'Her insan bir alemdir' denir ya, aslında bu doğru bir ifadedir. Zira her insan fizyonomisi, biyolojisi, kimyası, felsefesi ve bütün varlığı ile bir alemdir ve bütün organları ile tıpkı bir devlet gibidir.
Devletler ve insanlar birbirine benzer. Nasıl ki insanların vücuduna herhangi bir virüs kaçtığında vücut hastalanırsa, devletlerin de vücuduna virüs girdiğinde devlet hastalanır.
İnsanlar hastalanmamak için önlem olarak bağışıklık sistemini güçlendiren kürler, otlar, vitaminler vb. gibi şeyler kullanırlar ki vücutları sağlam olsun, herhangi bir hastalık geldiğinde bile ona tesir etmesin.
Türkiye'nin büyük çatısı: "Mezkur Meçhul Mesele" Konferansı - 16-17 Kasım 2009
Devletler de böyledir; bağışıklık sistemini güçlendirici kür ve otlar yerine think-tank denilen düşünce kuruluşları vasıtasıyla bünyelerini olabilecek olaylara karşı hazırlıklı olmak için her ihtimali göz önüne alır ve o ihtimallere karşı alınabilecek önlemleri önceden almaya çalışırlar.
Esasen bu durum halkımızın arasında yüzyıllara dayanan bir tecrübe olarak var zaten.
Bir atasözü der ki;
Göz odur ki dağın arkasını göre; akıl odur ki başa geleceği bile.
Bu sözle anlatılmak istenen şey, ileriyi görmekte feraset ve tahminde doğruluktur.
Akıl da ilim ve deneyim ile geniş bir görüşe sahip olmalı ki her ihtimali tahmine güç yetirebilsin.
Ne yazık ki atalarımızın sözlerine ve tecrübelerine, dinimizin emirlerine kulak asmayalı epeyce zaman oluyor.
Onun içinde her gün yeni hastalıklarla boğuşuyoruz.
Türkiye birkaç yıl öncesine kadar eski hastalıklarını tedavi etmek ve bağışıklık sistemini güçlendirmek için ciddi bir çaba içerisine girmişti.
Hem devlet, bazı düşünce kuruluşları oluşturarak bir şeyler yapmaya çalışıyordu hem de sivil toplumdan bazı insanlar; kurdukları oluşumlar vasıtasıyla toplantılar, araştırmalar yaparak elde ettikleri fikirleri kamuoyu ve devlet ile paylaşıyordu.
Bu sivil düşünce kuruluşlarından biri de değerli yazar ve araştırmacı Tarık Çelenk Bey'in yönetimindeki Ekopolitik idi.
Bu kurumun 2016 yılında yayınlanmış çok geniş bir faaliyet raporu PDF olarak internet üzerinde var. Yaptığı bütün faaliyetlerine oradan bakarak okuyabilirsiniz.
Tarık Çelenk / Fotoğraf: AA
Ama bendenizin de çorbasında tuzu olan bu kurumu, katıldığım ilk toplantısından yola çıkarak size de tanıtmak istiyorum.
Ekopolitik'i söz konusu faaliyet raporunun önsözünde Tarık Bey, kuruluş amacını şu şekilde beyan etmiş;
Ekopolitik’i tasarlarken hep, insanlığın ortak dilini kullanabilmeyi, farklılıkları ve çatışan grupları bir araya getirmeyi, konuşturabilmeyi arzulamıştık. Algıların, çıkarların ve sonuç olarak politikanın oluşturduğu psikolojik gerçeklikle, tarihin denge noktası ve insani gerçeklik arasındaki farkı kapatmaya yönelik çalışmalar yapmayı hedefledik. Çalışmalarımız ülkemizi ve tarihimizin bize bağımlı kıldığı çevremizi kapsamaktaydı.
İnsanlığın ortak dili, farklı ve çatışan grupları bir araya getirebilmek, onları karşılıklı konuşturmak ve yapılan bu konuşmaların sonuçlarını aynı sonuç metninde mezcetmek ve tarafların menfaatinin gözetileceği, geçmişinin tecrübelerinden yararlanarak geleceğini oluşturmak son derece değerli ve önemli bir konuydu.
Buna cesaret etmek, değişik tarafları ve farklı insanları bir araya getirebilmek ve bunu nasıl bir yöntemle yapacağını öngörmek feraset ve feragat de gerektiriyordu.
Bunu da Tarık Bey şöyle formüle etmişti;
Biz burada Anglo-Sakson kültüründe sıkça kullanılan 'melting pot' veya 'salad plate', Türkçe'si ile 'ergime noktası' veya 'salata tabağı', betimlemelerinin çalışmalarımız için uygun olacağını düşündük. Yani farklılıkların ergidiği veya ergimeden ortak dille farklılıklarının zenginleştiği ortak rüya ve gelecek tasarımlarını meydana çıkartabilmek. Bu konuda ne yazık ki alan bomboştu. En büyük gücümüz, önyargısız samimiyetimiz ve insanlara, ayırt etmeksizin verebildiğimiz, güven duygusu idi.
Salata tabağı betimlemesi önemli bir tespit. Zira bir salata tabağında, domates, salatalık, biber, maydanoz, reyhan ve mevsimine göre marul, havuç ve karalahana da olur.
Fakat bütün bu sebzeleri ezmeden, onların tadını bozmayacak ve diğerine ezdirmeyecek büyüklükte kesmek ve sunmak çok önemli değil mi? Salatayı, salata yapan her tadın varlığı değil mi?
İşte Ekopolitik'te farklılıklara bu saygı vardı. Bu güveni bütün katılımcılarına sunuyordu.
Bunu da Tarık Bey'in hangi yöntemle oluşturduğunu yine ondan dinleyelim;
Bilimsel metodoloji olarak politik-psikoloji disiplinini, ayrıştırmak için değil anlayabilmek ve birleştirmek için kullandık. Birbirleri ile bir araya gelmesini hayal bile edemeyeceğiniz aktörler bir araya geldiler, konuştular kişisel dostluklar kuruldu. Ülkemizin çok ihtiyacı olan bir şeydi bu.
Uygulama olarak ülkemize yönelik Kürt sorunu odaklı ülke çapında değerli bir süreci başlatabildik. Marifetin iltifata tabi olduğu dünyamızda biz eldeki maddi ve manevi imkanlarla buraya kadar bunları yapabildik. Tarihe ve vicdanlara bir not düşmeye çalıştık, umarız ki devamı gelebilsin.
Tarık Bey'in sözünü ettiği "Kürt Sorunu odaklı" en önemli toplantılarından biri olan 16-17 Kasım 2009 Dedeman Otel'deki toplantıya 60 kişi çağrılmıştı.
Türkiye'nin büyük çatısı: "Mezkur Meçhul Mesele" Konferansı - 16-17 Kasım 2009
O toplantının "müzakere konuları" şunlardı;
Türkiye’de farklı etnik gruplardan gelen insanların yaşamında birlik ve beraberliği sağlayan elementler nelerdir?
Ortak bir aidiyetten bahsedilebilir mi?
Kimlikleri ayıran ve etnik gruplar için kimlik sembolü olarak algılanan tarihi olaylar var mıdır?
Ülkemizde ayrımcılığın ve ırkçılığın ortaya çıkması ve yayılması tehlikesi var mıdır?
Yas tutan on binlerce insanı rahatlatmak için neler yapılmalıdır?
Halk içinde kimlik ve ortak yaşama güveni ve iradesi geliştirmek için nasıl 'reçeteler' düşünülebilir?
Bütün bu soruları alt alta getirebilmek ve bu sorulara verecek cevapları çok farklı olan ve farklı siyasi, sosyal ve kültürden gelen insanları bir araya getirmek bir hüner, bunları aynı masa etrafında saatlerce konuşturmak da cesaret işiydi.
Çünkü komplikasyona açık bir cerrahi ameliyat gibiydi.
Bu toplantıda bir araya gelerek konuşan insanların kimler olduğunu yazdığımda ne demek istediğimi daha iyi anlayacaksınız.
Bu toplantının yöneticisi ve ondan sonraki benzer bütün toplantılarda yöneticilik yapan Vamık Volkan Hoca idi.
Vamık Hoca'yı tanıtmaya gerek yok bence ama kısaca şu kadarını söyleyebiliriz;
Aslen Kıbrıs doğumlu olan Vamık Hoca, 1956 yılında Ankara Tıp Fakültesi’nden mezun olduktan sonra ABD’ye gitti.
45 yıl Virginia Üniversitesi’nde psikiyatri hocalığı ve 18 yıl bu üniversitenin bir hastanesinde başhekimlik yaptı.
Viyana’da Dünya Psikiyatri Birliği tarafından Sigmund Freud ödülüne de layık görülen Vamık Hoca'nın 50’nin üzerinde yayımlanmış ve birçok dile çevrilmiş kitabı; 500’e yakın da bilimsel yazısı var.
6 yıl süren Arap-İsrail gayri resmi diyaloglarında ve dünyanın sorunlu birçok yerinde “hasım” delegeleri bir araya getiren gayrı resmi diplomasi toplantılarına başkanlık yaptı.
Bunlar arasında ABD-Sovyetler Birliği, ABD-Rusya, Rusya-Baltık ülkeleri, Hırvatistan-Bosna, Gürcistan-Güney Osetya, Türkiye-Yunanistan da yer alıyor.
Prof. Dr. Vamık Volkan
İşte bütün bu toplantılarda edindiği derin bilgisi ve engin hoşgörüsü ile bazen çok şiddetlenen konuşmaları, karşılıklı öfke hallerini o güleç ve masum yüzüyle bir anekdot, bir fıkra ve diğer toplantılardaki öfkeli durumlardan bir şeyler anlatarak o kadar güzel yumuşatıyordu ki, onun bilgisine, hoşgörüsüne, esprili haline ve entelektüelliğine hayran olmamak mümkün değildi.
Bu toplantılarda kimler mi vardı?
Mesela bu ilk toplantıda Kürt siyasetçilerden; daha sonra HDP'den milletvekili de olan yazar ve siyasetçi Altan Tan, PSK kökenli ve Hak-Par başkanlığı da yapan Bayram Bozyel, HDP Eş Başkanı ve sonrasında Diyarbakır BŞBB da olan Gülten Kışanak, duayen siyasetçi Şerafettin Elçi, uzun bir dağ geçmişi olan ve ilk barış grubu ile Türkiye'ye gelen ve yine uzun bir süre hapis yatan Seydi Fırat ve bağımsız Kürt aydınlarından olan Ümit Fırat vardı.
Bu Kürt siyasetçilerin karşı tarafında (gerçi herkes yan yana otururdu) Türk Milliyetçisi olarak bilinen; Musa Serdar Çelebi, Türk Ocağı başkanı Cezmi Bayram, milliyetçi yazar Durmuş Hocaoğlu, eski büyükelçi ve Radikal gazetesinde uzun süre anti-Kürt yazılar yazan Gündüz Aktan'ın oğlu Uygar Aktan, şimdilerde Cumhurbaşkanı başdanışmanı ve sözcüsü olan İbrahim Kalın, askerlikten ayrılma ve şimdilerde her gün TV'lerde gördüğüm Mete Yarar var idi.
Bu iki tarafın sert tartışmalarını ilgi ile izleyen ve her zaman akılcı fikirleri ile ortama sükûnet sağlayan sevgili hocalarım Murat Belge ve Cengiz Çandar ile esprili anekdotlarıyla sertliğini yumuşatan Üstün Dökmen hocanın varlığı ortama güven veriyordu.
Gözlemciler arasında bendenizin dışında kamuoyunun çok iyi tanıdığı ve konuya yıllardan beri ilgi duyan, yazı yazan, TV'lerde konuşan çok değerli insanlar vardı.
Bu insanlardan bazıları gazeteci Avni Özgürel, şimdi HDP'den Kars Belediye başkanı olan Ayhan Bilgen, MİT'ten emekli müsteşar yardımcısı Cevat Öneş, şimdilerde kendisi de Üsküdar Üniversitesi'nde Politik-Psikoloji kürsüsü kurmuş olan Deniz Ülke Arıboğan, daha sonra DTK başkanı ve şimdilerde Avrupa'da olan Hatip Dicle, gazeteci İsmail Küçükkaya, o zaman AKP'de önemli bir görevde şimdiyse Nevşehir Üniversitesi rektörü olan Mazhar Bağlı, sevgili dostlarım Prof. Mesut Yeğen, Müfid Yüksel, Osman Bostan, emekli büyükelçi Özdem Sanberk, hali hazırda bağımsızlığını koruyabilmiş ender gazetecilerden Ruşen Çakır ve herkesin tanıdığı, sevdiği Sırrı Süreyya Önder idi.
Elbette başka insanlar da vardı ve hepsi bu geniş katılımlı toplantılarda çok detaylı bir şekilde konuşup tartışıyorlardı.
Yukarıda yazdığım sorulara cevaplar alınıyor, konuşmacılar konuşuyor, gözlemciler de konuşmaların müzakeresini yapıyorlardı.
Bu konuşma ve müzakereler gerçekten çok değerli ve anlamlıydı.
2009 yılında başlayan bu tartışma ve konuşma toplantıları sadece İstanbul'da değil, Hakkari, Van, Batman ve Mersin'de de yapıldı.
Bu şehirlerde yapılan toplantılara yerel katılımcıların katılmasına özellikle özen gösterildi ve yerel mülki amirler ile sivil toplum temsilcileri ve muhalif gruplar bir araya gelip saatlerce konuşuyor, tartışıyorlardı.
Kendi adıma şu kadarını söyleyeyim ki, o zamanın Hakkari Valisi, çok değerli Muammer Türker Beyefendi idi ve bize çok yardımcı oldu. Gecikmeli de olsa ona buradan çok teşekkür ediyorum.
Tarık Çelenk Bey'in başlattığı bu toplantılar devleti de heyecanlandırmış olmalı ki 4 Nisan 2013 yılında Akil Adamlar Komisyonu oluşturuldu.
Bu komisyonun önemli bir kısmı daha önce Ekopolitik’te bir araya gelen insanlardan oluşuyordu.
Bunda da Tarık Bey'in yönetiminin yanı sıra Ekopolitik direktörü Murat Sofuoğlu'nun ısrarlı çabaları idi.
Gerçekten Murat Sofuoğlu yapacağı toplantı için çağıracağı insanları o kadar ısrarlı ve ikna edici bir şekilde çağırıyordu ki, sanki bu toplantı yapıldığında memleketin bütün sorunları çözülecekmiş gibi bir havaya kapılıyordu insan...
Şimdi böyle bir grubu bir araya getirmek, bırakın Hakkari'de, Mersin'de konuşturup tartıştırmayı, Ankara'da veya İstanbul'da mümkün mü acaba?
Öyle bir hava, böyle bir iklim ve atmosfer var mı?
Peki, bundan 8-10 sene önce yapabildiğimizi neden şimdi yapamıyoruz?
2013'te başlayan "barış" ve "çözüm süreci"ne niye dönmüyoruz?
Bundan 10 yıl önce bunu başarabilmiş ve bunda emeği olan herkese minnet ve şükranlarımı sunarken yeni ve yeniden benzer kuruluşların oluşmasını temenni ediyorum...
* Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish
Türkiye'de barış sürecine giden yolda önemli bir durak; Ekopolitik (2)
Bundan 10 yıl öncesine göre Türkiye fikri ifade etme özgürlüğü, basın özgürlüğü vb konularda kıyas kabul etmeyecek bir daralma yaşıyor.
Sosyal medya mecralarının artmış olması beraberinde doğal bir özgürlük ortamı getirmesi gerekirken, siyasi partiler başta olmak üzere bazı kurumların sosyal medyayı denetim altında tutabilmek için geliştirdikleri troll faaliyetleri toplumumuzu tam bir cendereye almış, sansürün yanı sıra oto sansür de alabildiğine gelişmiş görünüyor.
fazla oku
Oysa bundan 10 yıl önce, bir önceki yazımda sözünü ettiğim Ekopolitik'in organize ettiği toplantılarda yapılabilen tartışmaların çoğunu bugün yapabilmek hayal gibi.
2013 Nisan ayında, Türkiye'nin 7 coğrafi bölgesinden ilhamla oluşturulan ve bütün bölgelere dağılan Akil Adamlar Komisyonu'nun oluşturduğu sinerji ile hemen her şehrimizde yapılan tartışmalar, oradan çıkan fikirler ve o fikirlerin medyada yer alış şekillerine baktığımızda bize çok uzak bir geçmişte gördüğümüz bir rüya gibi görünüyor.
Cezaevlerindeki tek tip elbiselerin 35 yıl önce bitmiş olmasına rağmen, 80 milyon nüfuslu, bu kadar üniversite ve basın yayın kuruluşu olan koca bir ülkeyi böyle bir mengeneye sokmak ve "habire" sıkmak akıl kârı mı?
Bunu başarmak mümkün mü? Bu iş bir yerde patlak verdiğinde en çok kimin başı yanacak acaba?
Ekopolitik'teki çalışmalar, karşılıklı konuşma ve tartışmalar o gün için bize büyük bir umut vermişti.
Zira orada sadece biz Kürtlerin yaklaşık yüzyıla dayanan devletin ret-inkar ve asimilasyon politikaları ile ilgili serzeniş ve şikayetlerini en açık bir şekilde dile getirme olanağımız olduğu gibi Türklerin endişelerini duyma ve öğrenme imkanımız oluyordu.
Esasen Türkiye'de devletin Kürt fobisinden kaynaklı bir toplumsal Kürt fobia hastalığı olduğunu da öğrenmiş olduk.
Zira Kürtler, bu devletin yasal ve anayasal kurumları tarafından kimlikleri bakımından tanınır, demokratik ve insani haklarına yönelik engeller ortadan kaldırılırsa, mesela anadilde eğitim, daha fazla yerinden yönetim vb. haklar kabul edilirse "ne olacak" sorusu Türk milliyetçisi ve hatta milliyetçi olmayan insanlarda derin bir endişe olarak var.
Bu belirsizlik onları, ne olur ne olmaz endişesinden dolayı kendi haklarını kullanmaktan bile vazgeçirebiliyor.
Bunun en açık halini de 1930 ve 1950 yılları arasında görmüş idik. Mesela bu yıllarda yönetimde Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) sadece Kürtlerin yoğun yaşadığı illerde değil, orta ve batı Anadolu'nun birçok il ve ilçesinde de parti merkezleri kurmamıştı.
Bunun en önemli sebebi de insanlar bir araya gelip konuşup tartışmasınlar diyedir.
İşte bu uygulama ve endişeler yıllar içerisinde topluma da sirayet etti ve toplumu kendi haklarını bile isteyemez, kullanamaz hale getirdi.
Ekopolitik bütün bu endişelerin izalesi bakımından önemli bir işlev görüyordu. Sadece Kürtler ile Türklerin karşılıklı tanışmalarından başka Türk sağcıları ile Türk solcularının tanışması da mümkün oluyordu.
Gerçi çok harfli ve illegal Türk solu örgütleri kabul etmezse de Türkiye'de sol siyasal kültür açısından çok önemli bir yeri olan Murat Belge ile Türk milliyetçiliğinin önemli simalarından biri olan Musa Serdar Çelebi'nin ilişkileri ve bir birlerine olan mültefit sohbetleri sayesinde sadece Kürtler ve Türkler arasında değil, belki onlardan daha fazla Türk toplumunun da sağcı-solcu-dinci-milliyetçi-devletçi- devlet düşmanı- faşist, sosyalist, Kemalist, laisist vb. gibi onlarca kampa bölündüğü ve birilerinin onların tanışmaması için büyük bir çaba harcadığı ve bu kesimleri düşmanlaştırarak yaşamını sürdürdüğünü fark etmek ayrıca çok öğretici idi.
Mesela, M. Serdar Çelebi’nin Kürt meselesine olan açıklığı ve sorunun çözümüne yönelik çabasını gören Murat Belge hoca hep "Bir, iki, üç; daha çok Musa Serdar Çelebi" derdi.
Lakin bugün dahi, siyasi partilerin temel gıdası "biz" ve "onlar" algısıdır. Bu algıyı taraftarları arasında ne kadar yaygınlaştırır ve toplumu birbirlerine karşı diş biler hale getirirlerse, oylarını o derece konsolide edebiliyorlar.
Böylece bir birlerinin iyi taraflarını, ortak değerlerini, ortak geleceklerini görmekten o kadar fazla uzaklaşıyorlar ki, birinin matemi diğerlerinin şöleni haline gelebiliyor. Bu da toplumun birleşmesine değil, ayrışmasına sebep oluyor.
Oysa Ekopolitik bütün bu marazi halleri ortadan kaldırmak ve insanları aynı gelecek hülyasına sevk edebilmek için "çadır" motifi üzerinden büyük çadırın altında yaşayanların ortak, eşit ve özgür bir gelecek tasarımına katkıda bulunuyordu.
Bunun içinde doğudan batıya, güneyden kuzeye bütün toplum kesimlerini bir birleri ile konuşabilir, dertleşebilir hale getirmeye çalışıyordu.
Ekopolitik, çalışmalarını sadece İstanbul ile sınırlandırmıyor, bazı toplantıları Hakkari, Mersin ve Van gibi illerde de yapıyordu.
Bu çalışmalar çerçevesinde Hakkari'de yaptığımız çalışmalardan birinde Türk Ocağı Başkanı Cezmi Bayram Bey'i bir düğüne götürmüştük.
Bu düğünde, düğüne katılan kadın ve erkeklerin klasik Kürt elbiseleri giymiş olması, sazcının bağırışları, söylenen şarkılar, tutulan halay vesaire Cezmi Bey'de az da olsa bir ürküntüye sebep olmuştu.
Zira sanırım ondan önceki bütün hayatında bu kadar Kürt ve Kürtçe yoğunluklu bir ortamda bulunmamıştı.
Düğün sahipleri başta olmak üzere herkesin misafirlerimize çok nazik davranması, özellikle de Cezmi Bey'i halaya kaldırmaları ve yorulana kadar bırakmamaları onu etkilemişti.
Ondan sonraki bütün bir araya gelişlerimizde o anılarından bahsediyordu.
O toplantılar vasıtasıyla hem kendimiz, hem bir birimizle ve hem de devletle yeniden tanışıyorduk. İlginç dostluklar oluşuyordu ve halen devam ediyor.
Bazen fıkra gibi olaylarda oluyordu. Beykoz toplantıları çerçevesinde Cezmi Bey'le aramızda geçen bir diyalog anlatılmaya değer bir anekdot olarak hala zihnimdedir. Size de anlatmak istiyorum.
Toplantılara giderken bazen yanımda bal, otlu peynir vs. de götürüyordum. Beykoz'daki toplantıda kahvaltıya bizim bal da vardı. Balın güzel olduğunu fark eden Musa Serdar Çelebi; "Bu bal çok tatlı ve güzel, nerenin balı" deyince ben de "Abi bu Kürt arıların balıdır. Onun için çok güzeldir" dedim.
Tabii herkes hem güldü, hem de "bundan sonra bize hep Kürt arıların balını getir" diye takıldı.
Lakin yan masada oturan Cezmi Bey, yanındaki adama ciddi ciddi; "Bak görüyor musun, Halit hep bizi ırkçılıkla suçluyor, ama kendisi arıları bile Kürt yapıyor?" diyordu. Ona da biraz güldük.
Bugün her zamankinden daha çok bu ve buna benzer toplantılara, tartışmalara ihtiyacımız var.
Bunu ne kadar erken fark edip, ne kadar erken bu sürece tekrar dönebilirsek o kadar iyi olur.
Zira ataların sözüdür;
Zararın neresinden dönülürse kârdır.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish