Türkiye’de devletin kim(in) olduğuyla ilgili soru işaretlerini çoğaltan bazı gelişmeler yaşanıyor… Önceden de yaşanıyordu fakat şimdikiler daha görünür… Enformasyon devrimi sayesinde hiçbir şey gizli kal(a)mıyor da diyebiliriz bu durum için…Fakat ilginçtir kimsenin umurunda değil olup bitenler… Her şey normalmiş gibi davranmaya devam ediyor çoğunluk… Rus savaş uçağının düşürülmesi sonrasında o güne kadar iş adamlığı vasfı dışında pek bilinmeyen bir zat (biranda) zuhur etmiş ve iki ülke arasındaki devasa sorun (!) bu zatın tavassutuyla çözülmüştü… Putin’le Erdoğan arasında arabuluculuk yapan bu zat, ülkemizin hariciye bürokrasisinden daha becerikliydi her nasılsa… Bu beceriyi nasıl kazandı bilmiyoruz… Ancak hizmetinin karşılığını bizzat Putin’in elinden “dostluk nişanı” alarak görecekti…(1) Şimdilerde ise Stalinist-Maocu modernleşmenin efdaliyetine inanan kişi(ler) aracılığıyla Türkiye-Şam arasındaki buzlar eritilmeye çalışılıyor… Gün Zileli, bu zatın 1983’te yakın arkadaşlarını anti-Stalinist sorgulamalar yaptıkları için nasıl payladığına dikkat çekiyor…(2) TBMM’de temsil edilmeyen bu kişilerin hangi vasıfla devlet görevi üstlendiklerini bilmiyoruz. Bilmediğimiz başka şeyler de var… Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısı sonrasında bu kişiler neden soluğu Moskova’da almıştı ?(3) Ya da Türkiye’ye atanan Çin büyükelçisi reisicumhura güven mektubunu sunduktan hemen sonra ayağının tozuyla neden bu zatı ziyarete gidiyordu ? (4) Örnekleri çoğaltmak mümkün… Soru şu: Devletin yasal organları/kurumları dururken bu kişilerin öne çıkmasının sebebi nedir? Şam’a yapmayı planladıkları ziyaretle ilgili basına bilgi verirken bu kişilerin üst perdeden kurduğu şu cümlelere ne demeli; “Cumhurbaşkanımız PKK/PYD’nin sınırlarımızdan uzaklaştırılıp daha güneye itilmesini istiyor. Biz ise bu yapıları tamamen ortadan kaldırmak istiyoruz. Bu da Şam’la işbirliği yaparak olur. Ankara’yla fikir alışverişine açığız.” (5)
Buradaki “biz” kim? Kimlerden oluşuyor? Ayrıca Ankara’yla fikir alışverişi yapmak isteyen bu “biz” kim adına konuşuyor?
Devlet soyut bir olgudur. Temel ilkesi adalettir. Nizam-ül Mülk Siyasetnamesinde “Küfr ile belki amma zulm ile paydar kalmaz memleket” (6) derken bu gerçeğe işaret eder. Devlet meşruiyetini halktan alır. Kurumları sayesinde somutlaşır… Bu kurumlar yasaların belirlediği çerçevede görevini icra eder. Yasayı ise halkın seçtiği vekillerin bulunduğu meclis yapar. Böylece halk dolaylı da olsa kurumların hem hiyerarşik yapısında hem de görev alanlarının belirlenmesinde belirleyici ve tayin edici rol oynar. Denetim/kontrol halk adına Millet Meclisi’nin uhdesindedir. Hiçbir kurum-kişi denetimden müstağni değildir. Kurumlar ne kadar şeffaf olursa güvenilirliği o kadar artar. Sağlıklı denetimin yapılamadığı, gizli saklı işlerin döndüğü kurumsal yapılar uzun vadede muhaberat rejimlerine ilham verir… Oryantalistlerin Ortadoğu diye isimlendirdiği yakın coğrafyamızda bu rejimlerden bolca var… Halklarının kişilik gelişimine fırsat vermez bu rejimler… Yüce Kur’an’ın “Firavun halkını ahmaklaştırdı” beyanının tecellisine şahit olursunuz buralarda… Bu yüzden kendilik bilinci zayıftır bu halkların… Edilginliği-pasifliği-pısırıklığı içselleştirmiştir… Kendi adına konuşma kabiliyeti gelişmemiştir… Siyasal bilince yabancıdır… Tenkit-eleştiri kültürü yok denecek kadar azdır… İnsanlar kınayıcının kınamasından korkmadan konuşamamakta her an jurnallenme endişesiyle yaşamaktadırlar… Çünkü rejim aleyhine en ufak bir eleştiri acımasızca cezalandırılmaktadır… Ortadoğu rejimleri kendi mevcudiyetlerini koruma altına alırken halklarını ikiyüzlü, takiyeci ve gözü dışarıda olmaya zorlamıştır… Bunun sonucu ise manipülasyona, istismara, kullanılmaya açık bir sosyal gerçeklik olmuştur… Emperyalistlerin Ortadoğu’da istedikleri gibi at koşturmalarının (asıl) sebebi de budur… Şahsiyeti olgunlaşmamış bir topluma istediğinizi yaptırabilirsiniz çünkü… Üzülerek müşahede ediyoruz ki Türkiye, tipik bir Ortadoğu devleti/halkı gibi olma yolunda hızla ilerlemektedir… Baas ideolojisinin Kemalizmi taklit ettiği gerçeği hatırlandığında bu sürecin motivasyonu da anlaşılmış olur…
Emperyalistler kendi halklarına eleştiriyi-tenkiti-diyalektik düşünceyi- analitik çözümlemeyi-karşılaştırmalı edebiyatı-sanat ve estetiği-siyasal bilinç sahibi olmayı tavsiye ederken, İslam dünyası toplumlarını tek akla-tek adama mahkum etmek istiyor. Bu emeline ulaşmak için hiç te zorlanmıyor. Çünkü geleneğimiz zaten buna müsait… Orta Asya’dan gelen Şaman kültürün Hint alt kıtasından gelen sufilikle imtizacının sonucu olan Anadolu Müslümanlığı emperyalistlerin isteklerini fazlasıyla karşılıyor… Şimdilerde bunu bize “Anadolu İrfanı” diye yutturuyorlar… Kitaptan (vahiyden) uzak bu Müslümanlık şifahi kültürün tortularıyla beslenmeye devam ediyor. Dede/baba/ata/sultan/veli/şeyh/hakan merkezli bu Müslümanlık düşünmekten korkuyor ve devleti (hala) çoban-sürü ilişkisi çerçevesinde değerlendiriyor…
Ülkemizde bürokrasi o hale geldi ki kimin eli kimin cebinde belli değil… Kim yetkili kim etkili anlamak güç… Sadece bürokraside değil her alanda ciddi bir bulanıklık-muğlaklık-amorfluk(biçimsizlik) söz konusu… İktidar havzasının parti yetkilileri (politbüro mensupları!) il ve ilçelerin devlet yetkililerinden (vali ve kaymakamından) daha forslu, daha etkili… Yasal hiçbir görevi olmadığı halde sırf ”aileden” olan kimileri devletlerarası toplantılara katılıyor, üst düzey protokolle ağırlanıyor… İş adamı bildiklerimiz hariciye bürokrasisinin yapamadığını yapıyor. Gazeteci bildiklerimiz istihbaratçı, futbol kulübü başkanı olarak tanıdıklarımız silah tüccarı çıkıyor… Tarikat-cemaat lideri olarak maruf olan kişiler devlete muhbirlik yapıyor, mensuplarına ajanlık yaptırıyor, derin bağlantılar kuruyor… Sivil Toplum Örgütü zannettiğimiz yapılar akçeli işlerin karargahı olmuş… Organize suç örgütü lider(ler)inin elinde (ancak bir devletin sahip olacağı kadar) arşiv var… Anladığımız kadarıyla Türkiye’nin gidişatında en az etkili olan kurum TBMM… Yani halkın temsilcilerinin olduğu (farz edilen) yer…
Demem o ki artık bizde de devlet, tıpkı Amerika’da olduğu gibi, güvenlik-istihbarat-ekonomi ayaklarını kontrol ve denetim altında tutanların elindedir… Dikkat ederseniz siyaseti saymadım… Çünkü siyaseti bu sac ayaklarını kontrol edenler dizayn ediyor zaten… Bunların da sayısı zannedildiği kadar fazla değil… Fakat işbirliğine yatkınlar… Herkesle işbirliği yapabilirler. Yeter ki emellerine hizmet etsin… Bir süredir muhafazakar kesimle iş tutuyorlar… Onların güce aç olduklarını, merkeze yerleşmek için birbirlerini ezdiklerini gördüler… Çıkarcı, fırsatçı, birbirini satan, yalaka, kıt akıllı, amaca ulaşmak için her yolu mubah gören bir özelliği vardı bu kitlelerin… Güç-iktidar pastasından küçük bir lokma tatmaları yetti… Başları döndü, kendilerinden geçtiler… Pastanın tadı damaklarında kaldığı için bırakmak istemiyorlar… Daha fazla, daha fazla diye ritim tutuyorlar… Bizimle işbirliği yapmaya devam edin. Karşılığında ne isterseniz veririz…Dinimizi bile! diyorlar… Onların bu fedakarlığı (!) elbette ki karşılıksız kalmıyor/kalmayacak… Çünkü tarih boyunca en karlı ticaret din ticareti oldu… Güç-iktidar sahipleri din aracılığıyla efsunladı kitleleri… Zalim sultanlar/krallar günahlarını görünmez kılmak için yanı başlarında daima bir molla/şeyhülislam/şaman/papaz bulundurdular… Nübüvvet tarihinden öğreniyoruz ki bütün peygamberler (hepsine selam olsun) kurulu düzenin refahtan şımarmış kesimleri (mele ve mütref takımı) , din tüccarları ve siyasal liderleri tarafından eziyete uğramış. Peygamberler zafere ulaştığında ise bu kesimler kılık değiştirerek muzaffer dinin içine sızmış…Musa’nın çizgisini Ferisiler bulandırdı… İsa’yı en yakınındaki gammazladı Roma’ya… Sonrasında ise ulemadan olan Pavlus Romalılarla işbirliği yaparak muvahhid İsa’nın öğretisini sulandırdı… Son Elçi(s.a.v)’nin ahirete irtihalinin üzerinden otuz yıl geçmişti ki, kavmiyetçilik ve şuursuz dindarlık hortla(tıl)dı… Nebevi gelenek saltanata tebdil edilerek zulüm kurumsallaştırılmaya çalışıldı… İtiraz edenler Hz.Hüseyin, Ebu Hanife, İmam Şafi, İmam Zeyd, İmam Malik, Ahmet B.Hanbel örneklerinde görüleceği üzere ya kılıçtan geçirildi, ya zehirlendi ya da zindanlarda çürümeye terk edildi…Marks “din halkların afyonudur” derken (Hıristiyanlık özelinde) haklıydı… Ancak muhafazakarlar İslam’ı da afyon haline getirmeye çalışıyorlar… Kendileriyle ne kadar övünseler azdır! Tarihin en büyük inkılabını yapan bu mübarek din “kitlesel narkoz” aracı olarak kullanılmak isteniyor… Fakat şükürler olsun ki, elimizin altında korunmuş vahiy/Kur’an var… Ona iltica ederek her dönemde tevhid gömleğinin altına saklanmış şirki deşifre edebiliriz… Fısk ve fücuru, nifak ve şikakı, tuğyan ve fahşayı tanıyabilir mü’min/mü’mine duyarlılığıyla izzetli bir hayatın banileri olabiliriz…
Gelinen noktada devlet kurumları artık sadece görüntüden ibarettir. Birer şirket gibi çalışmaktadırlar… Zaten egemen ideoloji de “şirketokrasi” değil midir? Meclisimiz, halkın kendisini demokratik bir ülkede yaşadığını zannetmesi için simgesel bir meşruiyet makamıdır. Kameraların önünde gördüğümüz devlet yetkilileri aslında çok önceden alınmış kararların uygulayıcısı birer “CEO” dur… Seçimler “düdüklü tencere metaforu” nda olduğu gibi toplumsal bünyede sıkışan basıncı almak içindir… Din/İslam kapitalist-emperyalist tahakkümün açtığı yaraları sarmaktan başka bir işlevi olmayan sosyal yardım teşkilatıdır! Özetle “manevi tatmin vasıtasıdır”! 2023 için endişelenen muhafazakar kesimi teselli sadedinde şöyle bir varsayımda bulunarak yazıyı bitireyim: Kanaatim odur ki, iktidar değişmeyecek. Endişelenmenize gerek yok! (Aslında var. Çünkü bir ülkede iktidar değişimi korku-endişe yaratıyorsa o ülkede bir “millet”(7) yaşamıyor demektir.)
İktidar değişmeyecek çünkü devlet o hale geldi ki, iktidarın değişmesi halinde yeni gelenlerin devleti tanıması en az bir yıl sürer… Bürokrasiyi rayına oturtması ise beş yıl… Bu da Türkiye gibi etrafı kaos halinde bir ülkede çok ciddi bir zaman kaybıdır… Ülke bu kaybı göze alamaz… Zaten II. Abdülhamit te zaman kaybına sebep oluyor diye meclisi kapatmamış mıydı? Halihazırdaki devlet rasyonalitesi(!) bir iktidar değişimine henüz hazır değil… Öte yandan unutmamak gerekiyor ki, artık devletin derinlerinde başörtülü-sakallı muhafazakarlar var… Hemen yanı başlarında ise Stalinist-Maocu-Kemalist kadrolar… Aynı sofradan yiyorlar… Halk ise bu curcuna (aslında kakafoni) arasında “devletin işine akıl sır ermez kardeşim. Herkes kendi işine baksın.” Diyerek edilginliğe razı oluyor… Bu cümleyi söyleyenlerin oluşturduğu topluluğa ise millet değil “sürü(reaya)” denir…
Kamil Ergenç
Yararlanılan Kaynaklar
1-https://www.ntv.com.tr/turkiye/putinden-cavit-caglara-odul,KJyRaWGLL0yLwmR-ucKjNg
2-https://artigercek.com/yazarlar/gun-zileli/kirmizi-cizgi-1
3-https://www.rudaw.net/turkish/middleeast/turkey/030320221
4-https://www.aydinlik.com.tr/haber/cinin-yeni-buyukelcisi-liu-shaobin-vatan-partisi-genel-baskani-dogu-perinceki-ziyaret-etti-226250
5-https://www.youtube.com/watch?v=lC-TIDowrzw (özellikle 2:50 ‘den sonraki bölüm)
6- Nizam-ül Mülk/Siyasetname/Çev. Mehmet Taha Ayar/Syf.Vİİ/Türkiye İş Bankası Yay./XVIII.Baskı/İst.2021
7- Burada “millet” kelimesini yüce Kur’an’daki anlamıyla yani “bilerek ve isteyerek nebevi rehberliğe razı olan insanların biraradalığı” anlamında kullanıyorum.
Kaynak: Farklı Bakış