Tarih: 03.11.2021 16:49

Tutturduğumuz Siyasal Hat, Kendi Öyküsünü, Roman ve Şiirini Yazdırıyor

Facebook Twitter Linked-in

Ahmet Örs’ün dört hikâye kitabı yaklaşık bir yıl önce Tasfiye Kitaplığı’ndan çıktı. Bu kitaplardan alıntılar eşliğinde Ahmet Örs’le bir söyleşi yaptık.

I. “Onun bildiği Hikmet Bey zaten en az altmış beş yaşında vardı ama işçinin dediğine göre burayı kırk dokuz yıllığına kiralamış. Acaba o kadar yaşayacağına kendisi inanıyor muydu? Peki,  büyüğün cep telefonunu üreten şirket ne demeye İspanya’da şehrin ortasındaki kocaman bir meydanı niye kiralamıştı? Hikmet Bey o şirketten daha mı güçlü idi ki o kırk dokuz yıllığına, şirket bir aylığına kiralamıştı? Bu adamlar inekleri sokmayacaklardı buraya peki İspanya’da insanları mı sokmayacaklardı meydana?”[1]

Alıntıda anlattığınız üzere orman, dağ, mera, nehir gibi tabiattan meydan, park, mahalle gibi kentlere varana dek mevcut olan her şey sermayenin tehdidi altındadır. Günümüzdeki neoliberal talanı ve ona karşı direnen toplulukları göz önünde bulundurup geleceği tahmin etmeye çalıştığımızda nasıl bir manzara karşılıyor sizi? Zor zamanlarda sinizme düşmemek için neleri kuşanıyorsunuz?

Edebiyatla da işleyip müdahale etmeye çalıştığımız süreç görünen o ki alabildiğine yıkıcı boyutlara ulaştı. Açıkçası ideolojik çevreler de dâhil kimse modern kapitalist medeniyetin bu denli tahripkâr olacağını öngörmemişti. Daha 20. yüzyılın baş ve ortalarındaki makine tutkusuna ve ilerleme hevesine bakarsak bunu çok rahat bir şekilde söyleyebiliriz. Şimdi, öyle anlaşılıyor ki herkeste bir geç kalınmışlık hissi var. Sanki ‘iş işten geçti’ sızlanmasını içten içe kabul etmiş görünüyorlar. Kapitalizmden sonrası için türlü senaryoları tartışan ilmî eserler yayımlanıyor, sinema filmleri çekiliyor. Korkulan geleceğin içinde olunduğuna dair bir kabul var bu çevrelerde fark ettiğim kadarıyla. Müslümanların da genel manada bütün bu tabloyu okuyabildiklerini sanmıyorum doğrusu. Ucundan kıyısından meselelere temas etmeye çalışanlar var ancak bu ilgi bir siyasete, kurucu bir perspektife yükselemiyor. İslam iltisaklı egemen siyasetin kalkınma putundan vazgeçmediği zaten aşikâr. Memleketin dört bir yanını sermayeye peşkeş çektiği de açık. Bu durum, geniş dindar kesimlerin tabiatı savunan hatlarla buluşmasını engelliyor. Geleceği elbette bilemeyiz. Bu meseleler, tabi, bütün bir yeryüzü dolayımında ele alınmalıdır. Artık bütün bir arzın ifsadına karşı direniş hatlarını birbirine bağlamanın imkânlarını konuşmak, konuşma düzeyinde kalmadan pratik adımlara uzanmak gerekiyor zannımca. Bunu yapabilirsek zor zamanların kuşatmasını parçalayabiliriz.

II. “O koyunların sınıra gelişi, orduların ulu surların önüne gelip duruşunu anlatan destanlara benzer. Bunu öğretmenimiz anlatmıştı. Yaşlı bir adamdı öğretmenimiz. Ben o tel örgülerin karşı tarafındandım çocuklar, derdi… O koyunlar bir gün o ulu surları devirecektir. Buna olan inancım tamdır. Siz buna şahit olacaksınız ama insanlar için bir şey diyemem, derdi.”[2]

Sınır, devletin iktidarını ve meşru şiddet tekelini uyguladığı alandır. Milli kimliğin bir belirleyeni olduğu gibi bilinçleri de çevreler. Buradan hareketle müslümanların ulus devletin sınırları ölçüsünde düşünmesini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Müslümanların bilinçleri evet, çerçevelenmiş. Bu kıymetli bir tespit ama alıntıladığınız metinde de vurgulandığı gibi koyunlar sınır tanımıyor. Kurtlar, kuşlar, nehirler, bulutlar ve en nihayetinde mülteciler… Yani bir bütün hâlinde hakikatin, varlığın derinlemesine seyreden anlamının sınırlara ve onları koruyan tel örgülere takılmayacağını, onları anlamsızlaştırabileceğini biliyoruz. Bu, bizim umudumuzun kaynağıdır. Küreselleşme ile ulus devletlerin yaşadığı inişli çıkışlı çelişik münasebet Müslümanların içinde bulunduğu gerçekliği kavramalarına mani oluyor sanki. Tarihin hiçbir döneminde tanık olunmayan saplantılarla yüz yüze olduğumuz söylenebilir. Hz. Peygamber’in Mekke’de mayalanıp Medine’de kıvamlanan ve bereketli bir ırmağa dönüşerek bütün bir yeryüzüne hakikati götürme amacı taşıyan mücadelesinin tam kavranılamamasıdır yaşadığımız açmazların en büyük nedeni! Hakikatin önüne surları, sınırları çıkarmak mümkün olabilir mi? Resûl’ün Kur’an’ın yol göstericiliğinde şekillenen örnekliği, bu örnekliğin oluşturduğu modeller bahsettiğiniz kimlik ve sınırların ıslahına vesile olabilecektir fakat bu imkânın yeterince tartışılıp siyasetinin yapıldığını düşünmüyorum. Genelde insanlık, özelde Müslümanlar hem zihinsel manada, hem de fiili olarak bir süre daha bu tel örgülere maruz kalacak gibi görünüyor.       

III. “Bu örnek cümlelerdeki adamlar neden Şam’a, Tahran’a, Mekke’ye, Cakarta’ya gitmezler de hep Madrid’e, hep London’a, hep Paris’e giderler, neden hep akşamları çocuklarıyla, arkadaşlarıyla cinemaya giderler de camiye, cemaate gitmezler, burası neresi, o örnek cümleyi kim yazdı hocam, biz kimiz.”[3]

Müslümanların yaşadığı yerlere değil de çoğunlukla kapitalizm için merkezi öneme sahip Avrupa’ya ve ABD’ye gidilmesini nasıl ele alıyorsunuz?

İnsanlar Allah’ın arzının her bir tarafına gidebilirler elbette, gitmelidirler ancak sadece belli cihetlere yoğunlaşan tercihler sorgulanmalıdır. Zülkarneyn’in Kur’an’da anlatılan kıssası gerçekten pek dikkate değerdir. Doğu-batı, kuzey-güney demeden hakikatin izinde bir adalet mücadelesi verir Zülkarneyn. Mazlumlara yardımcı olur, zalimlerle kapışır. ‘İslam dünyası’ tabirinden hazzetmesem de o tamlama ile işaret edilen coğrafyalara dönük ilgisizlik, özellikle gençler arasında tavan yapmış durumdu. Avrupa ve Amerika’ya yönelen gidişler kurucu bir öz taşıyan bir hicret değil maalesef. Çok büyük oranda refahtan pay alma arzusuyla alakalı. (Elbette mültecileri şu aşamada bu değerlendirmeye dâhil etmiyorum.) İslam beldelerinde yaşanan düşünsel ve fiili sefaletler, bilinçleri bilemeli, devrimci değişim ve dönüşümleri tetiklemeli iken maalesef o pozisyon bugünkü gerçekliğimizden çok uzakta duruyor. Hiç olmazsa gidilmek istenen coğrafyalarda dönem dönem yükselen muhalif hareketlere, direnişlere destek olunsa harika olacak ama maalesef o da yok! Kurucu amaçlara matuf olmayan ve çoğunda refah özlemini ve seyirlik hevesleri aşamayan bu hareketliliklerden bir netice beklemek de güç oluyor bu durumda.

IV. “… bankanın başında devletin kısaltması yazıyordu. Hani devlet piyasadan çekilmişti?”[4]

Grevle hak arayışı ve sermayenin kâr amaçlı ekolojik ifsadına karşı çıkış gibi durumlar devlet ile şirket arasındaki ilişkiyi yüzeye çıkarır. Ancak bunun hissedilişi ve görünürlüğü çoğunlukla lokal kalır. Mezkûr ilişkinin pandemi sürecinde neredeyse herkes tarafından fark edildiğini gözlemliyoruz. Devlet ile sermayenin etkileşimi hakkında neler söylemek istersiniz?

Bu, tarihsel temelleri zorunlu ve güçlü bir ilişki. Az evvel belirttiğim gibi günümüzde yer yer ulus devletlerin pozisyonlarına dair tartışmalar alevlense de nihayetinde şirketlerin kolaylaştırıcısı, Bauman’ın tespitiyle karakolu olarak iş yapıyor bu yapılar. Bunun tespiti bize hangi sorumlulukları tevdi ediyor? Yeni süreçte yükümlülüklerimiz ne olacak? Bu gerçeği nasıl ters yüz edeceğiz? Belki bunlara odaklanmak gerek. Sizin sorunuzda yer aldığı gibi sömürü biçim ve ilişkilerinin görünürlüğünün sınırlı kalışı bir handikap. Bu nasıl giderilebilir, buradan devrimci bir mücadele nasıl kurulur, ona bakmak lazım.

V. “İşte arkadaşlar şair burada şöyle sesleniyor hayata, dediğimde hayata doğrudan sesleniyor sokaktan gelen ses. Hayatın tam ortasından, biraz okula uzak ama kalbimize yakın bir noktadan, yani edebiyatın en esaslı damarından. Domates, biber, patlıcaann.”[5]

Size göre edebiyat hayatın en esaslı damarını nasıl bir ölçüyle anlatmalı? Ele aldığı malzemeyi realist, naturalist, toplumcu gerçekçi, romantik veya başka hangi zaviyeden işlemeli ki estetikten uzaklaşmamış olsun? Estetik sizin için bir zaruret mi?

Sondan gidelim. Esasen her durumun, yani ne bileyim çirkinliğin de, şiddetin de bir estetiği var. Bunu belli kalıplara sıkıştırmak yanlış olur. Diyelim ki, o kaba tasnife dayanarak toplumcu edebiyat yapıyoruz. Bunu sanattan saymayanlar çıkacaktır. Orada sizin işaret etmeye çalıştığınız ölçüyü sanatçı elbette kendi usûl ve üslûbunca tesis edecektir. Her zaman okuyana, takip edene bırakırım ben nihâî değerlendirmeyi. Sabit bir tutum belirlemem. Belki tutturduğumuz siyasal hat kendi öyküsünü, roman ya da şiirini yazdırıyordur. Âcizane, bence öyle. Buna işaret etmek isterim. Direnmenin, hayatın her alanındaki direnişin estetiği, yine o çizginin eserini de kendi zemininde yoğurmakta, onu bir ölçü dairesinde pişirmektedir. Dolayısıyla bütün tasnifçi/kategorik yaklaşımlar da bu devrimci müdahale ile altüst olmaktadır kanaatimce. Kendi yolunu açan/yapan, ölçüsünü oluşturan bir cehd diyelim buna.

Kaynakça:

[1] Ahmet Örs, Kiralık Meydan, s. 83 Tasfiye Kitaplığı

[2] Ahmet Örs, Ferhat’ın Şemsiyeleri, s. 97 Tasfiye Kitaplığı

[3] Ahmet Örs, Yüzümüzü Ağartan, s. 77 Tasfiye Kitaplığı

[4] Ahmet Örs, Ferhat’ın Şemsiyeleri, s. 41 Tasfiye Kitaplığı

[5] Ahmet Örs, Kar Kesilen, s. 8 Tasfiye Kitaplığı

Ahmet Örs:

8 Şubat 1974’te Niksar’da doğdu. Niksar İmam-Hatip Lisesinden ve İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünden mezun oldu. Kurucu ve yöneticilerinden olduğu TOKAD, Özgür Yazarlar Birliği, Eğitim İlke-Sen bünyelerinde yer almakta ve 2004 yılında yayımlanmaya başlayan Tasfiye edebiyat-düşünce dergisinin editörlüğünü yürütmektedir. Yüzümüzü Ağartan, Kar Kesilen, Kiralık Meydan ve Ferhat’ın Şemsiyeleri adlı öykü kitaplarının yanı sıra İlim Yayma’nın Penceresi adlı bir de anı kitabı bulunmaktadır. YeniPencere.com sitesinde editörlük ve yazarlık çalışmalarını sürdürmekte ve 1996’dan bu yana edebiyat öğretmenliği yapmaktadır.

 

Kaynak: Yeni Pencere




Orjinal Habere Git
— HABER SONU —