Üç Maymunu Oynamak

Kamil Ergenç Yazdı;

Üç Maymunu Oynamak

Ülkemizin yazılı-görsel-dijital medyasında kendisinden organize suç örgütü lideri olarak bahsedilen ve halihazırda Körfez Tiranlarından birinin himayesinde bulunan zatın yaklaşık bir yıldır bermutat dile getirdiği iddialar, asgari düzeyde ahlaki ilke ve prensip sahibi bir toplumda deprem etkisi yaratması beklenirken, her nedense, oldukça sıradan şeylermiş gibi muamele gördü ve görmeye devam ediyor. Sanki “bin bir gece masalı” dinliyormuşuz gibi bir hava var… Bu zatın dile getirdikleri Türkiye’nin yakın tarihini bilenler için yeni şeyler değil şüphesiz… Son otuz yılda Susurluk başta olmak üzere jitem, faili meçhuller, Engin Civan-Selçuk Parsadan olayları, Ergenekon gibi devlet içi yozlaşmanın göstergesi olan bir çok sarsıcı hadiselerle sınandı Türkiye toplumu… Hiçbiri de gereği gibi soruşturulmadı… Jitem davaları sessiz sedasız kapatıldı… Susurluk’un üzeri Demirel-Erbakan-Çiller koalisyonu tarafından örtüldü… Ergenekon soruşturmaları sulandırıldı… Binlerce cinayetin faili hala meçhul… Hukuk dün olduğu gibi bugün de can çekişiyor…

Yurt dışında mukim zatın (bu sefer) yer-zaman-isim vererek kamuoyunun dikkatine sunduğu yozlaşma örnekleri ise öncekilere kıyasla daha sistematik ve pervasız… Fakat (amiyane tabirle) kimsede tık yok… İddiayı ortaya atan kişinin karanlık geçmişi, şuan bulunduğu ülkenin Türkiye’ye husumeti, seçim arifesinde olmamız, çeşitli istihbarat kuruluşlarının ülkemize operasyon çekmek istemesi, ”üst aklın planları” v.b gerekçelerle bu iddialar görmezden geliniyor. Halbuki bu gerekçeler organize kötülük şebekelerinin elini güçlendiriyor, cesaret veriyor… Onlar ülke menfaati, vatan savunması, milli çıkarlar vb. argümanlar eşliğinde bütün gayr-ı meşru fiillerine meşruiyet kazandırabiliyor. Fakat onların yapıp ettiklerinin illegal olduğuna dair farkındalık oluşturmak isteyenler ise (az önce işaret ettiğimiz gerekçelerle) anında kriminalize ve terörize ediliyor, hain damgası yiyor… Böylece toplum kork(utul)arak pısırıklaş(tırıl)ıyor ve kötülük sıradanlaşıyor (Hannah Arendt’in kulakları çınlasın). Binaenaleyh toplum konfor alanına halel gelmediği müddetçe başında kimin olduğuyla, başkalarının ne yapıp ettiğiyle, konforunun başkalarının mazlumiyeti üzerine inşa edilip edilmediğiyle ilgilenmeyen duyarsız, nemelazımcı, oportünist, pragmatist “sürü(reaya)’ye” dönüş(türül)üyor. Gerçi zaten geleneğimizden tevarüs ettiğimiz kokuşmuş saltanat ideolojileri de reayadan hoşlanıyor… Sürüyü idare etmek kolaydır çünkü…

Lakin bütün bu organize kötülüklerin muhafazakar/mütedeyyin/milliyetçi olarak nitelenen kadroların iktidarında olması iç acıtıcı… Adalet-hakkaniyet-doğruluk-dürüstlük kelimelerini dillerinden düşürmeyenlerin devr-i iktidarında illegal/gayr-ı meşru/mafyatik yapıların bu kadar rahat ve kolay hareket etmesi anlaşılabilir değil. Merhum Osman Yüksel Serdengeçti yıllar önce “Türkiye’de yasalar örümcek ağına benzer. Bal arıları takılır eşek arıları deler geçer” demişti. Bunca seneden sonra değişen hiçbir şeyin olmamasının nedenleri üzerinde tefekkür etmekte fayda var. Öyle bir nokta ki geldiğimiz yer, mafya mı devletin “ilkel şekli” yoksa devlet mi mafyanın “olgunlaşmış hali” sorusu yanıt bekliyor.

Böyle durumlarda sivil toplumun, aydınların, akademisyenlerin sorumluluk alarak devleti ve toplumu ikaz etmesi, yönlendirmesi, ahlaki duyarlılık ve cesaret örnekliği göstermesi icab eder aslında… Ancak gelin görün ki sivil toplum örgütü adı altında faaliyet icra edenler aslında “sivil devlet kurumu” ymuş. Toplumu irşat-ikaz etmeleri bir yana kendilerinin irşada-ikaza ihtiyacı varmış. Statükonun korunması hususunda bu kuruluşlar en az devlet kadar istekliymiş. Aydınların ise büyük bir kısmı pısmış, sinmiş ya da ulufe peşinde koşmakta… İktidara hakikati hatırlatmak yerine iktidarın hakikatlerini söylemeyi tercih etmiş. Sorunları halının altına süpürerek kendisini “zihinsel konformizmin” girdabına bırakmış… Hakikati dile getiren aydınlar/entelektüeller ise ya unutulmaya terk edilmiş ya da itibarsızlaştırılmış… 

Akademisyenlere gelince onların zaten böyle dertleri hiç olmadı… Onlar ömürlerini “titr” peşinde koşarak geçirmeye yeminli gibi. Sadece kendileri duyacak kadar sesli konuşuyorlar. Hiç okunmayan fakülte dergilerinde alanlarıyla ilgili spesifik yazılar yazıp, akademik kariyerlerini kemale erdirme(!) peşindeler. Fakültelerin soğuk duvarları arasında kopyala-yapıştır usulüyle tek düze/basmakalıp/sıkıcı derslerle zaman tüketiyorlar… Bir tür “homo academicus” var kaşımızda… Yüksek liseye dönüştürülen üniversitelerdeki ayak oyunlarından başlarını kaldırıp Türkiye’de-Dünya’da ne olup bittiğini anlayabilecek durumda değiller. Arada sırada sosyal medyada özlü sözler ya da ayet-hadis paylaşıp kitap tavsiyesinde bulunarak sorumluluktan kurtulacaklarını zannediyorlar. Biraz daha becerikli olanları ana akım medyada “kadrolu yorumcu” olarak istihdam edilip, kendisine göz kırpacak bir siyasi parti lideri bekliyor… Belki vekil, rektör ya da bakan olurum umuduyla…

Bir umut İslami iddialı yapılar (cemaat-tarikat-vakıf-dernek) belki bu yozlaşma karşısında kamuoyunun dikkatini çekecek söylem-eylem üretir diye bakıyoruz ancak orada da ses yok… Esasında herkes olan bitenin farkında ancak kimse bir adım öne çıkıp bunu dillendir(e)miyor. Üç maymunu oynuyor… Anlıyoruz ki bu yapılar da bağ(ım)sız değil… İktidara göbekten bağlanmışlar ve hareket edemiyorlar. Hemen hepsi sosyal yardım projelerine odaklanmış. Adeta Kızılay şubesi gibi çalışıyorlar… Kapitalizmin-emperyalizmin açtığı yaraları sarmak için mesai harcıyorlar… Bu yaraların neden açıldığı ve bir daha açılmaması için ne yapılması gerektiği hakkında düşünmüyorlar, inisiyatif almıyorlar…Çünkü bağlarını elinde tutan irade öyle istiyor… Siyasal duruş-tutum-tavır-tarz ve duyarlılıktan özellikle kaçı(nı)yorlar. Depolitize olmuşlar… Yani aslında intihar etmişler ama farkında değiller. Çünkü politik-siyasal bilinç akli olgunluğun göstergesidir. Bu bilince kayıtsız kalanlar için onurlu bir gelecek olmayacak.

Egzistansiyalist (varoluşçu) düşünür Albert Camus’a göre geleceğin tarihçisi 1950’li yılların Fransa’sını tarif ederken “onlar gazete okudu ve şevişti” diyecektir. Pekiyi bizim için yarının tarihçisi ne diyecek acaba? Tahminim; “Onlar din, vatan, bayrak gibi saygın değerlerin gölgesinde her türlü melaneti işlediler. Yozlaşmanın sebeplerini ve faillerini bildikleri halde sustular… Siyasi-bürokratik-iktisadi imtiyazlarını kaybetmemek için dinlerini az bir pahaya sattılar…”

 

Kaynak: farklı Bakış