Mesut Özcan
NATO üyesi olması ve uzun yıllar boyunca Batı eksenli bir dış politika izlemesi, Türkiye´nin ulusal güvenlik stratejisini de etkilemiştir. Türkiye´nin Soğuk Savaş döneminde Doğu bloğundan algıladığı tehdit, Batı ile entegre bir güvenlik siyaseti uygulamasını da zorunlu kıldı. Fakat en önemli tehdit olarak görülen Sovyetler Birliği´nin yıkılması, Türkiye´ye dış politikasını ve güvenlik stratejisini kısmi olarak yeniden yapılandırma imkanı verdi. Nitekim Soğuk Savaş sonrası döneme kadar devlet merkezli askeri tehditler üzerinden tartışılan güvenlik sorunları yeni dönemde çeşitlenerek, başta terörizm olmak üzere devlet dışı aktörlerden ve gruplardan kaynaklanan yeni tehdit unsurlarını da kapsamaya başladı.
Tehdit algısında yaşanan bu değişim, ittifaklara dayalı kolektif güvenlik anlayışını da etkiledi; devletlerin kendi başlarına ilgilenmek zorunda kaldıkları yeni kriz alanlarını ortaya çıkardı. Bu bağlamda, özellikle 1980´li yılların başlarından itibaren terör örgütü PKK´ya karşı sürdürülen mücadele, bu dönemden itibaren Türkiye için en önemli ve öncelikli güvenlik meselesi haline geldi. PKK´nın önce Suriye´ye, daha sonrasında ise (jeopolitik anlamda örgüt için korunaklı bir bölge olan) Irak´ın kuzeyine yerleşerek sınırın ötesinden Türkiye´yi hedef alması, Türkiye´nin karşı karşıya kaldığı güvenlik sorununun bölgeselleşmesini de beraberinde getirdi. Suriye ve İran gibi bölge ülkeleriyle bazı Batılı ülkelerin örgüte verdiği destek de Türkiye´nin güvenlik konusundaki hassasiyetini etkiledi.
1991 sonrasında Kuzey Irak´ta ortaya çıkan de facto yapı ve 2003´te Irak´ta yaşanan işgal Türkiye´nin sınır komşusunu istikrarsızlaştırırken, farklı tehdit oluşumlarına da zemin hazırladı. Nitekim Irak işgali sonrası ülkede yaşanan otorite boşluğu, günümüzde daha da net anlaşılan üç ayrıksı (Bağdat merkezli Şiiler, Erbil merkezli Kürtler, Musul/Anbar merkezli Sünni Araplar) Irak sorununu ortaya çıkardı. Bu farklılaşma Irak´taki kırılganlığı derinleştirirken, bölgesel anlamda geniş çaplı bir terör tehdidinin güçlenmesine de neden oldu. En nihayetinde, özellikle 2014 sonrası Türkiye için en önemli tehditlerden biri haline gelen DEAŞ, Irak´taki bu istikrarsızlıktan beslenerek güç kazandı.
Öte yandan, Türkiye´nin 2000´li yıllarda değişen dış siyaseti, Ortadoğu´ya bakışını da etkiledi. Bu döneme kadar güvenlik tehditlerinin kaynağı olarak görülen Ortadoğu, müttefiklerle yapılan işbirliği sayesinde, tehditlerin minimize edildiği, kırılgan bir jeopolitik alan olarak inşa edildi. 2000 sonrası dönemde, Ortadoğu´yu tehdidin kaynağı olarak gören yaklaşımı terk eden Türkiye, bölgeyi iyi ilişkilerin kurulabileceği bir fırsat merkezi olarak yeniden yorumladı. Bu durum Irak (özellikle Kuzey Irak bölgesi), Suriye, İran ve Mısır´la yeni bir ilişki biçiminin ortaya çıkmasını kolaylaştırdı. Arap Baharına kadar önemli sonuçlar doğuran bu siyaset, bölgede artan çatışmalar ve kırılganlıklardan sonra yeni risklerle karşı karşıya kaldı. Özellikle Suriye´de yaşanan iç savaş, terör örgütleri DEAŞ ve PKK/PYD´nin Türkiye´nin sınırlarına yerleşmesi, 2014 sonrası dönemde güvenlik risklerini Türkiye´nin sınırlarından ötede tutacak yeni bir güvenlik stratejisini zorunlu hale getirdi.
Bu bağlamda, Türkiye ilk adımda Obama yönetimini ve Batı´yı, güney sınırlarına yakın bölgelerde terör tehdidini minimize edecek olan ?güvenli bölge/uçuşa yasak bölge? benzeri yapıları kurmak için ikna etmeye çalıştı. Fakat özellikle Obama yönetiminin buna doğrudan karşı çıkan siyaseti ve 2014´ten itibaren terör örgütü PKK/PYD´yi siyasi ve askeri bakımdan destekleyerek DEAŞ karşısında bir ?müttefik? rolünde öne çıkarması, Türkiye´nin güvenlik algısını etkiledi. Nitekim Kuzey Suriye´de örgütün kontrolünde ?kanton?ların inşa edilme faaliyetlerinin, Merkez Kuvvetler Komutanlığı (CENTCOM) tarafından desteklemesi, Türkiye´nin operasyonlarının engellenmesi çabası ve Münbiç konusunda verdiği sözleri tutmaması, Türkiye´nin ABD´ye güvenini olumsuz yönde etkiledi ve Rusya gibi sahadaki diğer aktörlerle de anlaşarak güvenlik konusunda yeni adımlar atmasını zorunlu hale getirdi.
Nitekim DEAŞ´ın Suruç´taki terör saldırısı ve PKK/PYD´nin dış desteği kalıcı hale getirerek Afrin-Münbiç hattını birleştirme hedefi, Türkiye´nin sert güç kullanımına yönelmesine neden oldu. Bu kapsamda Türkiye, Fırat Kalkanı harekâtıyla (FHK), iç savaştan bu yana ilk defa askeri gücüyle Suriye´de var olan bir aktör haline gelerek sahada elini güçlendirdi. Bu durum, karar vericiler için bir anlamda ?sabır döneminin? sona erdiğini ve askeri güç olmaksızın Suriye kaynaklı tehditlerin salt diplomasi ve ikna yöntemiyle çözülemeyeceğine olan inancın güçlendiğini de gösteriyordu.
Nitekim FKH ile Türkiye, sınırlarındaki tehditleri bertaraf etme ve olası terör koridorunu yıkma konusunda önemli bir adım attı. Türkiye bu dönemden itibaren hem PKK ile mücadele bağlamında hem de Irak´tan Suriye´ye kadar uzanan coğrafyadan kaynaklanan karmaşık güvenlik tehditleri karşısında, yeni bir güvenlik planlamasına/konseptine ihtiyaç duyduğunun da farkına vardı. Bu açıdan, önceki yıllarda Irak´ta PKK´ya karşı kısıtlı sürelerle yapılan sıcak takip ve sınır dışı operasyonlar, yeni dönemde farklı bir model üzerinden yeniden formüle edilmeye başlandı. Bir yandan Irak içinde Başika benzeri askeri kamplar kuruldu, istihbarat faaliyetleri genişletildi ve Kandil´in dışındaki (Sincar gibi) bölgelerde bulunan terör kampları da SİHA ve F16´larla hedef alınmaya başlandı. Diğer yandan, Suriye´de askeri operasyonlardan sonra kontrolün sağlandığı hat boyunca güvenli bölgeler inşa etme imkanı yakalayan Türkiye, uzun süre sonra sınırlarının belli bir bölümünde istikrarı sağladı. Bu kapsamda ÖSO birlikleri de güçlendirilerek bu bölgelerde rol üstlenmeleri sağlandı. Zeytin Dalı harekâtıyla Afrin ve Fırat´ın batısındaki tehditler büyük oranda azaltılırken, Astana´da Rusya ve İran ile tesis edilen görüşmeler aracılığıyla da İdlib´de yaşanabilecek geniş çaplı krizlerin önlenmesinde önemli adımlar atıldı. Rusya ile uzlaşılabilecek konuları öne çıkararak çözüm hususunda müzakereye yönelmesi, Türkiye´nin bölgede krizin derinleşmesinin önüne geçmesini sağladı.
Bugün gelinen noktada Türkiye için en hayati tehdit Fırat´ın doğusundan kaynaklanmaktadır. Türkiye´nin güvenlik endişeleri nedeniyle meşru müdafaa hakkını kullanacağını beyan etmesi de uluslararası hukukla uyumludur. Öte yandan, tehdit riskinin mimimize edilmesi için Türkiye´nin müttefiklerinden beklediği desteği alamaması, kendi güvenliğini ancak kendisinin sağlayabileceği inancını kuvvetlendiriyor. Nitekim Türkiye´nin Fırat´ın doğusu için hazırlık yaptığını beyan etmesi, 2014´ten bu yana PYD/YPG´yi destekleyen ABD´nin yol açtığı güvensizliğin de bir sonucudur. Amerika tarafından CENTCOM üzerinden sağlanan askeri yardımlar, sınırda yeni gözetleme noktalarının inşasının hedeflenmesi ve 30 bin PYD/YPG militanın eğitilmesi, bu güvensizliğin ana nedenleridir.
ABD Başkanı Donald Trump´ın Cumhurbaşkanı Erdoğan ile görüşmesinden sonra Suriye´den askerlerini çekeceklerini açıklaması ve bunu uluslararası kamuoyuna beyan etmesi, ABD´nin son dört yılda izlediği siyaseti terk etme sinyali vermesi ve mevcut güvensizliği azaltması açısından değerlidir. Pentagon´un çekilme sürecinin başladığını açıklaması da, bu adımın daha önce hayata geçmemiş olan benzeri çekilme açıklamalarından farklı olduğunu gösteriyor. Fakat Senato´daki bazı grupların yanı sıra Pentagon´un ve CENTCOM´un çekilmeye karşı çıkması, söz konusu kararın sahada ne ölçüde uygulanabileceğine ilişkin soru işaretlerine neden oluyor. Öte yandan, PYD´nin desteklenmesini en başından beri savunan isimlerden biri olan DEAŞ ile Mücadele Özel Temsilcisi McGurk´un istifası, ABD Genelkurmay Başkanı Dunford ile CENTCOM Komutanı Votel´in görevden ayrılacak olması ve yine çekilmeye karşı çıktığı için görevinden istifa eden Savunma Bakanı Mattis gibi isimlerin politika yapım ve uygulama süreçlerinden uzaklaşması, ABD´nin Suriye siyasetinin Türkiye´nin çıkarlarıyla uyumlu şekilde dönüşmesinde etkili olabilir.
Tüm bunlara ek olarak, ABD yönetiminin çekilme kararını beyan etmesi Türkiye´nin çıkarları açısından önemli bir kazanımdır. Cumhurbaşkanı Erdoğan´ın hem kalan son DEAŞ kalıntılarına hem de PKK/PYD´ye karşı operasyon yapma kararının önümüzdeki aylarda uygulamaya geçebileceğini belirtmesi de bu bağlamda büyük önem arz etmektedir. ABD´nin Suriye´den olası çekilme planı bağlamında Türkiye´nin sahadaki etkisini artırması, çıkarları açısından hayati önem taşımaktadır. Bu durum hem bölgede oluşabilecek yeni güvenlik açıklarının önüne geçmek hem de PKK/PYD ve DEAŞ´ın alan hakimiyetini ve tehdit olma kapasitelerini minimize etmek açısından önemlidir. Türkiye´nin son dönemde izlediği güvenlik siyaseti özelinde bakıldığında ise Türkiye´nin kendi sınırlarında ve coğrafyasında oluşabilecek bir boşluğa tahammülünün olmadığı açıkça görülmektedir. Bölgemizdeki güvenlik bunalımı nedeniyle uzun yıllardan bu yana ağır bedeller ödeyen Türkiye, hem Suriye-Irak coğrafyasının istikrara kavuşması hem de mevcut tehditlerin bertaraf edilmesi açısından, son dönemde izlediği güvenlik politikasından taviz vermeyecektir.