Ülkeyi paylaşmak zorundayım... Ülkeyi paylaşmak zorundasın...

Yıldıray Oğur (yildirayogur@karar.com)'ın Yazısı;

Ülkeyi paylaşmak zorundayım... Ülkeyi paylaşmak zorundasın...

 

Önce yeni başlayanlar için kısa bir özet. Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş, geçen Cuma günü Hacı Bayram Camii’nde kıldırdığı temsili Cuma namazında irad ettiği hutbede konuyu sağlığa, koronavirüs salgınına getirdi, “Bu bağlamda şu müşahhas örnekler üzerinden tüm dünyaya çağrıda bulunmak istiyorum” diyerek bir dizi çağrı yaptı. 

Önce “Ey insanlar! Geliniz, taharete önem verelim. Bu ve benzeri virüslerin sebebinin pislik ve kirlilik olduğu bilimsel olarak ispatlanmıştır” dedi.

Sonra “Koronavirüs kapma riski 14 kat daha fazla olan bir sigara içicisi sadece kendisi değil, daha kaç kişiye bulaştıracağı belli değil bu virüsü. Gelin, İslam’a göre haram olan sigara ile topyekûn mücadele edelim” diye devam etti.

Ardından da yine “Ey İnsanlar” diye başlayarak o tartışılan sözleri söyledi: 

“İslam zinayı en büyük haramlardan kabul ediyor. Lûtîliği, Eşcinselliği lanetliyor. Nedir bunun hikmeti. Hastalıkları
beraberinde getirmesi ve nesli çürütmesi. Yılda yüzbinlerce insan gayri meşru ve nikâhsız hayatın İslami literatürdeki ismi zina olan bu büyük haramın sebep olduğu Hiv virüsüne maruz kalıyor. Geliniz, bu tür kötülüklerden insanları korumak için birlikte mücadele edelim.”

Diyanet daha önce de yayınladığı çeşitli fetvalarda eşcinselliğin sapkınlık olduğunu söylemişti. Ama herhalde ilk kez doğrudan bir Diyanet işleri Başkanı’nın ağzından ve bir Cuma hutbesinde eşcinselliğin lanetlendiğini, hastalıklara neden olup nesli çürüttüğünü duyduk. 

 Bu sözlere Ankara Barosu ise şöyle bir cevap verdi: 

“Şaşkınlığımız; sesi çağlar öncesinden gelen bu şahsın, bir devlet kurumunun başında oturup söylemini kutsal sayılan değerler üzerine inşa ederek halkı kin ve düşmanlığa tahrik etmesindeki kan kokan cüreti sebebiyledir. Aldığımız ibretse, anılan şahsın içinde bulunduğu takvim yılında yaşamasına rağmen bundan sekiz-dokuz nesil önceki büyükleriyle aynı zihinsel ve dogmatik sınırlara sahip olmak için insan onuruna karşı gösterdiği büyük direnişten kaynaklanmaktadır. Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş’ın deprem...halen görevde kalması durumunda, sonraki konuşmasında halkı ellerinde meşalelerle meydanlarda cadı diye kadın yakmaya davet etmesi kimseyi şaşırtmamalıdır.”

Siyasetçiler devreye girip, baroyu kınayan, Diyanet İşleri Başkanı’na sahip çıkan açıklamalar yaptılar. 

Sonra Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı, Ankara Barosu hakkında “halkın bir kesimin benimsediği dini değerleri aşağıladığı” iddiasıyla soruşturma başlattı. 

Baroya cevap veren Diyanet İşleri Başkanlığı Hukuk Müşaviri “Çok yüzsüzsünüz çok... Bu millete, inanç ve değerlerine yabancısınız, hatta düşmansınız... Bunu biliyoruz da, pervasızlığınıza ve cesaretinize anlam veremiyoruz! Sahi, bu gücü nereden alıyorsunuz? Kimin maşasısınız? Size ne vaad etti ağa babalarınız? Meydan boş değil, bunu bilin ! Hani denilmişti ya: Bu memlekette namuslular da en az namussuzlar kadar cesur olmalıdır!” dedi.

Yani karşımızda sekizde sekiz kusurlulukta herkesin birbiriyle yarıştığı zincirleme bir Türkiye kazası var.

O yüzden frene basıp bu enkaza çarpmamakta fayda var

Milyonların aylardır evinde oturduğu, camilerin kapandığı her gün binlerce kişinin virüs kapıp, 100’e yakın insanın hayatını kaybettiği bir salgının ortasında, bugüne kadar hiç tecrübe edilmemiş bir Ramazan’ın başlangıcında Cuma namazı için boş bir camide  minbere çıkan Diyanet İşleri Başkanı, Ramazan havasına uygun, herkesi kucaklayan bir hutbe yerine, virüsü eşcinselliğe, hastalıklara, AIDS’e bağlayan belli ki polemik yaratacak bir hutbeyi tercih etti.

Tabii ki ondan Papa gibi ‘yoksul ülkelerin borçlarını silelim, dünyada çatışmaları durduralım, hükümetler bencillikten vazgeçsin’ demesini ya da salgında işsiz kalanlar için devleti göreve çağırmasını beklemiyorduk.

Sonuçta tarihi boyunca Türkçe ezandan, piyangodan, darbelere, başörtüsü ile mücadeleden enflasyonla mücadeleye kadar o anki iktidarların ihtiyaçlarına göre pozisyon almış resmi bir devlet kurumu Diyanet. 

O yüzden Diyanet’e içinde eşcinsellerin de olduğu vatandaşların vergileriyle çalıştığını hatırlatmanın da “Eee dinin hükümlerini söylemesin mi” demenin de pek bir anlamı yok.

Diyanet, vatandaşlara ya da dine göre değil her zaman en başta devlete göre hizalanmış bir kurum.

Şimdi de öyle yapıyor. Muhafazakar bir iktidara güvenerek dinin kendisi için risksiz bir hükmünü hatırlıyor, lanetli deyince başının ağrımayacağı zayıf bir kesimi hedef alıyor. 

İslam’ın bugün hatırlatılması riskli başka hükümlerini ise hatırlamıyor.

Yoksa Diyanet İşleri Başkanı çıkıp bu haftaki Cuma hutbesinde salgınla mücadelede hükümetin dağıttığı faizli krediler için Kuran’ın açık ayetlerine referansla “Faizden vazgeçmeyen Hazine Bakanlığı, Merkez Bankası, Halkbank Allah ile savaş halindedir” deseydi ya da yine Kuran’ın açık hükmünü hatırlatarak devletin Milli Piyango’suna  “Şeytan işi bir pislik” diye hakaret etseydi ya da hükümetin dış politikasını, AB adaylığını, ABD ile ilişkileri Kuran’daki “Hristiyan ve Yahudileri kendinize dost edinmeyin” ayetiyle eleştirseydi, ertesi gün başına neler gelirdi, herhalde “Dinin hükmünü söylemesin mi” diyenler de farkındadır.

Demek ki, Diyanet İşleri Başkanı, İslam’ın bütün hükümlerini her zaman, aynı yüksek sesle ve lanetli gibi orijinaline sadık kalarak savunmuyor, şartlara göre yumuşatıyor, zorunlu filtreleri var. 

Çoğunluğu Müslüman olan yüzbinlerce insana ucu dokunan bir meseleden bahsederken ise bu filtreleri kullanmamayı, onları dışlayan, baştan diyaloğu kapatan bir üslubu tercih etti, herhalde bu en başta kötü bir dini tebliğ yöntemi. 

Ona cevap veren Ankara Barosu’nun açıklaması ise son zamanların en berbat, demagojik, trolce metni. 

İzmir Barosu ve başka barolar, Diyanet İşleri Başkanı’nı hukuki bir dille nefret söylemiyle suçlarken, Ankara Barosu’nu bu hukuki itiraz kesmemiş olacak ki, sekiz, dokuz asır öncesine laf atmaktan, klişe cadı yakma hikayeleri anlatıp insanların inançlarına hakaret ederek müzakereyi zehirlemekten kendilerini alamamışlar.

Zaten ülkemizde karakolda bitmeyen, cumhuriyet savcılıklarının bir yerinden müdahil olmadıkları herhangi bir fikri tartışma da kalmadı.

Neresinden tutsanız elinizde kalan, bir din nasıl tebliğ edilmez, bir mesele nasıl savunulmaz ve bir hukuk devletinde savcılar ne yapmaz üzerine ibretlik bir dersle karşı karşıyayız.

Ama bunlar kadar, Diyanet İşleri Başkanı’na sahip çıkarken iktidarın kullandığı dilin de üzerinde durmak gerek. 

Pek alışık olmadığımız bir dil bu.

Bakanların ve iktidar partisi sözcülerinin #AliErbasyalnızdeğildir hashtagiyle yazdıkları mesajlardan bir kaçına bakalım: 

“Zamanı ve mekanı yaratan Allah’ın hükmüne dil uzatanlar bu dünyada da ahirette de hüsrandadır. İlahi hükmü dile getiren #alierbaşyanlızdeğildir

“Değme inancıma, değme Kitabı’ma, var git kendi yoluna.”

“İnsana kâinatta hak ettiği değeri göstererek, evvelimizi ve ahirimizi kul olmanın idrakiyle aydınlatan yüce dinimiz İslâm’ın kaideleri, Ali Erbaş hocaya münasebetsizce saldıranların keyiflerine göre sorgulanacak kaideler değildir.”

“Allah’ın emirlerini, yasak kıldıklarını anlatan, Allah’ın izniyle hiçbir zaman yalnız olmayacaktır.”

Baro’nun İslamofobik açıklamasına tepki gösterilmesinde tabii bir sorun yok. 

Ama “Dinin hükmü böyle, istemeyen çıksın” diye kestirip atmak, eşcinsellik meselesinde devleti yönetenlerin dini referanslarla konuşması dikkat çekici.

Çünkü 18 senelik uygulama, dil bu kadar katı değildi.

Halbuki İslam’ın kaideleri değişmedi. 2002’de de aynı hükümler geçerliydi.

Ama o günlerde, AK Parti henüz iktidara gelmemişken, henüz herkese demokrasi vaat eden bir muhalefet partisiyken, Sabancı Üniversitesi’nden yayınlanan bir televizyon programına katılan AK Parti Genel Başkanı Erdoğan, bir öğrencinin eşcinsel haklarıyla ilgili ne yapacaksınız sorusuna, Kuran’ın hükümlerini hatırlatarak, “lanetlenmişlerdir” diyerek değil, şöyle cevap vermişti:

“Eşcinsellerin de, kendi hak ve özgürlükleri çerçevesinde, yasal güvence altına alınması şart. Zaman zaman bazı televizyon ekranlarında onların da muhatap oldukları muameleleri insani bulmuyoruz” 

Nitekim, Türkiye’de Gay Pride yürüyüşleri de AK Parti’nin iktidara geldiği 2003 yılında başladı. Yürüyüş 2015 yılına kadar sorunsuz yapıldı. Valilikler “ama İslam kaidelerine göre lanetlisiniz, hastalık bulaştırıyorsunuz, nesli çürütüyorsunuz” diyerek izin vermemezlik etmedi.

2004 yılında TCK’dan zina suçu çıkarılırken de iktidarda AK Parti vardı.

2005 yılında Ankara Vali Yardımcısı eşcinsellerin KAOS-GL derneğinin tüzüğünü ahlaka aykırı bularak kapatılması için başvurunca, Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı “Yeni TCK'nın yapılandırılmasında 'cinsel yönelim ayrımcılığının' tartışıldığı bir dönemde, eşcinsel olmak ahlaksız olmak anlamına gelmez. Aslolan tüm ahlak bilimleriyle uğraşanların ortak birleştikleri nokta olan insan iradesinin hür olması gerektiğidir” diyerek başvuruyu reddederken de...

2011 yılında Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Fatma Şahin, kadınlara şiddeti engelleme yasa taslağı ve  Yeni Anayasa üzerine düzenlediği bir toplantıya eşcinsel derneklerinin temsilcilerini de çağırmış, onların anayasaya cinsel yönelimin de girmesi talebine, “siz lanetlisiniz” diyerek değil "Sizlerle aktif çalışmak isteriz. Bunları öğrenmek, bilmek isteriz. Tasarıyla ilgili sürece katılın, önerilerinizi iletin" diyerek cevap vermişti.

Yine 2011 yılında Türkiye’nin ev sahipliğinde İstanbul’da Dolmabahçe Sarayı’nda düzenlendiği için adı İstanbul Sözleşmesi olan Kadına Yönelik Şiddet ve Ev İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi’ni ilk imzalayan ve Meclis’inde ilk kabul eden de yine AK Parti’nin yönettiği Türkiye olmuştu. 

Hala geçerli olan o sözleşmenin dördüncü maddesinin üçüncü fıkrası şöyle: 

“Özellikle de mağdurların haklarını korumaya yönelik önemler olmak üzere, işbu sözleşme hükümlerinin cinsiyet, toplumsal cinsiyet, ırk, renk, dil, din, siyasi veya başka tür görüş, ulusal veya sosyal köken, bir ulusal azınlıkla bağlantılı olma, mülk, doğum, cinsel yönelim, toplumsal cinsiyet kimliği, sağlık durumu, engellilik, medeni hal, göçmen veya mülteci statüsü veya başka statüler temelinde herhangi bir ayrımcılık olmaksızın taraflarca uygulanması güvence altına alınmıştır.”

Yani bu sözleşmeye imza atarak iktidar “cinsel yönelim” i tanımış, yani bunun bir hastalık ya da sapkınlık olmadığını kabul etmiş oldu.

Bunu zorla da yapmadı. 2013 yılında hükümetin 2002-2012 yılları arasındaki 10 yılının anlatıldığı Sessiz Devrim adlı kitapta, Türkiye’nin İstanbul Sözleşmesi’ni onaylayan ilk ülke olması gururla anlatıldı. 

2014 yılında Anayasa Mahkemesi bir bireysel hak ihlali kararında “Nefret söylemi kullanılarak hakaret edildiği iddiası bu söylemin ırk, köken ya da renk temelinde yapıldığı iddiası şeklinde olabileceği gibi sayılanlar kadar ciddi bir olgu olan cinsel yönelim temelinde yapıldığı biçiminde de olabilir. AİHM kararlarında da belirtildiği üzere, cinsel yönelim, bireyin özel hayatının mahrem yönlerinden birisini oluşturmaktadır” diyerek cinsel yönelime yönelik hakareti nefret suçu kapsamında değerlendirdi.

2015 yılı 7 Haziran seçimlerinde AK Parti’nin İstanbul’da dağıttığı seçim broşürlerinden birinde  “Türkiye Ramazan ayının ortasında İstiklal Caddesi’nde Gay Pride yapabilen bir ülke” ifadesi yer aldı, bu iktidarın yaşam tarzlarının güvencesi olduğuna örnek olarak gösterildi. Bugün köşelerinde karşılarında Lüt kavmi varmış gibi yazılar yazanlar, o günlerde bunu öven yazılar yazıyorlardı. 

2016-2017-2018 yıllarında Cumhurbaşkanı’nın düzenlediği iftar davetlerine Bülent Ersoy katılırken de İslam’ın hükümleri aynıydı. 

Ve eğer koronavirüs salgını olmasaydı, çok büyük ihtimalle bu yıl verilecek iftar davetine de katılacaktı ve yine çok muhtemelen o iftar davetinde Diyanet İşleri Başkanı ile karşılaşacaktı.

Peki ne oldu da bütün bu yıllar boyunca bu kadar sert biçimde ifade edilmeyen, hatırlanmayan eşcinsellikle ilgili İslami akideler, bugün bu kadar sert ve net biçimde hatırlanıp, ifade edilmeye başlandı? 

“İslam hoşgörü dinidir” sözlerinin, Mevlanalı, Yunuslu cümlelerin yerini, ne zaman “Din bu, beğenmiyorsan çık” tekfirciliği aldı? 

Tabii ki din değişmedi ama güç ilişkileri, siyasi tercihler değişti.

Muhalefetteyken, zayıfken ya da iktidarda olup henüz tam muktedir değilken kullanılan ikna dili, hoşgörü söylemi, laik argümanlar, sorgusuz iktidar konforunda yerini büyük bir özgüvenle “burada bizim dediğimiz olur”a bırakıverdi. 

Daha önce Kemalist laik iktidarların, askerlerin de böyle zannettikleri zamanlar olmuştu.

Ama Türkiye’nin her kesimin asla unutmaması gereken büyük, bazıları için can sıkıcı bir gerçeği var;

Bu ülkeyi farklı hayat biçimlerine, inançlarına ve inançsızlıklarına sahip insanlarla paylaşıyoruz. 

Eskiden de böyleydi, şimdi de böyle, ileride de böyle olacak.

Bu ülkenin otantik, yerli bir halkı, esas sahibi yok. Seksist bulunmayacaksa Türkiye kimsenin babasının malı değil, herkesin babasının malı. 

Her türlü uzlaşma, alttan alma, diyalog çabasını eziklik olarak görenlere nasıl anlatılabilir bilmiyorum ama hoşgörü, bir adım geri atmak,  hayat tarzlarına saygı liberal tavizler, yüce gönüllülükler ya da bize Mevlanalardan, Yunuslardan kalan bir Anadolu irfanı değil, asgari standartlar içinde yaşayabilmemiz için zorunluluklar. Başkasını yapmak gibi bir tercih hakkımız bile yok.

Eşcinselliği lanetli, hastalıklı, sapkın bulabilirsiniz. Buna karşı medeni-demokratik sınırlar içinde mücadele de edebilirsiniz. Dünyada da böyle düşünen çok sayıda insan var. Bu görüşün “homofobi bu" denerek susturulması bu fikri yok etmediği gibi daha da radikalleştiriyor. Ama lanetli diyerek de eşcinseller ortadan kaybolmuyor. 19’ıncı yüzyılın sonunda Ahmet Cevdet Paşa, Maruzat’ta gayet açıkça yazdıktan sonra da bitmediği gibi. 

Sadece inancınız olması yetmiyor, bu inançla ne yapacağınız, onlarla nasıl birlikte yaşayacağınızla  ilgili bir fikriniz, teklifiniz de olması gerekiyor. Tabii ki bu teklifin, insan haklarına uygun olması, onlarla bunu konuşmak için medeni bir diyalog kurmanız da gerekiyor. 

Sevseniz de sevmeseniz de fikirlerinden, inançlarından ya da inançsızlıklarından, yaşam tarzlarından, cinsel tercihlerinden, ırklarından, mezheplerinden hoşlanmadığınız milyonlarca insanla birlikte yaşamak zorundasınız. 

Lanet olsun ama dünya böyle bir yer işte. 

Türkiye de hiçbir zaman laiklerin ya da dindarların ya da milliyetçilerin ya da solcuların hayallerindeki ideolojik cennet olmayacak. Daha önce deneyenler başaramadı, bundan sonra deneyecekleri de aynı akıbet bekliyor. 

Kimse başkalarını ikna etmeden en mükemmel ütopyalarını hayata geçiremeyecek. Türkiye böylesine ütopyalar, ideolojik hayaller için fazlasıyla heterojen bir toplum. Tepeden inmeci her denemenin de bunu deneyenlere maliyeti ağır oldu. Başörtüsü yasakçıları unutuldu gitti, bir kısmı iktidar propagandistine dönüştü.

O yüzden artık buzdolabısına magnet olarak mı, duvarına post it olarak mı yapıştırır ama herkesin sürekli gözünün önünde şu yakıcı, can sıkıcı gerçek asılı durmalı, herkes hesabını buna göre yapmalı: 

“Bu ülkeyi başkalarıyla paylaşmak zorundayım, bu ülkeyi başkalarıyla paylaşmak zorundasın”.