devlet-kültür ilişkilerinde büyük bir gevşeme olduğunu, dolayısıyla aydınların konumunda da bir kayma meydana geldiğini; örneğin devletin kültürel aktör olarak etkin rol oynadığı Fransa’da bile “kültürel alternatiflerden birini öbürüne tercih etmekten dikkatle kaçın[dığını]…” (s. 318) söylüyor. Aslında devletin kültürden olabildiğince elini çekmesi büyük bir değişim. Artık kültürel yaratım, seçim ve kontrol, giderek devletin, hatta devletle iç içe olan entelektüellerin elinden çıkıp piyasanın eline geçiyor.
Muhafazakârların henüz bu değişimi kavrayamadığını düşünüyorum…