Türkiye’nin kendi çelişkileri, Batı’nın Türkiye çelişkileri

Aydın Selcen, medyascope.tv’de “Türkiye’nin kendi çelişkileri, Batı’nın Türkiye çelişkileri” başlıklı bir yazı kaleme aldı.

Türkiye’nin kendi çelişkileri, Batı’nın Türkiye çelişkileri

Rusya’nın Ukrayna’yı vahşi işgal girişimi ilk ayını doldururken, Brüksel’de iki güne üç zirve sığdı: AB, G7 ve NATO. Bunlara ABD Başkanı Biden de katıldı. Ardından 1 Nisan’da AB-Çin zirvesi yapılacak –videokonferans yoluyla. Salon böyle -Viyana 1815’ten bu yana kongre maşallah hep eğleniyor. Alandaysa, Freedman’ın deyişiyle iş artık “Rusya kazanabilir mi” sorusundan, “Rusya kaybedecek mi” sorusuna doğru evrildi. Ancak savaştaki kilitlenme, şiddette tırmanma enine yayılmayacak ve dikine artmayacak demek değil, aksine. Mesele tırmandırmada inisiyatifi ele alabilmekte. 

Putin’in Ukrayna’yı boyunduruk altına almaya yönelik uğursuz hamlesi Avrupa’yı ve başta kendini “Avrupa” olarak gören Fransa’yı anti-Amerikanizm şımarıklığından, Almanya’yı da Soğuk Savaş uykusundan uyandırdı. Benzer biçimde, İslâmcı anti-Amerikancı Erdoğan da yön değiştirme fırsatını iyi değerlendirdi. Brüksel’den dönüş yolunda NATO hakkındaki ifadeleri kuşkuya yer bırakmıyor. Hayallerde yaşatılan cihan lideri sultanın yurtdışı ziyaretleri Afrika kıtasıyla sınırlı kalıyordu. Şimdi peş peşe Mitsotakis, Scholz, Duda, Rutte Ankara’ya geliyor. Brüksel’de de deyim yerindeyse düne kadar “kanlısı” Macron ile, “sfenks” lakaplı Draghi ile “enseye tokat” sıcak görüntüler verdi.   

Aslına bakarsanız ne rejimin doğası gereği sultana yaranma yarışındaki yakın ekibi, ne liyakatlı müsevvitlik vazifesini layıkıyla ifayla mükellef hariciye tek adamın diplomasi temposuna ayak uydurabiliyor. “Ya demokratik muhalefet?” derseniz, bırakalım Ukrayna’da savaşı, 15 Temmuz’un hemen ardından Ağustos 2016’da Petersburg’daki Erdoğan-Putin görüşmesinde kararlaştırılıp, Aralık 2017’de 2.5 milyar dolara alınmak üzere sözleşmesi imzalandığı açıklanan ve Temmuz 2019’da da teslimatı başlayan S400 hava savunma sisteminin akıbeti konusunda dahi anlamlı bir çıkışı bugüne dek yok CHP-İYİP seçim ittifakının. Onlar sanırım anti-emperyalizm hülyasından henüz tam uyanamadı.

Yineleyelim, yinelemekten bir şeyler umarak: Avrupa Birliği (AB), Menekşe Tokyay’ın da anımsattığı üzere mayıs ayında kabul edeceği “Strateji Pusulası” belgesi üzerinde 2020 Haziran ayından bu yana çalışıyordu. Gelin görün ki, Rus işgali 24 Şubat 2022’de başladı ve liderler belgenin nihai taslağını ondan hemen bir ay sonra benimsemek durumunda kaldı. Tipik bir Brüksel bürokrasisi öyküsü.  NATO da gelecek on yıl için yönünü belirleyecek kendi “Stratejik Konsept” belgesini Haziran’da kabul edecek.

Dışişleri, sözkonusu belgeye belki özünde haklı ama ergen atar-gideri diliyle sorunlu açıklamasıyla hemen “sert” tepki verdi. Doğu Akdeniz ve Kıbrıs vurgusu yaptı. Oysa “mevzu o değil, sen daha anlamadın mı?” ve/veya “sen GKRY değilsin, büyük düşün” gibi bir durum vardı bence ortada. Nitekim Brüksel’den hem Fransa girişimi ve Türkiye ile Yunanistan’ın etkin katılımıyla Mariupol’dan insani tahliye harekâtı, hem Fransa-İtalya üretimi SAMP-T hava savunma sistemi konusunda üçlü eşgüdümle ilerleme haberleri geldi.

İki yıla yakın süredir 27 üye ülkeden kim bilir herhalde yüzlerce “uzmanın” üzerinde kalem oynattığı “Strateji Pusulası” belgesinin 24 Şubat uyandırma zilinin çalmasıyla çöp olduğu söylenebilir. Tıpkı Almanya’da iktidar ortağı olan barışçı ve nükleer karşıtı Yeşiller’in kendilerini yaman bir çelişki karşısında bulup hizaya girmeleri gibi. O 27 devletin 22’si aynı zamanda NATO üyesi. Dışarıda kalan iki ağır top Türkiye ve Britanya. NATO’nun 30 üyesinden ittifaka somut askeri katkı veren, gerçek harekât kapasitesine sahip 7 ülkeden biri ve NATO’nun ikinci büyük silahlı kuvveti de Türkiye. 

O zaman gerçekten, 2004’te tam da Yunanistan’ın AB’nin eski Varşova Paktı ülkelerine genişlemesini durdurma şantajına boyun eğerek ve stratejik miyoplukla kendi kurallarını ihlâl ederek Ada’nın tamamını temsilen üyeliğe kabul ettiği GKRY’nin ardına saklanan ifadelere Strateji Pusulası’nda Karadeniz’in kuzeyi alev almışken yer vermek zevzeklik. Bir başka bakımdan AB’nin stratejik özerklik iddiasını hayata geçirebilmesi ABD ve Britanya olmadan hayal olduğu denli, Türkiye’yi adam yerine koymadan da olanaksız. Başka deyişle, Türkiye açısından zoraki dönüyoruz yine 1856 Paris Antlaşması’na.    

Aynı günlerdeki NATO Olağanüstü Liderler Zirvesi’nden çıkan ve haliyle altında Türkiye’nin de nal gibi imzası olan bildirgeye ne demeli? Saldırganın da, hasmın da Rusya olduğu açıkça belli, öyle değil mi? “NATO’yla hizalanıyor muyuz”, “içimizdeki Natocular galebe mi çalıyor”, “seni Natocu seni”, “NATO’yu kaybetmiştik yeniden bulduk” filan derken NATO’nun 70 yıldır üyesi olduğumuzu ve NATO’da Türkiye onaylamadan hiçbir karar alınmayacağını hatırladık sanırım. Herhalde NATO’ya yüzlerce yıllık Rus tehdidine karşı kendimizi savunmak için girdiğimizi ve NATO olmadan kendimizi etkin biçimde savunamayacağımızı da.   

Bunlar kendi yerli ve milli dünyamızda yaşadığımız afaki ruh çalkantıları. Ukrayna’nın işgali konusundaysa NATO GS Stoltenberg’in bir üye ülkeye saldırı olursa aynı biçimde karşılık bulacağı açıklamasından, Polonya sınırına 20 km. uzaklığa obüs isabet edince durumun değerlendirileceğine, oradan benzer soru Brüksel’de Biden’e yöneltildiğinde “bakarız” yollu yanıtına dek bir eğri var. Aynı Biden’in yardımcılığını yaptığı Obama döneminde Putin’in 2008 Gürcistan işgalinin “reset” yaklaşımıyla ödüllendirildiğini (!), Esat’ın 2013’teki kimyasal saldırısının ardından kırmızı çizgilerin pembeleştiğini ve yine Putin’in 2014 Kırım ilhakından bir yıl sonra iki liderin yüz yüze görüştüklerini de anımsıyoruz.    

ABD’nin gönülsüz liderliğindeki Batı’nın sorunu, savaşı savaşmadan kazanmak. Yaptırımlarla ve Ukrayna’ya askeri destekle sonuç almak. Putin’in kimyasal, biyolojik ve nükleer silâh kullanmasından sakınarak, olası III. Dünya Savaşı’ndan kaçınmak. Üstelik dünya topyekûn Batı’nın ardında değil. Çin’in yanı sıra Hindistan da BM Genel Kurulu’ndaki oylamalarda çekimser kalıyor. Onlara Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkeleri de ekleniyor. Son ilgili oturumda bizim buralardan Türkiye ve İsrail dışında Rusya’ya karşı oy kullanan çıkmadı. Savaşı başlatan Putin’se tepesinde oturduğu kleptokrasi piramidinin doğası gereği ve yaşı ile karakteri doğrultusunda belki o savaşı zaten arzu ediyor, arıyor.          

Türkiye’nin yaptırımlara uyması yönünde Batı’dan bir talep yok. Montrö’yü uygulaması ve Ukrayna’ya SİHA satması yeterli görülüyor. Arabuluculuk girişimleri Zelenskiy tarafından da destekleniyor. Buna karşılık, “tereyağından kıl çekmek” veya “benim köftem nerede?” arayışına girerek, yaptırımların etrafından dolaşmaya veya düpedüz yaptırımları delmeye kalkışmanın cezasız kalmayacağı da belli. Yaptırımlar, Putin Donbas’ı (idari sınırları içinde yani şimdiden 80% oranında yerle bir ettiği Mariupol dahil) alıp Kırım’a koridor açarak, Herson’da keza Kırım’a köprübaşı tutarak, Ukrayna’nın askeri altyapısını yok ederek ve Kiev ile Harkiv’i daimi tehdit altında tutarak masaya oturması durumunda peyderpey kalkacak mı?

Yoksa nihai hedef Putin rejimini ortadan kaldırıp, bir daha benzer bir çarın aynı nükleer cephaneliğin üzerine oturmasına izin vermemek mi olmalı? Belki nüfus ve ekonomi olarak Rusya ABD’nin başat hasmı Çin’in onda biri düzeyinde ama yerküredeki nükleer başlıkların 90%’ı ABD ile Rusya arasında kabaca eşit biçimde paylaşılmış durumda. Yukarıda alıntıladığım Freedman şöyle soruyor aynı değerlendirmesinde: “Ya eğer, sonunda, Putin için yaşamsal konu kendi kişisel ve rejiminin güvenliğiyse? Bunun anlamı Batı’nın onun peşinde olmadığı işaretini vermesi gerektiği mi?” Bu sorulara kesin yanıtlar vermek için henüz erken. 

Diplomasinin nankör, ekmeğini yapanın pek yiyemeyeceği, zor öğrenilen bir sanat olduğu da aşikâr. Önce Kalın’ın Reuters’e söyleşi verip, sonra Çavuşoğlu’nun Ahmet Hakan’a aktarıp, ertesi gün Antalya’daki AKP toplantısında üzerini örtmeye çabaladığı ve nihayet Erdoğan’ın Brüksel dönüşü uçaktaki maiyet memurlarına ayrıntılı anlatarak kendini kısa süreyle uluslararası medyanın manşetlerine taşıdığı olası altı maddelik uzlaşı öyküsü sonunda Ukrayna Dışişleri Bakanı Kuleba tarafından resmen yalanlandı. Ne amaçlanmıştı, ne elde edildi? Değer miydi? Bu yapılan diplomasi amatörlüğü değil mi? Böyle bir kaptan ve mürettebatla bu fırtınadan bu gemi nasıl çıkar? Bizim kendimize yönelik bu sorular da ayrı.

 

Kaynak: Farklı Bakış