İslâm, tarihsel süreçte kendi çoğulculuğunu oluşturma ve yaşatma tecrübesi geçirmiş bir dindir; hatta ünlü medeniyet tarihçisi Bernard Lewis´e göre bu tecrübeyi yaşamış tek dindir. Kuşkusuz bazı Müslüman toplumlar mutedil, hoşgörülü, çoğulcu, esnek ve katılımcı bir din anlayışı oluştururken bazıları geçmişten devraldıkları yerel mirasın da etkisiyle daha statik, tek tipleştirici ve sınırlayıcı bir İslam algısı geliştirmişlerdir. Dinî ve etnik yapı itibariyle tamamen monolitik olan Arap yarımadasının durumu böyledir. Bu coğrafyadaki ülkeler, petrol gelirlerini de kullanarak kendi zahirî-selefî din anlayışlarını ?başta Pakistan, Afganistan, Orta Asya ve Balkan ülkeleri olmak üzere- dünyaya ihraç etmeye çalıştılar. Büyük ölçüde bunun tesiriyle, Müslüman olmayan toplumlarda, genelde modern dünya ile kavgalı tek tip bir İslâm dünyası tasavvuru oluştu.
Hâlbuki İslam dünyası hiçbir zaman homojen bir yapıda olmamıştır. Tek tip düşünce biçimi, tek tip din anlayışı ve yönetim biçimi yerine zengin bir çeşitlilik olmuştur. Bu çeşitlilik aslında özgürlükler alanının genişliğine de işaret ediyordu. Söz gelimi 19. Yüzyılın önemli İslâm toplumlarında hem siyasi hem dinî özgürlükler günümüzdeki birçok İslâm ülkesinden daha ilerideydi.
İslâm ülkeleri içinde bilhassa Türkiye´nin modern ve demokratik yapısıyla özgün bir yeri vardır. Çünkü Türkiye tarihî tecrübe ve bu tecrübenin geliştirdiği kurumlar açısından önemli bir birikime sahiptir. Bu birikimi değerli ve eşsiz kılan temel unsurlar arasında hem genel olarak İslâm´ın kaynakları ve tarihinden, özellikle Osmanlı´dan tevarüs ettiğimiz hoşgörü kültürünü ve çoğulculuk deneyimini hem de modern dönemdeki demokrasi ve laiklik deneyimini saymak mümkündür. Modern Türkiye´nin kimliği, Doğu ve Batıyla etkileşiminin ürettiği ?geçmişi neredeyse üç asra varan- bir sentezi temsil etmektedir ve bunun kesinlikle göz ardı edilmemesi gerekir.
***
Türkiye 150 yıla yükaşan siyasal-toplumsal arayış ve çalkantıların ardından iki binlerin ilk yıllarında özgüveni yüksek, hoşgörülü, diyaloga açık ve özgün bir İslam anlayışını destekleyen, bunun örneğini sergileyen bir ülke olarak dünya gündeminde özel bir ilgi odağı olmuştu. Toplumsal barıştan ekonomik gelişmeye, uluslararası ilişkilerde barış ve uzlaşmaya kadar birçok alanda hızla meyvelerini veren bu bereketli süreç on yıl kadar sürdü. O yıllarda sağlanan başarılar, kanaatimce tam da toplumun karakterine ve kültürel kodlarına uygun bir din ve dünya görüşünün yakalandığının somut tezahürü idi. Bu veri, sağlanan başarıların çok çok ötesinde bir anlam ifade etmekte, adeta bir keşif değeri taşımaktadır.
***
İki binlerin ilk on yılındaki deneyimimiz din bağlamında bize şu gerçeği gösterdi: Türkiye´de büyük toplum kesimlerince onaylanan İslam anlayışı radikal ve dışlayıcı değil, mutedil ve müsamahakârdır. Bu anlayışın köklü bir tarihî geçmişi vardır. Anadolu´da barış ve hoşgörü içinde yaşama geleneği bu coğrafya insanının karakteri üzerinde belirleyici rol oynamıştır. Bu kültürde din içi yorum ve gelenek farklılığı rahmet olarak görülmüştür. Aynı kültürde, bilgiye ve özgüvene dayalı dindarlık sağlıklı bir dinî uzlaşı ve barış ortamı geliştirmiştir. Tasavvufi düşüncenin de bereketli katkılarıyla oluşturulan kapsayıcı sevgi ve hoşgörü anlayışı insan ilişkilerinin ruhunu inşa etmiştir. Bu geleneksel değerlerimiz, -önemli acıların, deneme yanılmaların da yaşandığı- son yüz elli yılın Tanzimat, Meşrutiyet, Cumhuriyet ve demokrasi dönemlerindeki çağdaş tecrübelerimiz, iki binlerin ilk on yılındaki olağanüstü başarıları getirmiştir.
Şimdi ?hazır, önümüzde bir seçim de varken, sonuç ne çıkarsa çıksın- toplumun genlerine uygun olduğunu gördüğümüz o ayara tekrar dönmemiz gerektiğini düşünüyorum. Eminim ki halkımızın bütün sağduyulu kesimleri de böyle düşünüyordur.