Geçmişten günümüze Türkiye’nin toplumsal sorunlarını çözmek üzere birçok yaklaşım öne sürülmüştür. Bununla birlikte bu yaklaşımların temel ve ortak karakteristiği kurumsalcı bir nitelik arz etmesidir. Bu kurumsalcı yaklaşımları altı başlık altında toplamak mümkündür:
* Anayasa ve hukuk perspektifi: Anayasacılar ve hukukçular başta olmak üzere bugüne kadar belirli bir kesim, hep yeni bir anayasa ve buna bağlı olarak yeni bir hukuksal düzen yapılarak Türkiye’nin temel sorunlarının aşılacağını savunagelmiştir. Bu yaklaşıma destek çıkan epeyce siyasetçi de olmuştur. Bunların temel savı şudur: Türkiye’de anayasayı hep askeri darbeler sonrasında iş başına gelen asker ve bürokrat seçkinler yapmışlardır, sorunların kaynağında da bu dayatmacı zihniyet yatmaktadır. Eğer yeni ve sivil bir anayasa yapılırsa, sorunlar önemli oranda kendiliğinden çözüme kavuşacaktır.
* Hukukçuların aksine iktisatçılar ve ideolojisinde iktisada merkezi bir yer veren kesimlere göre Türkiye’nin sorunları iktisat temellidir. Azgelişmişlik kıskacından kurtulmadıkça sorunlarımızın üstesinden gelemeyiz. Avrupa ülkeleri bizden ileridir, çünkü onlar iktisadi sorunlarını çözmüşler ve gelişmiş bir ekonomi inşa etmişlerdir. İktisat perspektifine sahip olanlar, kendi aralarında iki gruba ayrılmaktadır. Nasıl iktisadi gelişmişliği sağlayabiliriz sorusuna, liberaller serbest piyasa düzeni ve büyüme endeksli bir ekonomik siyaset modeliyle derken, sosyalist ve marxist kesimler ise kamulaştırma ve dağıtıma öncelik veren bir ekonomik siyaset modeliyle bu sorunun çözüleceğini savunurlar.
* Türkiye’ye başından beri hakim olan paradigma, siyaset paradigmasıdır. Bu yaklaşıma göre çözümlerin adresi siyaset kurumudur. Siyaset kurumunun merkezinde ise iktidar ve devlet vardır. Türkiye’nin toplumsal sorunlarını ancak güçlü bir iktidar ve devlet çözebilir. Resmi ideolojinin “devletçilik” ilkesi, uzun zaman Türkiye’de devlete ve iktidara büyük bir önem atfetmiş ve alabildiğine büyüyen bir devlet mekanizmasıyla sorunları çözmeye çalışmıştır. Ne var ki dün de bugün de Türkiye toplumunun yapısal sorunları hep aynı kalmış ve bir türlü çözüm bulunamamıştır.
* Dördüncü yaklaşım siyaset, ekonomi ve hukukun karşısına dini koymaktadır. Daha doğrusu tüm kurumların dini düzenlemelerle daha iyi çalışacağını ve sonuç alacağını iddia etmektedir. Bu görüşün sahiplerini “İslamcılar” olarak tanımlayabiliriz. İslamcılık, yetmişli yıllardan itibaren siyasette sesini duyurmaya başlamış ve siyasal İslamcılık “önce maneviyat” sloganıyla ortaya çıkmış ve akabinde “ağır sanayi” hamlesiyle ülkenin gelişeceğini ifade etmiştir. Daha sonra siyasal İslamcılık, seksenli ve doksanlı yıllarda gündemine insan hakları, refah ve din özgürlüğü gibi temaları alarak programını genişletmiştir. 2000’li yıllarda iktidara gelen muhafazakâr demokratların ne kadar siyasal İslamcı oldukları sorgulanabilir, ancak 3. İktidar dönemlerinde başlayan “İslamcılığın Sonu” tartışmalarıyla bu paradigmanın da çıkmazları ortaya konulmuştur.
* Türkiye’de kültürle meşgul olan seçkin bir kesime göre, Türkiye’nin sorunları ancak kültürel gelişmeyle sağlanabilir. Bunlara göre hangi sorunun altını kazırsanız kazıyın temelinde kültür vardır. Daha da önemlisi kültürel değişimler uzun vadeli olarak toplumda etkisini duyuracaktır. Bu tartışmalar Osmanlı’nın son zamanlarında günümüze kadar sürüp gelmiş ve üç temel yaklaşım ortaya çıkmıştır: Batıcılık, Doğuculuk ve Doğu-Batı sentezi. Bu üç yaklaşımdan en çok Doğu-Batı sentezi etkili olmuştur. Bu görüşe göre Türkiye hem Doğu’ya hem de Batı’ya aittir. Doğu’nun ahlak ve kültürüyle Batı’nın bilim ve teknolojisini harmanlayarak gelişmiş bir ülke olabiliriz. Bu formülü daha önce Japonlar uygulamış ve başarılı olmuşlardır.
* Son olarak eğitimciler başta olmak üzere belirli bir kesimde Türkiye’nin sorunlarının temelinde eğitimin yattığı savunulmaktadır. Bu kesime göre her şey bir eğitim meselesidir. Öncelikle de insanın eğitimi her şeyin başında gelmektedir. İnsan kalitesini iyileştirmeden hiçbir zaman ilerleme sağlayamayız. Bu noktada eğitimcilerin bir kısmı “çağdaş eğitim”in çözüm olacağına inanırken, bir kısmı da “yerli ve milli eğitim”in başarının anahtarı olduğunu düşünmektedir.
Tüm bu yaklaşımların bir haklılık payı olsa da tek bir kurumun tüm toplumsal sorunları çözeceğine inanmak, çağdaş toplumsal sorunların karmaşıklığını göz ardı etmek anlamına gelmektedir. Eğitimi ele alalım. Çok iyi ve kaliteli insanlar yetiştirsek bile, bunlara istihdam imkânı sağlayamadığımız müddetçe toplumsal sorunlar çözülmez. Eğitim bir bilgi ve kültür aktarımıdır. Dini ve kültürel kaynaklarımızdan beslenmedikçe, sadece çağdaş eğitimle kaliteli insanlar yetiştirebiliriz, ancak bunların aynı zamanda iyi insanlar olacağını söylemek mümkün değildir.
Kurumsalcı perspektiflerin en önemli handikapı, toplumun farklı kurumlarıyla uyumlu ve entegre bir yapı olduğu gerçeğini hesap dışı tutmalarıdır. Kurumlar arasında bir koordinasyon ve işbirliği olmadıkça tek bir kurumun tüm sorunları çözmesi beklenemez. Kurumlar arası koordinasyon ve işbirliği ise, “üst” bir değerler sistemine ihtiyaç duymaktadır. Bu üst değerler sistemi ne olacaktır? Bir sonraki yazımızda bu sorunu ele almaya çalışacağız.
Kaynak: Farklı Bakış