Yüksek bir haklılık duygusuna sahipseniz, bir tarafını oluşturduğunuz münakaşalı durumlarda verileri gözden geçirerek karar verme ve böylece belki kendi haksızlığınıza hükmetme ihtimaliniz de ona paralel olarak azalır. Hele onu da aşan “mutlak” bir haklılık duygusuna sahipseniz, kendinizi haksız bulma ihtimaliniz hiç yoktur. Savaş, bütün bir toplumu böyle kişiler haline getirebilir.
Bir sohbet sırasında Gülay Göktürk’ten dinlemiştim; yıllar önce bir televizyon programında milliyetçi kimliğiyle bilinen Prof. Ümit Özdağ’la tartışırlarken, konu 20. Yüzyılın başlarında Osmanlı’ya karşı bağımsızlık savaşı veren uluslar mevzuuna gelmiş. Özdağ, İmparatorluğa “ihanet eden” ulusların “a-priori haksız konumu” üzerine bir şeyler anlatırken Gülay Göktürk onların uluslaşma hakkı üzerinden tam tersi bir söylem tutturmuş ve haklı tarafın onlar olduğunu söylemiş. Özdağ içtenlikle o kadar şaşırmış, o kadar inanamayan gözlerle bakmış ki muhatabının yüzüne, bir süre hiçbir şey diyemeden kalakalmış.
Bir milliyetçinin, Türklerin bir tarafını oluşturduğu bir savaşta karşı tarafı haklı bulma ihtimali yüzde sıfırdır. Çünkü Türkler her durumda mutlak olarak haklıdır.
Yüksek bir haklılık duygusuna sahipseniz, bir tarafını oluşturduğunuz münakaşalı durumlarda verileri gözden geçirerek karar verme ve böylece belki kendi haksızlığınıza hükmetme ihtimaliniz de ona paralel olarak azalır. Hele onu da aşan mutlak bir haklılık duygusuna sahipseniz, kendinizi haksız bulma ihtimaliniz hiç yoktur. Savaş, bütün bir toplumu böyle kişiler haline getirebilir.
Bir kez daha milliyetçiliğin, kendi milletinin ve devletinin her durumda “haklı” olduğuna inanmak demek olduğu günlerden geçiyoruz. Savaş, bu duyguyu elle tutulacak kadar müşahhas hale getirir; onu da hep birlikte idrak ediyoruz.
Bazı sevme biçimleri adalet duygusunu önemsizleştirir
Bazı bağlanma ve sevme biçimleri, adalet duygusunu önemsizleştirir, arka plana iter... Çocuğu mahalledeki arkadaşıyla kavgaya tutuşan babanın kendi çocuğunun haksız olma ihtimalini aklından bile geçirmeyip öbür çocuğa tokatı basmasında olduğu gibi... Yakınlarımızı koruma ve kollama duygusuna kanunların verdiği prim de açıklayıcıdır; Türk Ceza Kanunu’na göre suç işlemiş çocuklarını saklayıp kayıran anne-baba suçluya yataklık etmekle suçlanamaz!
Milliyetçiliğin bakış açısıyla, ne olup bittiğine bakmaksızın mahalle arkadaşıyla kavgaya tutuşan çocuğunun yanında yer alıp arkadaşına tokatı basan babaya hak veren bakış açısı arasında hiçbir fark yoktur. Tıpkı, hangi suçu işlemiş olursa olsun, çocuğunun ceza almaması için elinden geleni yapan babanın yasalar karşısında “masum” olduğunu onaylayan bakış açısı arasında fark olmaması gibi...
Milliyetçilik de, bu örneklerde olduğu gibi adaleti bir değer olmaktan çıkartan bir rol oynar. Belki de yanlış, hatalı davranılıyor olabileceğine dair bütün kuşkular bu mutlak haklılık duygusu üzerinden silinir, geriye “bizim” adımıza ne yapılırsa yapılsın “bizim” haklı olduğumuz bir tablo kalır.
Savaş, derece derece bütün milletler için aynı etkiyi yapar, yani milliyetçiliğin silikleştirdiği adalet duygusu savaşla birlikte tamamen kaybolur.
Bir insanı her durumda haklı olduğuna inandıran, dolayısıyla karşısındakine haksızlık yapma endişesini ortadan kaldıran bir şey ne kadar kötüyse, bir milleti neredeyse topyekûn aynı duruma getiren savaş da o kadar kötüdür.
Sırf bu nedenle bile bütün savaşlar bütün milletler için kötüdür.