TBMM 1 Kasım 1922’de hilafet ile saltanatın ayrılmasına ve saltanatın iptal edilmesine karar vermiştir. Böylece rejim değişmiştir. Devlet yönetimini ve toplumsal ilişkileri düzenleyen yasalarda İslami prensipler değil, batılı, laik bir anlayış hakimdir. Türkiye’de devrimlerle ulaşılmak istenen hedef batılı kültür ve hayat tarzını benimsemiş bir toplum oluşturmaktır.
İngiliz-Yahudi Medeniyetinin[1] bir ürünü olan Dünya sisteminin Türkiye için seçtiği model budur. Dünya sistemi Ortadoğu’da kurmak istediği düzene (bir Yahudi devleti kurulması ve bölge kaynaklarının kontrol edilmesi ve sömürülmesi için elverişli bir düzenin kurulması) uygun görmediği için Osmanlı devletini ortadan kaldırdı; Türkiye için kararlaştırılan hilafetsiz ve hayat tarzı İslam olmayan bir devlet inşa etmekti; bu da gerçekleştirildi.
İkinci dünya savaşında dünya sisteminin merkezi (Siyonist sermayeyle birlikte) ABD’ye taşındı. ABD’nin başka projeleri vardı. 1943’te Tahran’da düzenlenen Roosevelt, Stalin ve Churchill’in katıldığı konferansta; Doğu Avrupa ülkeleri bizzat ABD tarafından Stalin’in yönetimindeki Sovyet Rusya’ya altın tepside ikram edildi. Böylece Sovyetler Birliği, ABD merkezli dünya sisteminin bir parçası oldu.
ABD’nin ülkemize biçtiği yeni bir rol vardır; Sünni Müslüman dünyayı Türkiye aracılığıyla manipüle etmek. Tıpkı İngiltere gibi ABD’nin önceliği de (yayılmacı ve bozguncu kimliğiyle birlikte) Siyonist İsrail devletinin varlığıdır. Durum böyle olunca da Yahudilerin tabii düşman gördükleri Arap devletleri ABD’nin de düşmanlarıdır. ABD ve Siyonizm’in çıkarları ortaktır. Bu şekilde ABD ve müttefiklerinin plan ve projelerinin Arap devletlerini zayıflatmaya yönelik olması ve bunun için de gerekirse bu devletleri daha küçük parçalara bölmek için savaş çıkartmaları beklenen bir durumdur. ABD sisteminin bir politikası da Ortadoğu coğrafyasında dini ve etnik azınlıkları desteklemektir.
Stalin yönetimindeki komünist Rusya’nın Polonya, Bulgaristan, Romanya ve diğer savaş yorgunu Doğu Avrupa ülkelerini işgal etmesini ve acımasızca sömürmesini teşvik eden ABD’nin daha sonra bir ‘anti-komünizm siyaseti’ üretmesi ve özgür dünyayı Sovyetler Birliği’ne ve komünizme karşı savunuyor gibi görünmesi tümüyle bir kandırmacadır. Bu şekilde asıl amaçlarını kamufle etmektedir. SSCB İsrail’i hep desteklemiştir. Sosyalizm, komünizm ve milliyetçilik, İsrail’in yayılmacılığına direnen Sünni Arap toplumlarını İslam’dan uzaklaştıran (ve böylece şahsiyetlerini kaybettikleri) ideolojik araçlar olmuştur her zaman.
Özkan ve arkadaşları Türkiye’de gerçekleşeni şöyle ifade ederler: ‘İslamcılığın adım adım yükseldiği Türkiye’nin soğuk savaş düzeni mercek altına alındığında ordu, sermaye ve ABD üç temel dinamik olarak karşımıza çıkmaktadır…Müesses nizamın kilit kurumlarından ordu, NATO’nun üyesi olarak, 1952’den itibaren komünizmi baş düşman olarak tanımlamış, 1960’lardan itibaren de OYAK’ın kurulmasına koşut biçimde kapitalist ekonomik düzende sermayedar sıfatıyla işçi ve öğrenci hareketleri ekseninde yükselen sola karşı konumlanmıştır. Türkiye’de ordu ve onun denetimindeki istihbarat, sola karşı İslamcılıkla bu zeminde ittifak yapmıştır. Tıpkı ordu gibi İslamcılığa mesafeli olduğu iddia edilen Türkiye’nin büyük sermayesi de soğuk savaş döneminde çıkarlarına tehdit olarak algıladığı sola karşı toplumun İslamcılaştırılmasını desteklemiştir. 12 Eylül 1980 darbesi sonrasında İslamcılık içinden gelen Turgut Özal liderliğinde uygulanmış Neo-liberal politikaların emekçi kesimlerde doğuracağı tepkiyi önlemek için imam hatip okullarını, camileri, din adamlarını ve zorunlu din derslerini çoğaltmak da dahil, ordu ve büyük sermaye topyekûn İslamcılaştırma politikalarında tam manasıyla iş birliği içinde olmuştur’[2]
Olup bitenleri ‘anti-komünizm üzerinden’ açıklamak ilk bakışta cazip görünebilir: Soğuk savaş dönemi; ABD önderliğinde batı bloku ve SSCB önderliğinde doğu bloku, iki taraftan birini seçeceksiniz. Bu ortamı düzenleyenler de durumun böyle algılanmasını istemektedirler. Ama burada iki sorunun cevabı çok önemlidir: 1. ‘Türkiye’de izin verilen ‘İslamcılık’ gerçekten sahih bir anlayış mıdır ve neticede Türkiye’deki laik düzeni gerçekten değiştirmeye yönelik herhangi bir etkisi söz konusu mudur? 2. ‘Amerikancı İslamcı’ (aslında rejimin ürettiği ve kontrol ettiği) kadrolar Ortadoğu coğrafyasında ve de özellikle Mısır ve Suriye’deki Müslümanlarla ilgili neler yapmışlardır?
Türkiye’de, İslam ahkamının tatbik edildiği bir toplum ve devlet inşa etmeyi amaç edinen ‘İhvan-ı Müslimin’ gibi yapılar yoktur. Erkilet’in ifadesiyle ‘laikliği temel bir dinsel sorun olarak algılayan ve buna karşı bireysel değil grupsal ve eylemci tepkiler geliştirenlerin oluşturduğu hareketler’[3] Türk topraklarında hiçbir zaman neşvünema bulmamıştır. Bir İslamcı insan menşeli tüm öğretilere, bütün ‘İzm’lere[4] ve tabii laisizme ve sekülerizme de karşıdır. Cumhuriyetin ilk yıllarında, İslami hassasiyeti nedeniyle rejime karşı direnen (nurculuk gibi) hareketler olmuştur; ama zaman içinde tüm bu yapılar sistem tarafından manipüle edilmiş, hatta rejimle bütünleşmiş, Amerikancı İslamcılığın aparatlarına dönüşmüşlerdir. Türkiye’de halihazırdaki (hayat tarzında laik ve seküler tavrı benimsemiş) dinsel gruplar, tarikatlar ve partiler rejimin kontrolü altında ve onun yönlendirmelerine göre faaliyet göstermektedirler. Bu tarz bir yaklaşım da Kutub’un deyişiyle ‘Amerikancı bir İslam’ anlayışının ifadesidir.[5]
Özkan ve arkadaşları Türkiye’de ‘reislamizasyon’ (yeniden İslamlaştırma) hadisesinin ilk kez CHP’nin dini kullanmaya başlamasıyla (köy enstitülerinin yerine din derslerinin ve imam hatip okullarının desteklenmesiyle) ve 1945-1950 arasında vuku bulduğunu söylerler. 14 Mayıs 1950’deki seçimleri kazanan DP de zaten 1946’da CHP’den ayrılan bir ekip tarafından kurulmuştur. DP hükümeti 16 Haziran 1950’de Arapça ezan yasağını kaldırır. Daha sonra da 1947-48 savaşında Yahudi milisleri yenilgiye uğratan tek topluluk olan Müslüman Kardeşlerin kurucu lideri Hasan el-Benna’nın damadı ve hareketin Mısır dışındaki ülkelerle ilişkilerini yürüten Sait Ramazan’a 10 Kasım 1950’de Türkiye’de Fatih camiinde hutbe verdirilir. Halbuki DP veya Menderes İslamcı değildirler. Özkan ve arkadaşları 1960 sonrasında da ‘siyasal İslamcı’ örgütlenmelere destek verildiğini, MTTB ve MHP’de ‘İslamcılığın’ öne çıktığını, nurculuk başta olmak üzere tarikat ve cemaatlerin hızla güçlendiğini ve ‘siyasal İslamcı’ bir partinin (MNP) kurulduğunu belirtirler. ‘…12 Mart ara rejiminin hemen sonrasında siyasal İslam Türkiye’nin iktidar kapısından içeri bir daha hiç çıkmamak üzere girmiş, hükümet formülasyonlarının başat unsuru haline gelmiştir.’[6] 12 Eylül 1980 askeri darbesiyle birlikte resmi ideolojinin ‘Türk-İslam sentezi’ olduğu da kaydedilir.[7] Bu verilerle birlikte Türkiye’de son yirmi yılda ‘Amerikancı İslamcı’ özellikleriyle tanınan kadroların iktidar olduğunu da göz önünde tutarsak karşımıza şöyle bir manzara çıkmaktadır: 1945’den 2022’ye kadar, yönetimde asker veya siviller, şu veya bu parti olmuş hiç fark etmeksizin ‘Amerikancı bir İslamcılık’ hep destek ve tasvip görmüştür.
Türkiye’de 1945’ten sonra ‘Gladio-Kontrgerilla-Ergenekon’ şeklinde farklı isimlerle bilinen yapılar tarafından ortaya çıkarılan sağ ve sol gençlik örgütlerinin düzenlediği öğrenci ve işçi eylemlerindeki temalara bakıp; işte yükselen bir sol vardı, İslamcılar da öbür tarafta konumlandırıldı, şeklindeki bir yorum yanıltıcı olur. Olayları ‘Sovyet karşıtlığı’ veya ‘anti-komünizm üzerinden okumak bizi kuşatıcı ve tatmin edici bir açıklamaya götürmez. Solun Türk toplumunda ciddi bir karşılığı yoktur. CHP-DP-Devlet tarafından aslında tatbik edilen şudur: Sol, sağ (milliyetçilik) ve ‘Amerikancı bir İslamcılık’ düşünceleri toplumda birtakım kesimler nezdinde teşvik edilmiştir. Aynı merkez hepsini birden yönetmiştir. Örneğin rejim nasıl ki bazı eylemlerde sol ve sağ görüşlü grupları sahaya sürdüyse, aynı şekilde tertiplediği birtakım hadiselerde de (kanlı Pazar, Mavi Marmara vb.) ‘Amerikancı İslamcı’ kadroları kullanmıştır.
ABD ve müttefiklerinin İslamcılığı ve özellikle de Müslüman Kardeşler hareketini destekler görünmesi ne kadar aldatıcıysa, aynı şekilde tümüyle ABD’nin manipülasyonuyla gerçekleşen Türkiye’deki ‘reislamizasyon’ veya ‘siyasal İslam’ın güç kazanma görüntüleri de o denli aldatıcıdır. Bir defa bu minval hadiseler Türkiye’deki NATO ve AB çerçeveli İslam dışı sistemi hiçbir şekilde olumsuz etkilememektedir. Aksine tayin edilen yapı pekişmekte, seküler anlayış yerleşmekte, laiklik Türk toplumunda ortak bir ‘değer’ haline gelmektedir. Ayrıca Sovyetler Birliğinin 1989’da dağıldığını hatırlarsak (Oysa Türkiye’deki ‘Amerikancı İslamcılık’ dalgası bundan sonra da hız kesmeden devam etmiştir) hadiseleri anti-komünizm veya Rusya karşıtlığı üzerinden değil de ABD merkezli dünya sisteminin manipülasyonu ile açıklamak makul ve doğru olur.
Haçlı-Siyonist dünya sistemi, İslam’ı kendi uygarlıklarına bir alternatif olmaktan çıkarmak için projeler üretmektedir. Fikri planda ‘tarihin sonu’, ‘medeniyetler çatışması’ ve ‘İslamofobi’ gibi kötü niyetli ve bir o kadar da derinlikten uzak projelerini gündeme getiriyorlar; hakikatini kaybetmiş, çürümüş, manevi bir çöplük olan uygarlıklarının insanlık için en iyi hayat tarzını ve en mükemmel toplum düzenini sundukları zannını benimsetmek istiyorlar.
Oysa ‘…beyaz adamın üstün olduğu devir sona ermiştir. Çünkü beyaz adamın uygarlığı yakın vadelidir, belirli hedeflerine ulaşmış ve her şeyini tüketmiştir; artık insanlığa verecek bir şeyi kalmamıştır. İnsanlığa öncülük edecek, insanlığı gerçek anlamda geliştirip yükseltecek; insani değerleri ve insani hayatı yeni ufuklara götürecek düşüncelerden, kavramlardan, ilke ve değerlerden yoksundur…Rus olsun, Amerikalı olsun, İngiliz ya da Fransız olsun veya İsviçreli, İsveçli olsun, beyaz adamın devri sona ermiştir. Avrupa tarihinde ve Batıda söz sahibi olan doktrinlerde, düzenlerde, sistem ve prensiplerde kendini gösteren uğursuz bir şizofreni kendi devriyle birlikte beyaz adam devrinin de sona erdiğini ilan etti.’[8]
Kudüs’te yayınlanan bir derginin 1982’de gündeme getirdiği,[9] İsrail’in topraklarını genişletme, Arap devletlerini bölme ve zulme karşı koyan Sünni toplulukları yok etme stratejisi adım adım uygulanmaktadır. İsrail hiçbir risk almadan ve tek kurşun atmadan, aracılarla hedeflerine ulaşmaktadır.
Türkiye kendine biçilen rolü yerine getirmektedir. ABD ve müttefikleri, Afganistan ve Irak’ı işgal etmişlerdir; Suriye’de çıkarttıkları iç savaş neticesinde ülke bölünmekte ve emperyalistleri endişelendiren Sünni toplum katliamlar ve sürgünlerle yok edilmektedir. Gazze ve Hamas yerle bir edilmiştir. Kudüs İsrail’in başkenti olarak tanınmıştır. Libya’da kaos devam etmektedir. Tunus’ta İslamcılara darbe yapılmıştır. Irak, Suriye, Lübnan ve Yemen Şiilere teslim edilmiştir. Mısır’da İhvan-ı Müslimin hareketi askeri darbe ve katliamlarla yeryüzünden silinme noktasına getirilmiştir. Bütün bu hadiseler, Türkiye’deki ‘Amerikancı İslamcı’ kadrolar ABD’ye bağlı çalışan yerli güç odaklarıyla iş birliği yapmasaydı, asla gerçekleşmezdi. Yani ABD 1945’ten bu yana ısrarla ve gayretle ‘Amerikancı İslamcı’ kadroları yetiştiren bir vasatı boşuna oluşturmamıştır Türkiye’de.
KAYNAKÇA
1.Teoman Duralı, Çağdaş Küresel Medeniyet, Dergah yay., İstanbul 2001)
2.R. Garaudy, İlahi Mesajlar Toprağı Filistin, çev. Cemal Aydın, Timaş yay., İstanbul 2018
- Seyyid Kutub, İslami Etütler, çev. H. Fehmi Ulus, Beka yay., İstanbul 2018
4.Der. Behlül Özkan-Tolga Gürakar, Türkiye’nin Soğuk Savaş Düzeni, Tekin yay., İstanbul 2020
5.Alev Erkilet, Ortadoğu’da Modernleşme ve İslami Hareketler, Büyüyenay yay., İstanbul 2017
5.Cemil Meriç, Bu ülke, İletişim yay., İstanbul 1999
6.Seyyid Kutub, İstikbal İslam’ındır, çev. Hasan Fehmi Ulus, Beka yay., İstanbul 2019
[1] ‘İngiliz-Yahudi Medeniyeti’ deyişini ilk kez ifade eden Teoman Duralı’dır. (Teoman Duralı, Çağdaş Küresel Medeniyet, Dergah yay., İstanbul 2001)
[2] Der. Behlül Özkan-Tolga Gürakar Türkiye’nin Soğuk Savaş Düzeni, Tekin yay., İstanbul 2020, s. 18
[3] Alev Erkilet, Ortadoğu’da Modernleşme ve İslami Hareketler, Büyüyenay yay., İstanbul 2017, s. 155
[4] ‘Bu ‘İzm’ler idrakimize giydirilen deli gömlekleri. İtibarları menşelerinden geliyor. Hepsi de Avrupalı. (Cemil Meriç, Bu ülke, İletişim yay., İstanbul 1999, s. 90)
[5] ‘Amerikalıların ve dostlarının Ortadoğu’da var olmasını istedikleri İslam sömürüye karşı direnen bir İslam olmadığı gibi, tuğyana karşı duran bir İslam da değildir. Şüphesiz onlar İslam’ın egemen olmasını istemezler; hatta buna katlanamazlar bile. Bu durumda artık anlaşılmıştır ki, Amerikalılar ve dostları Ortadoğu’da Amerikancı bir İslam istemektedirler.’ (Seyyid Kutub, İslami Etütler, çev. H. Fehmi Ulus, Beka yay., İstanbul 2018, s. 32)
[6] Der. Behlül Özkan-Tolga Gürakar, a. g. e., s. 22
[7] Der. Behlül Özkan-Tolga Gürakar, a. g. e., s. 136
[8] Seyyid Kutub, İstikbal İslam’ındır, çev. Hasan Fehmi Ulus, Beka yay., İstanbul 2019, s. 54-63
[9] Dünya Siyonist Örgütü tarafından Kudüs’te çıkarılan Kivunium isimli bir dergide 1982’de yayınlanan bir makalede İsrail’in bütün Arap devletlerini parçalamayı hedeflediği dile getirilmiştir. (Garaudy, İlahi Mesajlar Toprağı Filistin, çev. Cemal Aydın, Timaş yay., İstanbul 2018, s. 461)
Kaynak: farklı bakış