Ukrayna Üzerine Bir Tartışma

Nuray Mert, birikimdergisi.com’da “Ukrayna Üzerine Bir Tartışma” başlıklı bir yazı kaleme aldı. Yazıyı aşağıya alıntılıyoruz.

Ukrayna Üzerine Bir Tartışma

Ukrayna savaşı üzerine görüş ve tartışmalar, Ukrayna ve Rusya veya bölgede olan biten ve yaşananların ötesinde bir anlam ve önem taşıyor. Savaşın birinci yılı bitti ve geçen zaman zarfında, küresel çapta, yeni bir karanlık devir açıldı. Küresel çapta bir güç kapışması, bu kapışmanın taraflarının propaganda savaşı, bu çerçevede belirlenen bir cepheleşme, silahlanma ve yeni bir soğuk savaş dönemi başlattı. Bu savaşın bir yanında, sosyalist otoriter düzenden kapitalizme geçiş yaptıktan sonra otoriter rejimler ile yönetilmeye devam eden Rusya ve Çin, diğer yanında önderliğini ABD’nin yaptığı Batı bloku var. Batı bloku ve özellikle ABD bu kapışmayı, ‘otoriter rejimler ile liberal demokrasilerin savaşı’ olarak tanımlıyor. Oysa, Rusya ve Çin’in devasa otoriter rejimler olduğu doğru da, diğerlerinin nasıl demokrasiler olduğu bir yana, demokrasi adına savaştığı iddiası ciddi bir sorgulamaya muhtaç. Hal böyle iken, kendine solcu diyenler içinde bir kısmının, ABD dış siyaset söylemini solculuk gereği olarak dayatmaya çalışması garip, sadece garip değil çok ciddi bir mesele. O nedenle uzun boylu tartışmayı gerektiriyor.

Savaşın başlangıcında Birikim dergisinde Ahmet İnsel imzalı bir yazı, tam da sözünü ettiğim cinsten, solcuların koşulsuz Ukrayna yanında yer alması ve bu çerçevede bu ülkeye ağır silahlar dahil silah yardımına destek verilmesi gerektiğini iddia ediyordu. Dahası, bu görüşte olmayanları, sıkı yönetim ağzı ile, açıkça Putinci olanlardan daha ‘tehlikeli’ olan gizli Putinciler olarak itham ediyordu. Bu yazıyı tartışmak üzere ben de Birikim’de cevabi bir yazı yayınlamıştım. Aradan geçen bir yıla yakın sürenin ardından bu kez Ahmet İnsel ve Barış Özkul imzalı benzer bir yazı yayınlandı. Bu yazı da özetle aynı şeyleri söylüyor, fazladan Rusya ve Putin rejiminin ne kadar berbat bir otoriter rejim olduğunu örnekler ile vurguluyor. Putin rejimi ile hizalanmamak, otoriter siyasetlere gerekçe bularak savunanlar bir yana bırakılırsa pek de özgün ve de sol bir görüş sayılamaz. Zaten solcu veya değil, aklı başında olan kimsenin Rusya’daki rejim ve Putin’e demokrat ve özgürlükçü dediği yok. Putin rejimi tipik milliyetçi, cinsiyetçi, dayatmacı bir otoriter rejim olduğunu sayıp dökmek malumu ilan. İnsel ve Özkul’un sayıp döktükleri başka bir dil bilmediğim için benim ancak İngilizce basından takip edebildiğim, günlük gazete ve dergilerde her gün sürekli tekrarlanan şeyler.

Bütün mesele, Rusya ve Putin’e (ve/veya Çin’e) karşı savaşmanın veya o tarafı desteklemenin kimseyi otomatik olarak demokrat ve özgürlükçü yapmayacağı meselesi. Dahası, işin burası çok can alıcı, çok mühim bir mesele. Sığ, kaba ezberci sol söylemler Ukrayna konusunu, ‘emperyalistler arası bir savaş’ olarak özetleyip geçiyor diye, ABD dış politikası çerçevesinde pazarlanan anlatıyı sorgusuz sualsiz benimsemek durumunda değiliz. İnsel ve Özkul’un yazısı, “yeni bir uluslararası eşitlik, barış ve demokrasi ilkeleri etrafında oluşacak yeni bir dayanışmanın kurumlaşması” gereğinden söz ederken, kendini ‘otoriter rejimlere karşı demokrasi mücadelesi’ verenler olarak pazarlayan ABD dış politikasını hiç sorgulamamak suretiyle tam da bunu yapmış oluyor.

‘Mesele Putin rejimi’ne karşı mücadeledir, bunu kim yapıyorsa yapsın, tercihimiz onun yanında durmaktır’ diyenler için mesele yok, ama solculuktan, ama ‘eşitlik, barış ve demokrasi dayanışması’ndan söz ediyorsanız, konuyu derinleştirmek durumundayız. ‘Putin rejimi ile mücadele’ adı altında, öncelikle Batı Avrupa’ya ABD dış politikasını dayatıp, diplomatik çözüm diyenleri sindiren, bunun ötesinde küresel savaş propagandası yapan, yeni soğuk savaş ilan edip, silahlanma seferberliği başlatan bir tarafı sorgulama dışı bırakmak, nasıl bir ‘küresel dayanışma’ çağrısıdır, anlamak zor. Savaşı Ukrayna’yı işgal girişimi ile başlatanın Putin olduğu malum, savaşı körükleyenin Biden dış politikası olduğunu ise, artık ABD ve Batı dünyasındaki bırakın solcuları, liberallerin de kabul ettiği bir noktadayız. Bu çerçevede, bazı liberaller, Biden dış politikasını sorgularken, diğer bazıları savaşı sürdürüp yaygınlaştırmanın küresel çapta bir gereklilik olduğunu iddia ediyorlar. Birinciler, savaşın körüklenmesinin dünyayı bir nükleer savaşın eşiğine getireceğini, bazıları bu durumun ABD çıkarlarına da aykırı olduğunu ileri sürüyor. İkinciler ise, Putin Rusya’sı bu noktada geriletilmezse, ‘ABD/Batı ve temsil ettiği değerlerin’ küresel çapta itibar kaybedeceğini, başta Çin olmak üzere otoriter rejimlerin önünü açacağını iddia ediyorlar.

İnsel ve Özkul’un yazılarından anladığımız, bu ikinci görüşe itibar ettikleri. Hemen söyleyeyim, ben kendine solcu, özgürlükçü, barış yanlısı diyenlerin, Ukrayna savaşında taraf olmasının mümkün olmadığını düşünenlerdenim. Bana göre, savaşın tarafları küresel bir güç mücadelesinin aktörleri ve bu aktörler kendilerini nasıl tanımlarsa tanımlasın, yanlarında hizalanmanın biri veya diğerini meşrulaştırmaktan başka bir anlam taşımıyor. Putin kendini ABD emperyalizmi ile mücadelenin temsilcisi olarak tanımlıyor diye, Putinci olanlar ile, Biden kendini demokrasi adına savaşıyor diye tanımlıyor diye, ‘ehveni şer’ olarak bile görülerek onun yanında hizalananlar arasında fazla bir fark göremiyorum. Sonuçta, iki taraf da savaş çığırkanlığı yapmış oluyor. Ben konuyu ilkesel olarak böyle görüyorum.  İlkeler iyi güzel de, dünya bir gül bahçesi değil, gerçekler başka diyen varsa, o zaman gelelim gerçeklere.

Birincisi, değil Ukrayna savaşı çerçevesinde, modern tarih boyunca, Bolşevik devriminden bu yana (mevcut dünya düzenine eleştirel bakanlar bir yana) ülkeler bazında kimsenin demokrasi ve özgürlükler için savaştığına tanık olmadık. Hitler Almanyası ve müttefiklerine karşı, ‘faşizmle savaş’ diye tanımlanan İkinci Dünya savaşını ve sonrasını bu açıdan yeniden gözden geçirmek zorundayız. Bu uzun bir mesele, ama şimdilik sadece bu savaşın en önemli aktörünün Stalin yönetiminde Sovyetler Birliği olduğunu unutmayalım. Faşizme karşı savaşmış olmanın Stalin rejimini demokratik ve özgürlükçü kılmadığı ortada. Peki, şimdi Putin rejimine karşı savaşmak neden karşı tarafı, demokrasi cephesi olarak tanımlamaya yetsin? Ardından Soğuk Savaş döneminde, kendini ‘hür dünya’nın temsilcisi olarak takdim eden ABD önderliğindeki Batı dünyasının küresel çapta neler yaptığı, bu didişmenin insanlığa nelere mal olduğu ortada. Şimdi, üstelik de aynı kavram, görüş ve terimleri ihya ederek, kendini demokrasi cephesi olarak takdim edenlerin ilan ettiği yeni bir küresel soğuk (ve bölgesel sıcak) savaşı körükleyenleri neden sorgulama dışında bırakalım?

Halihazırda en ‘masum’ taraf olarak görülen Ukrayna’nın kağıt üzerinde bağımsız, özgür bir ülke olduğu doğru, o nedenle ne olursa olsun Rusya işgali meşrulaştırılamaz. Ama, Ukrayna, başka bir çok ülkede olduğu gibi çok uzun süredir, zaten Rusya ve Batı ittifakı arasında bir vekalet savaşı alanına dönüşmüş idi. Tam da bu nedenle, bir türlü siyasi istikrara kavuşamadı, iç siyaseti Rusya ve karşıtlarının, dahası iki taraftan birini destekleyen oligarkların oyun sahasına dönmüştü. Bu karışıklıkta olan bu ülkede yaşayanlara oluyordu. Nitekim, Zelenski, görünen yüzü yolsuzluk olan bu tabloyu değiştirme vaadi ile iktidar oldu, ancak sonuçta o da, Batı yanlısı liberaller de, Rusya tarafını tutanlara karşı, aşırı sağcı, milliyetçi grup ve paramiliter güçler ile ittifak etmek zorunda kaldı. Zelenski ve onu destekleyenlerin Rusya’ya karşı tek başına mücadele etmesi mümkün olmadığı için, işgal sonrası iyice ABD’nin vekil gücü konumuna razı olmaları gerekti. Ukrayna’da ülkelerinin Batı dünyasına yakınlaşmasını tercih eden pek çok vatansever olduğundan eminim, bunların çoğunun Putin’in iddia ettiği gibi neo-Nazi olmadığı veya olamayacağı açık. Ama sonuçta, neo-Naziler ve aşırı milliyetçiler ile ittifak etmek durumunda kaldılar, bu bir gerçek, Ukrayna’da savaşa rağmen bir yolsuzluk düzeninin hakimiyeti kırılamadığını yolsuzluk yapan bazılarını istifaya zorlayan Zelenski bile teslim etmiş oldu. Söz konusu savaş olunca, bu ülkede mevcut iktidarı değil eleştirmek, savaş karşıtı olmanın bile mümkün olmadığını biliyoruz. Görüşü ne olursa olsun, herkesin vatanseverlik veya hainlik arasında tercih yapmaya zorlandığı, askere gitmek zorunda kaldığını biliyoruz. Tabi herkesin askere gitmek zorunda tutulması derken, benzer her durumda olduğu gibi, vatanseverliğin yine yoksul veya yeterince zengin olmayanlara düştüğünü hatırlatalım. Toplu olarak kaçan göçmenler bir yana, zengin Ukraynalılar cepheye gitmek yerine, ya Batı ülkelerine, ya da komşu ülkelere gidip, lüks hatalarına orada devam etmenin yolunu buldular. Bu gerçeği teslim eden bir takım marjinal sol yayınlar veya Rusya yanlıları değil, daha geçenlerde Financial Times gazetesinde, güzellik merkezleri, lüks araba garajlarının müşterisi olan zengin Ukraynalılar’ın  Polonya piyasasını nasıl canlandırmış olduğuna dair bir haber vardı (‘Rich Ukrainains fleeing the war boost upmarket Polish business’, 4-5 Mart, 2023).

Hal böyle iken, ancak milliyetçi bir bakış açısına uygun düşecek şekilde, Ukraynalıları, ‘kaderde bir ülküde bir’ türdeş bir topluluk saymak neyin nesi, nasıl bir solculuk?

Diğer taraftan, ABD dış siyasetini sorgulamak, NATO yayılmacılığından söz etmek, Putincilik ithamı ile sindirildiği için, hali hazırda Putin’i haklı bulan Putincilerden başka kimse bu konulara girmek istemiyor. Bu tam bir entelektüel terör ve terör ABD dış politikası lehine karartma işlevi görüyor, o nedenle bu tür dayatmalara prim vermemek lazım.

Sahi neden, Soğuk Savaş’ın bittiği ilan edildikten sonra varlık nedeni Sovyetler Birliği ve Varşova Paktı’na karşı savunma hattı oluşturmak olan NATO ortadan kalmadı? Dahası, silahlanma ve alanını genişletme siyasetine devam etti? Dahası, dünyanın başka yerlerindeki kanlı iç savaş ve çatışma süreçlerine değil de, Yugoslavya’nın çözülüş sürecinde askeri müdaheleye girişti, Afganistan’da aynı şeyi yaptı, üstelik de yirmi yıl sonra bu ülkeyi Taliban’a geri verip, arkasına dönmeden çıkıp gitti?

Kısaca, Soğuk Savaş’ın bitmesinin anlamının, iki kutuplu dünyadan, ABD hegemonyası altında tek kutuplu dünyaya dönüş olduğunu gördük, yaşadık. O kadar ki, Batı ittifakının Batı Avrupa kanadı bile bu hegemonyanın baskısı altında kaldı; Fransa ve Almanya’nın itirazına rağmen ABD, baş müttefiki Biritanya ile birlikte Irak’ı işgal etti. Aslında, Ukrayna işgali ardından, diplomatik çözüm arayışında olan Almanya ve Fransa’ya kulak asmamak ve ABD dış politikasına mecbur etmek çok benzer bir tabloyu bir kez daha gözler önüne seriyor. Çok kutuplu bir dünya denkleminde, Avrupa olarak söz sahibi olmak hedefini dile getiren Fransa (Macron), Ukraya savaşına dair farklı tutum izlemek isteyen Almanya sindirilmekle kalmadı, zan altında kaldı. Almanya, otoriter bir rejim olan Rusya’ya enerji bağımlılığı nedeniyle mücrim muamelesi gördü, görüyor. Peki, ikinci Dünya Savaşı ertesinde, Ortadoğu petrollerine bağımlı ABD, bu bölgede demokrasiler ile mi muhatap oluyordu?

İnsel ve Özkul’un “ABD ve Batı ülkelerinin (Rusya’ya karşı) uyguladığı yaptırımlar önemli bir uluslararası dayanışma örneği oluştur(du)” dediği ülkelerin hepsi demokratik mi? Rusya ile mücadele adına baş müttefik ilan edilen Polonya, demokratik bir rejimle mi yönetiliyor? İnsel ve Özkul’a göre, ‘bu örnek uluslararası dayanışma’ya karşın Rusya ile ilişkilerini sürdüren “Hindistan ve Türkiye gibi ilkesiz–aracı ülkeler” ekonomik yaptırımların etkisini hafifletmiş. Rusya’ya savaş ile doğan enerji krizi çerçevesinde, muhalif bir gazeteciyi öldürtme emri verdiği için katil dediği Suudi Arabistan Veliahtı Salman’ın ayağına giden Biden/ABD yönetimi mi ilkeli ülke? Zamanında tam bir zorbalık rejimi kurmuş, ülkesini dolandırıp, kaçmak zorunda kalmış Ferdinand Marcos’un oğlunun (ve ailesinin) iktidarda olduğu Filipinler ile Pasifik güç denklemi adına güçlü ittifak kuran ABD mi ilkeli ülke? Hepimiz biliyoruz ki liste çok uzun ve nerden baksanız tutarsızlık.

Ama bu sıradan bir tutarsızlık değil, neo-liberalizme sol kılıf giydirme çabasının kaçınılmaz çıkmazı. Söz konusu olan, kuşkusuz gizil bir amaç, kandırmaca değil, düpedüz liberal dünya görüşüne aklı yatan bazı solcuların, sosyalist veya en genel tanımı ile sol düşünceden uzağa düşmüş olmalarını bir türlü itiraf edememeleri. Kendileri nereye gidiyorsa ‘sol’u o alana taşıma yetkisini kendilerinde görmeleri. Yoksa, tek tek veya hiçbir çevrenin ‘sol’, ‘solcu’ budur, şu değildir diye ahkam kesme mercii olması söz konusu değil, söz konusu olan ancak sol siyasete yüklediğimiz anlam doğrultusunda tartışmak. Ama nedense, kendine hala ‘sosyalist düşünce dergisi’ diyen bir çevrenin mensupları kendinden başka kimseyi, görüşü sola yakıştıramama kibri içinde.

Sorun sadece bu olsaydı, o da çok mühim olmazdı, asıl önemli olan, tüm dünyada kendine ‘ilerici’, ‘solcu’ veya ‘demokrat’ diyenlerin liberal değerler ile, neo- liberal dünya düzeninin savunucuları durumuna düşmeleri. Tabi iki, İnsel ve Özkul’u Clintonlar ile Tony Blair ‘üçüncü yolcu’culuğu ile aynı kefeye koymayalım. Bu isimler neo-liberal ekonomik modeli savunuyor değil. Ama, demokrasiyi sadece özgürlükçü liberal değerler ile tanımladığımızda neo-liberal siyaset okuması örtüşüyor. Biraz daha açayım; ben tüm dünyada siyasi tartışmanın, Nancy Fraser gibi, ‘ilerici neoliberalizm ve gerici popülizm’ arasına sıkışmış olduğunu düşünenlerdenim[1]. Ben Fraser gibi ‘ilerici’ ve ‘gerici’ terimlerini kullanmayı uygun bulmuyorum, onun yerine ‘kütürel özgürlükçü  neoliberalizm ile muhafazakar/milliyetçi popülizm’ demeyi daha isabetli görüyorum. Zira, öncelikle özgürlükleri, ekonomi politik ve eşitlik değerini dışarda tutacak biçimde,  kültürel, cinsel, etnik/dini kimlikler parantezi içinde tanımlamak neo-liberal dünya görüşünün siyasi söylemi haline geldi. Neo-liberalizm sadece bir ekonomik model değil, bir dünya görüşü ve  siyasi tartışmayı yine ekonomi politikten bağımsız biçimde  otoriter rejimler ve liberal demokrasiler arasında seçim olarak tanımlamak bu dünya görüşünün öne çıkardığı bir söylem haline geldi. Bu konuda titizlenmemek, neo-liberal siyaset tanımı ile örtüşmekten başka bir şey değil. Tam da bu nedenle, mesela Zizek’in NATO’cu olması şaşırtıcı değil. [2]

Hal böyle olunca, yani demokrasi, insan hakları, özgürlükler gibi değerler, neo-liberal çerçevede tanımlandığı sürece, bu işte bir terslik hissedenlerin sağ, otoriter, milliyetçi, cinsiyetçi, homofobik, yabancı düşmanı sağ ve sol popülizmlere savrulma eğilimi içine girmeleri. Bu durum Ukrayna savaşı ile başlamış değil, ABD dahil Batı ülkeleri dahil küresel çapta otoriter popülizmin yükselmesi bu çerçevede oldu. Ukrayna savaşı vesilesi ile yeniden kodlanan neo-liberal söylem, böyle giderse otoriter rejim ve söylemlere daha çok destekçi kazanacak, ürkütücü olan bu.

[1] Nancy Fraser, ‘Progressive neoliberalizm versus reactionary populism; a Hobson’s choice’, The Great Regression, ed. Heinrich Geiselberger, Polity, 2017 (ilk basımı Almanca, 2017)

[2] Bu konu bir dergi yazısının sınırlarını aştığı için daha fazla uzatmak istemiyorum, tüm bu tartışmaya hakkını vermek için bir kitap hazırlıyorum.

 

Kaynak: Farklı Bakış