Türkiye’de zayıf ‘kamu’ bilincinin teolojik kökleri üzerine

İlhami GÜLER'İN ANALİZİ; Önünde herkesin (kamu) eşit olduğu kanun, yasa, hukuk, kurum ve kurallar oluşturmayı başaramıyoruz vesselam.

Türkiye’de zayıf ‘kamu’ bilincinin teolojik kökleri üzerine

‘Politik Teoloji Yazıları’ kitabının yazarı İlhami Güler “Türkiye’de önünde herkesin (kamu) eşit olduğu kanun, yasa, hukuk, kurum ve kurallar oluşturmayı başaramıyoruz” diyor.

 

Kamu kavramı, hem hukuki hem de siyasal bir kavramdır. Siyasal anlamı politik süreçte kerameti/kutsiyeti, otoritesi kendinden menkul “kişiler (Papa-Kral)” yerine, herkesin/toplumun doğrudan politik süreçte sorumlu-aktif olmasını ifade eder. Hukuki olarak da, herkesin, eşitlik ve adalet prensipleriyle, haklarının hukuki/yasal kurallar ve kurumlar ile garanti altına alınmasıdır. “Siyasi kamu, vatandaşların oluşturduğu bir kamusal topluluğun, müzakereye dayalı kanaat ve irade oluşumunu sağlayacak iletişim koşullarını temsil eder. Kamusal tartışma, devletin uygulamaları ile bağlantılı konularla ilişkili olduğunda, bir siyasi kamudan söz ederiz. Devlet, “kamusal” olma vasfını kamuyu gözetme, yani bütün hukuki toplulukların ortak iyiliğini sağlama görevine borçludur… Siyasi meşruiyetin kaynağı, bireylerin önceden belirlenmiş iradesi değildir; daha ziyade, bu iradenin (özgürce) oluşması, yani bizzat müzakere edilme sürecidir. Meşru bir karar, sadece genelin iradesinden çıkmış olmasından dolayı değil; genelin müzakeresinden çıkmış olmasından dolayı meşrudur.” (M. Erdoğan. “Kamu Alanı ve Liberalizm” Aydınlanma Modernlik ve Liberalizm, Ankara, 2006. s. 278-279). Avrupa’da bu sürecin Kilise ve Krallıkların mutlak monarşilerine karşı gerçekleşen Fransız İhtilali ve Demokrasi teorisinin gelişmesinden sonra gerçekleştiği bilinmektedir. 

- TEORİ/TEOLOJİ VE TARİH 

Kur’an’da kamuyu ilgilendiren politik sorunların, toplumun iştiraki ile çözülmesi gerektiği tavsiye edilmiştir: “Onların kamusal işleri (emruhum), aralarında (beynehum) şura (ortak müzakere ve oydaşma) iledir.” (42/38). Hilafet döneminde bu tavsiyeye, tereddütlü bir uyma çabasından kısa süre sonra, Bizans ve Sâsani devlet geleneğine yani Saltanata/Padişahlığa kayıldığı bilinmektedir.  Ekonominin büyük ölçüde tarımsal üretime bağlı olduğu bu dönemde Hz. Ömer’in fethedilen toprakları gazilere/ahaliye dağıtmayıp, devlet mülkiyetine vermesi, halkın yönetim sürecine katılmasını zayıflatırken; siyasi iktidarın/saltanatın gücünü alabildiğine artırmıştır. Devletin kendini Din (Tanrı) ile dolayımlaması (Zıllullah), herkese ait olan mülkiyeti ve devleti Halifenin/Sultanın emrine vermiştir. Özel mülkiyet, özgürlüğün ve hukukun temelidir. İslam imparatorluklarında toprak mülkiyetinin devlet ağırlıklı olması, bireysel özgürlüklerin ve Hukuk Devletinin gelişmesini engellemiştir. Bunların, Avrupa’da Burjuva sınıfının Feodalite/Derebeyliği, Kilise ve Krallığa karşı verdiği mücadele ile geliştiği bilinmektedir. 

Kamu, hukuki bağlamda Kur’an’da “Hududullah/Hukukullah” kavramı ile ifade edilir. Sanıldığı gibi “Hukukullah”, iman ve ibadetler olarak Allah’ın hakları değil; kamunun, halkın, herkesin hakkı (Kul hakkı-Tüyü bitmemiş yetimin hakkı) bu kavram ile ifade edilmiştir. Bu alanda da adaletin gerçekleştirilmesi talep edilmiş ve bu adalet dağıtma işi (Dağıtıcı adalet), bir “emanet” olarak “ehil” kişilere verilmesi istenmiştir. (4/58). Tarihsel olarak, politik ve ekonomik/mülkiyet bağlamında olmasa da, hukuki bağlamda “Kamu” alanı ve hukuku ilk defa Müslümanlarda ortaya çıkmıştır. Wael Hallaq’ın ortaya koyduğu gibi, “Şeriat” kavramı ve kurumu, hukuk alanında İslam toplumlarında her dinden, mezhepten ve ırktan insanın haklarını devletten bağımsız olarak Rahman olan Tanrının tavsiyesine uygun olarak Ulema ve Kadılar tarafından korunmuştur. (W. Hallaq, İmkânsız Devlet. Çev: A. Hikmet. İst. 2019. S 173 vd.) 

İmparatorluk yıkılıp “Ulus Devlet” icat edildikten sonra siyaset de hukuk yapmak da egemen politik iradenin (ulusun) eline geçmiştir. Batıda yaklaşık yüzyıl süren totaliter ulus devlet aşamasından sonra Avrupa’da demokrasiler gelişmeye başlamıştır. Bu aşamada geliştirilen “Kuvvetler Ayrılığı (Yasama-Yürütme-Yargı)” ilkesi, Kamu kavramının ve bilincinin temelidir. İslam imparatorluklarında Yürütme/siyaset, saltanatın tahtında; yargı, ulemanın; yasama ise, ulemanın ve sultanların ortak yetkisindeydi. Avrupa’da Burjuva sınıfının öncülüğünde Ulus-Devlet ortaya çıkınca, Kilise ve Krallık devre dışı kaldı ve bu süreçler önce totaliter devlet döneminde siyasi erkin kontrolündeydi; sonradan birbirinden ayrıldı. Avrupa’da Hukuk Devletinin gelişmesinde Aristo’dan beri Avrupa’nın felsefi gündeminde olan “Dağıtıcı Adalet” fikrinin önemli bir katkısı olmuştur. Adalet idesi, dağıtıcı adalet ile özdeş görülmüştür: “Bu özdeşleştirme, öncelikle dağıtım fikrine ekonomi alanını aşan bir kapsam verildiğini varsayar. Adalet açısından bakıldığında bütün toplum rollerin, görevlerin, hakların ve ödevlerin, avantajların ve dezavantajların, yararların ve yükümlülüklerin dağılımı olarak görülür… Meselenin tarihinin diğer ucunda ise John Rawls’u aynı girişim içinde buluruz. O da, en elverişli durumda olanın avantajının artmasının en elverişsiz durumda olanın dezavantajının azaltılmasıyla telafi edilmesini talep ederek, eşitsiz paylaşımlardaki adalet ile eşitlik denklemini kurtarmak ister. Rawls’a göre yasa karşısında eşitlik ilkesini tamamlayan ikinci ilke budur… Böylelikle, adaletin meşru biçimciliğini/kesinliğini ikinci kez nitelemiş ve onu yalnızca yargı pratiği olarak değil; hakların ve yararın herkesin avantajına hakkaniyetli biçimde paylaşım ideali olarak tanımlamış oluyoruz.” (P. Ricoeur, Sevgi ve Adalet, çev: A.U. Kılıç. İst. 2016. S 23- 24.)  İşte Avrupa’da ve Amerika’da devlet kuvvetleri olan yasama, yürütme ve yargıyı “dağıtan” gerekçe budur. 

- İSLAM DÜNYASI VE TÜRKİYE’DE DURUM 

İslam toplumlarındaki ulus devletler, Avrupa’nın yüzyıl önceki totaliter devlet aşamasında kalmışlardır. Ne Demokrasi, ne de Hukuk devleti gelişebildiği için “Kamu” kavramının siyasi ve hukuki boyutları olabildiğince zayıftır. M.A. Cabiri’nin dediği gibi: “Hz Osman’dan Kaddafi’ye kadar egemen olan kod, zorla gelip zorla (öldürülme) ile gitmektir.”  

Türkiye’ye gelecek olursak, İmparatorluk çöktükten sonra bir Ulus Devlet olarak kurulmuştur. Tek Adam, Tek Parti dönemlerinden sonra, bürokratik askeri vesayet, kamunun hem siyasi hem de politik alanlarını etkisi altına almıştır. İki binlerden sonra legal ve illegal (kumpaslar) yollardan askeri vesayet bertaraf edildikten sonra, ilk on yılda nispi olarak kamunun siyasi ve hukuki alanı genişlemiştir. (Demokratik seçimler-Avrupa Birliği uyum yasaları). Ancak 15 Temmuz darbe girişimi ve başkanlık sistemine geçişten sonra tekrar bu alanlar zayıflamaya-daralmaya başlamıştır. Karizmatik kişi/lider kültü büyüdükçe, kuvvetler ayrılığı ilkesi zayıflamaya başlamıştır. Politik hayatımız ‘adam tutmak’, hukuki hayatımız ise, devlet dairelerinde ‘adam bulmak’ üzerine kurulmuş durumda. Önünde herkesin (kamu) eşit olduğu kanun, yasa, hukuk, kurum ve kurallar oluşturmayı başaramıyoruz vesselam.