Türkiye´de rejim değişti. Türk Tipi Başkanlık sistemine geçildi. 200 yılı aşan üç meşrutiyet ve üç cumhuriyet tecrübesinden sonra parlamenter rejime son verilmiş ve bir tür ?İslami Nasyonal Sosyalist? bir rejim hayata geçirilmiş oldu.
Aslında bir arada bulunması mümkün olmayan üç farklı rejimin temsilcileri bir ?üst-insan? etrafında toparlanıp, onun şahsında varlıklarını sürdürmeyi deneyecekler.
Toparlanma derken bir uzlaşmayı kastetmiyorum. Büyük bir çatışmanın başlangıcı diyorum. Bir bakıma daha önce yaşanan üç meşrutiyet ve üç cumhuriyet tecrübesine bakarak kurulmuş bir sistemsizliğe benziyor. Sistemsizliğin tercih edilmesinin sebebi ise, tercih edilen üst-insana olağanüstü bir hareket alanı sağlamaktır.
Tarih boyunca, ortaya çıkan siyasi zorunluluklar, iç karışıklıklar ve uluslararası baskılar Türkiye´de rejim değişikliklerinde etkili olmuştur. Bu rejim değişikliklerinin en temel özelliği ise merkezi otoritenin yetkilerinin sınırlandırılması ve bu yetkilerin farklı organlar arasında paylaşılması şeklinde olmuştur. Bu ilerleme ilk defa 2017/2018 döneminde tersine dönmüş ve yetkiler sahiplerinden alınıp tek merkezde ve tek elde toplanmıştır.
Türkiye tarihinde, padişahın yetkilerinin sınırlandırılması 1808 tarihli ?Sened-i İttifak? ile başlar. Her ne kadar ölü doğmuş bir vesika olarak kabul edilse bile, tarihsel anlamı senedin kendisinden daha büyüktür. Padişahın yetkilerinin sınırlandırılabileceği düşüncesinin ilk meyvesi olması itibari ile çok önemlidir. Gerçi bu ilk teşebbüsten sonra II. Mahmut´un istibdat yönetimi başlar. Padişah kendi mutlak otoritesini paylaşmaya teşebbüs eden Ayanlardan acı bir intikam alır
II. Mahmut zayıflayan merkezi otoritesini güçlendirmek için Kapıkulu Askerleri, Bektaşiler, Tarikatlar ve Kürtler üzerinde büyük operasyonlar yapar. Bu çatışma alanlarının inşa edilmesine bakarsak, modern Türkiye rejiminin temellerinin II. Mahmut döneminde atıldığını söyleyebiliriz. II. Mahmut, 31 yıllık saltanatı sonucunda 1839 yılında vefat ettiğinde, geride yıkılmak üzere olan bir devlet ve başta Mısır Meselesi ile Boğazlar Sorunu olmak üzere birçok uluslararası sorun bırakmıştı. Onun diktatörlüğü ne kendine ne devlete yar olmamıştı.
II. Mahmut´un enkazını devralan Sultan Abdülmecit döneminde Tanzimat Fermanı ilan edilir. Bu ferman ile Osmanlı Devleti kısmi bir anayasal düzene kavuşur. Henüz bir anayasa yoktu ama Ferman´ın kendisi belli bir çerçeve çizerek, Padişah´ı da belli kurallar dahilinde davranmaya itiyordu. Eşit vatandaşlık, adil yargılama ve vergilendirme ile müsaderenin kaldırılması temel ilkeleri benimseniyordu. Tanzimat Fermanı II. Mahmut dönemindeki tahribatı tamir etmek için çıkarılmış ve kısmi bir rahatlama sağlamıştı. Temel hak ve hürriyetler konusunda bazı ilerlemeler olmuştu. Az da olsa bu ilerlemeler ile aydınlar ve halk bir nebze nefes almış ve bu dönem, Meşrutiyet´in ilanı ile neticelenmişti.
Tanzimat ile yarı anayasal bir yönetime geçen Osmanlı Devleti, Meşrutiyet´in 1876 yılında ilan edilmesi ile ilk defa tam bir ?Anayasal Düzen? olgusu ile tanışmış oldu. ?Meclis-i Mebûsan? ve ?Meclis-i Âyan? kurulmuştu. İlk defa taşranın seçkinleri ve orta sınıfın temsilcileri İstanbul´a gelmiş, Meclis çatısı altında memleket meselelerini tartışmış ve yönetime iştirak etmişlerdi.
Böylece liberal bir muhalefetin tohumları iki yıl gibi kısa bir ömrü olan bu Meclis´te atılmıştı. Anayasal muhalefetten, otoritesinin sınırlandırılmasından ve yetkilerinin başka organlar tarafından paylaşılmasından memnun olmayan II. Abdülhamit, meclisin açılışından kısa bir süre sonra, Osmanlı-Rus Harbi´nin başlamasını bahane ederek, Meclisi tatil etti. Meşrutiyet´in ilan edilmesine sebep olan Yeni Osmanlılardan ağır bir intikam alıp onları yok etti. Böylece yeni bir istibdat dönemi başlamış oldu.
II. Abdülhamit 33 yıl boyunca Devleti dilediğince idare etti. Pan-İslamizm politikası ile emperyalistlerle mücadele ettiğini iddia etti. Aydınları sağa sola sürdü. Her muhalif sesi şiddetle bastırdı. Çok iyi propaganda çalışması yaptı. Varlığını Pasifik´teki adalardan tutun da Afrika´nın derinliklerinde yaşayan kabilelere kadar her yere duyurdu. Yerel müstebitler olan aşiret ağaları, kabile şefleri, tarikat liderleri ile yakın ilişkiler kurdu. Onları sarayında ağırladı. Devlet hazinesinden taltifte bulundu. Borç para ile Yıldız Sarayı´nı yaptı. Halk yiyecek ekmek bulamazken ve dışarıda kızılca kıyamet koparken, o, sarayda opera dinledi ve sanatla meşgul oldu.
33 yıl su gibi aktı gitti. Güya otoritesini tahkim etmişti. Devlet şaha kalkmıştı. Ama günün sonunda 1,5 milyon kilometre kare toprak kaybeden padişah olarak tarihe geçti. Ekonomi tamamen bitmişti. Duyun-u Umumiye yani Borçlar Genel İdaresi hazineye ve ekonomiye el koymuştu. Her diktatör gibi o da batırarak gitmişti.
II. Abdülhamit´i deviren İttihatçılar II. Meşrutiyet´i ilan ettiler. Ama istibdat yönetimine alışmış halkı ve bürokrasiyi daha şiddetli bir istibdat uygulayarak idare etmeye kalkıştılar. İstibdatın şiddetinin artması Devlet´in çöküşünü ve parçalanmasını da hızlandırmıştı. Yanlış kararlar aldılar. Gereksiz savaşlara girdiler ve birkaç yıl içinde koskoca bir İmparatorluğun yıkılışına sebep oldular.
Eğer Osmanlı Devleti´ni kim yıktı sorusuna cevap aranıyorsa, benim cevabım şudur: Üç istibdat yönetimi: II. Mahmut, II. Abdülhamit ile İttihat ve Terakki Partisi.
Her şeye rağmen bir halkın varlık mücadelesi devam ediyordu. Ankara´da yeni bir Meclis kurulmuştu. Buna III. Meşrutiyet dönemi de denebilir. Son derece demokratik olan bu Meclis, Millî Mücadele´yi kazandı ve Yeni Türkiye´yi kurdu. 1924 yılında I. Cumhuriyet tecrübesine giriş yapıldı. İttihatçı ruh yeniden hortlayarak, yeni bir istibdat yönetimi ilan etti. Devlet; bileşenleri olan halk ile, halkın farklılıkları ile mücadeleye girildi. Böylece ilerlemek ve özgürleşmek yolunda elde edilen fırsat tekrar kaçırılmış oldu. Krizler krizleri takip etti. Ülke yeni bir işgal ile yüz yüze geldi, yine dışarıdan yardım talep edildi. Yardım alma karşılığında çok partili hayata ve parlamenter sisteme geri dönüldü. Buna II. Cumhuriyet tecrübesi diyebiliriz.
Tanzimat Fermanı, Islahat Fermanı, Meşrutiyet´in İlanı ve Çok Partili Hayat´a Geçiş; bütün bunlar dahili ve harici büyük sorunlarla karşılaşılıp bu sorunlara karşı Batı´nın desteğini elde etmek için ilan edilmişti. Bu sorunların hepsi istibdat yönetimlerinin neticesinde oluşmuşlardı. Çözüm için her seferinde demokrasiye sığınılmış ve demokratik reformlar yapılarak sorunların üstesinden gelinmiştir. En azından tarihin bize anlattığı budur.
1960 İhtilali ile III. Cumhuriyet dönemi başlamıştır. III. Cumhuriyet dönemi ise bir askeri vesayet dönemidir. 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül ve 28 Şubat dönemleri, askeri vesayetin kendini yenilediği zaman dilimleridir. Ama her müdahale, yeni bir sivil iradenin doğmasına sebep olmuştu. Milli irade bir şekilde yolunu bulup kendini temsil edeceklerle buluşuyor ve askeri vesayet zafiyete uğruyordu. Meclis´in kendisi, askeri vesayet için tehlike olmaya devam ediyordu.
Uzun süren tecrübeler sonunda askeri vesayet, bu milli irade sorununu kesin olarak çözmeye karar vermişti. Önce kendi içindeki sivil iradeye saygı duyanlar bir biçimde temizletildi. Sonra milli iradenin tecelli yeri olan Meclis´i etkisizleştirecek formüller geliştirildi. Çünkü Meclis, sistemin doğal düşman(!) olarak belirlediği Kürtlerin, İslamcıların ve Alevilerin kendilerini temsil edebildikleri bir mekâna dönüşmüştü. Sözüm ona bu devlet düşmanları(!) devlet hakkında kararlar alabiliyorlardı artık. Bu büyük bir tehlike idi ve bundan kurtulmak gerekiyordu.
2017 referandumu ve 2018 seçimine bu tahliller ışığında bakmak gerekir.
200 yıllık bir milli mücadelenin sonunda elde edilen kazanımlar ve birikimler; MHP´nin açtığı kapıdan AKP´nin girmesi ile birkaç yıl içinde tepetaklak olmuş ve neredeyse en başa, II. Mahmut dönemi şartlarına dönülmüştür.
Cumhurbaşkanını halk seçmiş olsa bile, vesayet perde arkasında bütün hedeflerini bir bir gerçekleştirmektedir. Bu idareye sivil bir idare demek, askeri idarenin ne demek olduğunu bilmemektir.
Şimdi bu yeni rejimin kısa, orta ve uzun vadeli sonuçları olacaktır.
Bu ise ayrı bir yazının konusudur.