Sözü uzatmadan belirtelim ki, Türkiye'nin İdlib konusunda köşeye sıkıştığını, hatta bir çıkmaza saplandığını kabul etmek zorundayız. Mevcut politika en az iki sebeple, 'kısa-orta vadede' sürdürülebilir olmaktan çıkmıştır:
1) Türkiye, Rusya ve İran arasında 17 Eylül 2018’de imzalanan “Soçi Mutâbakatı”nın üzerinden bir yıl geçti. Birleşmiş Milletler denilen ‘meflûç’ teşkilâtın yapması gereken şeyi Türkiye yapmış ve İdlib’de yaşayan, çoğunluğu kadın ve çocuk yaklaşık üç milyon insanı ağır bombardıman altına alınmaktan kurtarmıştır. Çok büyük bir insani trajenin önüne geçilmiş olması Türk dış politikasının en başarılı tezâhürlerinden biridir. (Bu hamlenin kıymetini Türkiye’deki tuzu kuru mâlûm yazar-çizer tayfası takdir etmiyor olabilir, ama İdlib’de çoluğunun çocuğun can derdine düşmüş insanlar biliyor, takdir ediyor. Bunun böyle olduğunu, o insanların Arapça yayın yapan kanallarda Türkiye’ye ettikleri dualardan biliyoruz)
Sıkıntı şu ki, Soçi Mutâbakatı, muhtemel bir insanî dramı tamamen izâle edemedi, onu ancak tehir etti. En azından diplomasiye zaman kazandırmış oldu. Ağır bombardıman riski hâlâ ortada. Dahası, görünen o ki, yakın bir zamanda bir çözüm bulunmazsa bu insanların âkıbeti yine bombardıman altında kalmak olabilir.
Önümüzde duran tabloya baktığımızda gördüğümüz şey şudur: Türkiye, İdlib mutâbakatında Rusya ve İran ile altına imza atarak üstlendiği yükümlülükleri yerine getirmiş/getirebilmiş değil. Türkiye, Soçi Mutâbakatı’yla İdlib’deki terörist unsurların elinden ağır silahların alınacağını, Halep’ten Lazkiye’ye ve Halep’ten Hama-Humus üzerinden Şam’a giden M-4 ve M-5 diye bilinen karayollarının açılacağını, dahası bunu kendisinin temin edeceğini taahhüt etmişti. Rusya’nın ve Rusya destekli rejim saldırılarının bu yılın Mayıs ayından itibaren yeniden başlamasının ‘meşruiyeti’ demeyelim ama ‘gerekçesi’ budur. Rusya, Türkiye’ye ‘bu sorumluluğu aldın, ama yerine getiremedin, biz de şimdi bu sonucu fiili güç kullanarak elde etmeye çalışıyoruz’ diyor. Yani, Soçi Mutabakatı’ndaki ‘mevcut statükonun korunması’nın da artık mümkün olamayacağını ilân ediyor. Ruslar, artık açıkça 8,9 ve 10 numaralı gözlem noktalarının işlevini yitirdiğini, artık bunların daha kuzeye çekilmesini talep ediyor. Bakmayın siz Ankara’da yapılan son zirveden çıkan, ‘Soçi Mutâbakatı’na bağlıyız şeklindeki açıklamalara; yukarıda belirttiğimiz gözlem noktalarının kuzeye çekilmesi talebi bile, ‘artık Soçi mutâbakatı falan yok’ demektir.
Bu noktada şunu da hatırlatalım: Türkiye 17 Eylül 2018’de İdlib mutâbakatına imza atarken, orada Heyet et Tahrir üş Şam (HTŞ) örgütünün gücü bugünkü gibi değildi. Yani Türkiye, zor da olsa bölgenin ağır silahlardan arındırılmasını ve Lazkiye’ye ve Şam’a uzanan otoyolların açılmasını temin edebilecek durumdaydı. O süreçte, hangi aktörlerin, hangi manevralarla orada HTŞ’i güçlendirip İdlib’in neredeyse yüzde 90’ına hâkim bir güç haline getirdiğini, dolayısıyla Türkiye’nin mutâbakattaki misyonunu bir “mission impossible” haline dönüştürdüğünü bilenler biliyor.
Türkiye’nin İdlib’deki mevcut pozisyonunu sürdürülemez kılan ikinci sebep HTŞ’nin kimliğiyle ilgilidir. Heyet-et Tahrir üş Şam, Türkiye’nin de resmen kabul ettiği gibi bir “terör örgütü” dür. Dolayısıyla İdlib’in kontrolünün “neredeyse bütünüyle” bir terör örgütün elinde kalması Türkiye’nin ne savunduğu ne de savunabileceği bir durum. Türkiye, Fırat’ın doğusunda terör örgütleriyle mücadele ederken, Fırat’ın batısında bir başka terör örgütünün şehirleri, kara yollarını kontrol etmesine göz yumamaz. Yummaya kalksa bu durumu kimseye îzah edemez. Beşar Esed rejimi, ‘Ben, işte hepinizin terörist gördüğü bu örgütleri toprağımdan çıkartmaya çalışıyorum’ dediğinde, ki bunu diyor, dışarıya haklı bir görüntü vermiş oluyor. Esed’in, Ortadoğu tarihinin gördüğü en büyük katliamların ve yıkımın müsebbibi olduğu gerçeği bu ‘görüntüyü’ ortadan kaldırmıyor.
Türkiye’nin kaygısı Rusya’nın hedefi
Türkiye, HTŞ gibi bir örgütün burnunun dibinde alan tutmasından memnun olacak bir ülke değil. Ama bu örgütü çıkartmak için İdlib’e yönelik saldırıların, hava bombardımanlarının kendi sınırlarına yeni ve büyük sığınmacı dalgasını tetikleyeceğini de görüyor. Türkiye’nin Rusya ve Rusya destekli Rejim saldırılarından sonra bölgeden kaçmak zorunda kalacak belki iki milyona yakın yeni sığınmacı akınına tahammülü yok.
Rusya ise, İdlib’te yapmak istediği imhâ saldırısıyla, bir yandan pekçoğu başta Kuzey Kafkasya’dan olmak üzere kendi coğrafyasından gelmiş radikal unsurları burada yok etmek; bir yandan da, Fırat’ın batısında radikal örgütlerin kontrolünde kalan son cep olan İdlib’in de Rejmin kontrolüne geçmesini istiyor.
Tabii hem Moskova’nın hem Şam’ın İdlib’e saldırı iştahını daha da kabartan bir sebep daha var: Bölgedeki nüfus yapısını değiştirmek istiyorlar. Saldırılar, daha önce pekçok bölgede görüldüğü gibi yüzbinlerce, belki milyonlarca insanın Suriye’den çıkmasına sebep olacak, böylece ortaya çıkacak yeni demografik yapı önümüzdeki dönemde yapılacak siyasi ve idari düzenlemelerde temsil durumunu ve iktidar ilişkilerini etkileyecek. Elbette ülkedeki Sünni Arap nüfusun çıkışıyla, Nusayri yönetiminin bir “azınlık rejimi” olma hali de mümkün olduğunca törpülenmiş olacak. Sayıları 40-50 bin arası olduğu belirtilen HTŞ ve onunla bağlantılı alt örgütleri imha edeceğiz gerekçesiyle üç milyona yakın insanı Türkiye sınırlarına doğru göç ettirilmesindeki murat biraz da bununla ilgili.
İdlib’te ne yapılabilir?
Hem Türkiye için hem de İdlib halkının can güvenliği için olmazsa olmaz olan şudur:
1. İdlib kesinlikle havadan bombalanmamalıdır. Oradaki terörist unsurlar, gerekirse ortak kara operasyonlarıyla veya sınırları net biçimde belirlenmiş nokta hava operasyonlarıyla temizlenmeli. Tabii bu yapılırken, bu örgütlerin bölgeden kendi rızalarıyla çıkışına da açık kapı bırakılmalıdır. Esasen tercihe şâyan olan budur. (Amerikalılar Rakka’da bunu yapmadı mı?)
2. Bu temin edildikten sonra da, bölgenin, yarım milyon insanı katletmiş Beşar Esed yönetiminin insafına bırakılmayacağı garanti edilmeli. Birleşmiş Milletler’in en azından bu aşamada devreye girerek, bölge halkının Şebbiha tarzı çetelerin katliamlarına mâruz kalmamasını temin etmesi önemlidir.
3. İdlib’de oluşacak yeni idarî teşkilâtlanmayla, artık son aşamaya gelen anayasa görüşmeleri irtibatlandırılmalı. Süreç, belki İdlib üzerinden hızlandırılabilir. Bu aşamadan sonra, Rejimin ülkenin geri kalanının da (elbette Fırat’ın doğusunu kastediyoruz) terör gruplarından temizlenmesine yoğunlaşması sağlanmalı.
Esed’i Suriye halkına dayatamazlar
Türkiye’nin mevcut İdlib pozisyonu nasıl sürdürülebilir görünmüyorsa, Rusya ve İran'ın da Esed'i Suriye'nin yönetiminde tutma politikası orta-uzun vadede zinhar sürdürülebilir bir pozisyon değil.
Neden değil?
Çünkü Suriyeliler, Afrika’nın ücra bir köşesinde yaşayan, dünya ahvâlinden bîhaber bir kabîle değil. Suriye halkı, medeniyetlerin kurulduğu Mezopotamya ovasında ve Akdeniz kıyısında yaşıyor ve dünyada olup biten herşeyin farkında. Neredeyse her evden bir cenaze çıkmış; insanlar ya ana-babalarının ya çocuklarının ya da kardeşlerinin katili, evlerini barklarını terketmek zorunda kalmalarının müsebbi olarak Beşar Esed’i görüyor.
Rusya ile İran, bu zâlimin Suriye’yi yönetmesini istiyor diye onun orada kalabilmesi, ülkeyi yönetebilmesi, karar alabilmesi, kararlarını uygulatabilmesi mümkün mü? Beşar Esed’i bu aşamadan sonra Suriye halkına dayatmak akla ziyan bir talep.
Türkiye Esed’le el sıkışmaz
Bugünlerde Türkiye içinde ‘Beşar Esed’le barışalım’ lobisi yine hareketlenmiş durumda.
Suriye’nin toprak bütünlüğünün temininin ancak Beşar Esed’le konuşarak sağlanabileceğini, İdlib’den tutun, Fırat’ın doğusuna kadar bütün meseleleri Şam’la konuşarak çözebileceğimizi iddia ediyorlar.
Bu görüşü ileri süren bazı eski diplomat ve askerlerle, yazar-çizer takımının en azından bunun sahada, pratik olarak ne işe yarayacağını anlatabilmeleri lâzım.
Ama anlatamıyorlar.
Bu tür yorumlar, Suriye rejimini ve Esed’i hâlâ sahada anlamlı bir aktör olduğunu zannetmekten kaynaklanıyor. Oysa, Beşar Esed’in ne ülkesini temsil kabiliyeti ne karar alabilecek iradesi ne aldığı kararları uygulatabilecek bir kuvveti/kudreti var.
‘Rejim’le konuşmalıyız ‘ tezini savunanlar şu soruların cevabını verebilmeli:
Acaba Suriye rejimi ülkesinin toprak bütünlüğünü korumaya neden Fırat’ın doğusundan başlamıyor? Beşar Esed rejimi, Fırat’ın doğusunda, kendisinin de ‘terör örgütü’ olarak gördüğü yapılara neden göz yumuyor? Şam’ın ülkenin kuzeyini terör unsurlarından temizleme yönünde samimi ve gayretli bir hamlesi Türkiye’ye verilecek doğru bir sinyal olmaz mıydı? Meselâ, Türkiye’nin Eylül sonunda veya Ekim başında yapması muhtemel harekâta Esed’in güneyden destek vermesinin önündeki engel nedir? 2004 yılında Kamışlı olayları patlak verdiğinde, Türk devlet adamlarına ‘siz kuzeyden girin, biz de güneyden girelim. Bir sandviç operasyonu yapalım’ diyen kendisi değil miydi? Dahası, acaba Suriye rejimi, Fırat’ın doğusunda sayıları 18’i bulan Amerikan üs veya üslenme bölgelerine, yani fiili Amerikan işgaline neden müdahale etmiyor? Amerika’nın kendi topraklarına 30 bin tır dolusu silah ve cephane göndermesi karşısında neden sessiz ve hareketsiz?
Suriye rejiminin buraya müdahale için acaba kuvveti ve kudreti mi yoksa niyeti ve iradesi mi yok? Öyle ya, birlikte iş tutmak istediğiniz aktörün en azından bir irade ve kudret sahibi olması beklenir.
Eğer, bunu yapacak kuvveti/kudreti yoksa o zaman Türkiye içindeki ‘Beşar ile konuşalım’ lobisinin Türkiye’yi kuvvetsiz/kudretsiz ve iradesiz bir kukla yönetimle işbirliğine sevketme gayretkeşliğinin izâhı nedir?
‘Rejim’le konuşmadan olmaz’ diyenlere sormak lazım : Acaba bugün Suriye sahasında Rusya ve İran ile tam mutabakata vardıktan sonra hangi işiniz, Rejim’in de mutabakatını almayı gerektirir? Vladimir Putin ve Hasan Ruhani ile tam mutabakata vardıktan sonra Beşar Esed’le konuşmaya neden ihtiyacınız olur? Rusya ve İran’la herhangi bir mutabakatınızı Şam’ın bozma kapasitesi var mıdır? Mesela Soçi’de/Astana’da masaya oturtulmamış olmasının sahada etkilediği herhangi bir durum olmuş mudur?
“Mutlak bir acz” içindeki Suriye rejiminin takip etmeye muktedir olduğu bir stratejik gündemi veya Esed ailesini yönetimde tutmak dışında bir önceliği olduğunu mu zannediyoruz?
Esed’le konuşmak bir ‘Türk görüşü’ olamaz
Kim ne derse desin, akıl ve vicdan sahibi herkes kabul eder ki Türkiye, olayların patlak verdiği 2011 Mart ayından beri Suriye’de iki politikayı tavizsiz takip etmiştir: Suriye’nin toprak bütünlüğü ve ülkede Suriye halkının özgür tercihiyle oluşacak bir yönetim. Bugün Türkiye, bunların birincisi üzerinden Amerika’yla; ikincisi üzerinden de Rusya’yla sorun yaşıyor.
Suriye rejimiyle konuşmalıyız demek, rejimin âkıbetiyle ilgili olarak Rusya/İran ve Amerika’nın çizgisini kabul etmek demektir. Suriye rejimiyle konuşmak bir ‘Türk tezi’ değil, bir ‘Rus/Amerikan tezi’dir. Beşar Esed’le konuşmak, Suriye’nin siyasi geleceğine dair anayasa görüşmelerinde bütün tezlerinizden vazgeçmeniz demektir. Beşar Esed’le konuşmak, yarım milyon insanın katilini meşrulaştırmak demektir.
Bugün Beşar Esed’le konuşarak Türkiye’nin kazanacağı hiçbir şey yoktur, ama kaybedeceği çok şey vardır.