Tarih: 11.05.2020 04:20

Türkiye ve Kürt Kartı

Facebook Twitter Linked-in

Sebeplerinden bağımsız olarak Türkiye ile Kürt aktörler arasındaki ilişki yokluğu Türk dış politikasını menfi anlamda etkilemekte, Türkiye’nin inisiyatifini azaltmakta ve “Kürt kartı”nın Türkiye dışındaki aktörler tarafından kullanılmasına davetiye çıkarmaktadır.

OSMAN SERT / 11 MAYIS 2020

Bir milletin pokerde oyuncuların elindeki bir kart gibi görülmesi, her şeyden önce, söz konusu milleti “edilgen bir unsur” hâline getirmesi nedeniyle rahatsız edici. Üstüne, kendi içinde bir ast-üst ilişkisi de dayattığı için haklı itirazlara açık bir ifade tarzı. Ne var ki, basit tarifler, alışkanlıklar, kestirme yorumlar ve tanımlamalar hâlâ açıklayıcılıklarını koruyor. Orta Doğu’da uluslararası hukukun en anlamsızlaştığı, akışkan ve değişken ittifakların ulaştıkları esneklik ve ilkesizlik nedeniyle artık ittifaka ittifak denemeyecek hâle gelindiği bir ortamda bile eski reel politik tabirler hâlâ anlamlı.

Bu çerçevede ele alacak olursak, dört ayrı ülkeye yayılmış ve en çok da toplam nüfusunun en az yarısının yaşadığı Türkiye’de ağırlığı hissedilen Kürtler, Ankara için ulusal ve uluslararası denklemde hep etkileyici bir unsur olarak görüldü. Ankara varlığını söylem düzeyinde inkâr etse de, karar vericilerin zihninin arka planında sürekli bir Kürt faktörü ya da Ankara’nın edilgen olduğu durumlarda da dış güçlerin bir Kürt kartı vardı. Kürtler kimi zaman bir tehdit kaynağı kimi zaman iş birliği fırsatı kimi zaman da “keşke hiç olmasa” denilen bir unsur olarak dış politika yapımında göz önüne alınması gereken bir gerçeklik olarak var oldu.

KDP ile 80 öncesinde başlayan sınırlı diyaloglar, Öcalan’ın yakalanması sonrasında PKK ile neredeyse açık şekilde yapılan müzakereler olsa da kendi içinde birçok bölge, aktör, yapı hatta alt kimliklere bölünmüş Kürtlerin her unsuru ile entegre bir diyalog süreci yaşanmadı. Kimi zaman güvenlik perspektifi kaynaklı kimi zaman diplomatik kimi zaman da siyasi gerekçelerle eksik ve yarım kalan bu ilişki, AK Parti döneminde daha bütüncül bir hâl aldı. İçerde ve dışarda açılım politikaları ile Kürt aktörlerle doğrudan temas kuran ve etki gücünü kullanabilen Türkiye, bugün bu esnekliğini neredeyse tümüyle kaybetmiş, tüm sermayesini demir yumruk formülüne yatırmış durumda. Ancak bu duruma bir günde gelinmedi. Türkiye’nin kendi yaşadıkları kadar Arap Baharı sonrasında ortaya çıkan yeni jeopolitik dinamikler, Irak ve Suriye bağlamında oluşan güvenlik riskleri de entegre bir fotoğraf veren bu politikanın bozulmasına neden oldu.

Cumhuriyet’in Baş Ağrısı Kürtler!

Cumhuriyet’in kurucu kimliği sadece neyin meşru olduğunu ortaya koymakla yetinmiyordu, aynı zamanda neyin gayri meşru olacağına da işaret ediyordu. Devletin Türklük anlayışına tehdit olarak Kürtlük, laikliğe tehdit olarak muhafazakâr Müslümanlık ve Batıcılık yöneliminin anti tezi olarak “Ortadoğu Bataklığı”. Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana yaşanan etnik ve dini anlamda tek tipleştirici ulus devlet inşa sürecinde her iki başlıkta da baş ağrıtma potansiyeli taşıyan Kürtlerle sürekli güvenlik eksenli bir matriks kurgulandı. Özellikle son otuz yılda bölge halkı, bir yandan kayıtsız bir itaat bekleyen ve bunun için de her türlü şiddeti meşru gören terör örgütü baskısı diğer yanda her şeyi sadece terör örgütünün varlığına indirgeyen, terörle mücadelenin sosyal boyutunu sadece ekonomik az gelişmişlikle açıklayan, çözümünü de faili meçhullerden köy boşaltmalara kadar devletin sert yüzünde gören bir sarmala hapsoldu.

Türkiye bu netameli ve dokunanın elini yakan konuda AK Parti’nin iktidara gelmesi ile ezberleri bozan bir yol takip etti. Devlet televizyonunda Kürtçe yayın başlamasından, Kürtçenin kamusal görünürlüğünün artmasına, ifade özgürlüğü alanının genişlemesinden terör örgütü PKK’nın silah bırakmasını hedefleyen Çözüm Süreci’nin başlamasına kadar iç siyasette bir kez eşik geçildikten sonra geri dönülemeyecek sanılan birçok adım atıldı. Dış politikada ise Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi ile önce sancılı sonra heyecanlı ve tempolu bir yakınlaşma süreci yaşandı. PYD ile kimi gizli kimi açık görüşmeler yapıldı. Suriye’deki alternatif Kürt oluşumlarla sınırlı ve süreli de olsa diyalog kuruldu.

İç siyasette yine Perspektif’te Vahap Coşkun’un detaylı bir muhasebesini yaptığı HDP çizgisi önemli roller üstlendi. HDP’nin siyasette yükselen çizgisi hem PKK’nın silah bırakmasına dönük Çözüm Süreci çabaları hem de Kürt sorununda dağa karşı ovanın göreceli meşruiyet artışı ile paralel bir çizgi takip etti. Ancak HDP, bu yazının odağı olan dış politika ve bölgesel dinamikler açısından bakıldığında Türkiye’deki rolünü ve etkinliğini diğer ülkelerdeki sorunlarda ve süreçlerde Türkiye adına katalizör olarak kullanmak, böylece içerde meşruiyet devşirmek yerine başta Suriye olmak üzere dışardaki sorunların içerdeki sözcüsü ve hatta temsilcisi olmayı tercih ederek, her şeyden önce kendi “Türkiyelilik” iddiasına zarar verdi. Nitekim Selahattin Demirtaş’ın Ekim 2015’te PYD’nin Fırat’ın batısına geçeceğine ilişkin sözleri Ankara’nın üzerinde psikolojik bir baskıya dönüştü.

Dışarıdaki Kürtler Ne Kadar Dışarda?

Dış politikada Cumhuriyet Türkiye’si Sevr travmasının da etkisi ile Orta Doğu’da önceliğini istikrarı garantileme, sınır güvenliğini sağlama, bölgesel sorunlara istisnalar ve mecburiyetler dışında bulaşmama, geleneksel çok taraflı ittifakların dışında kalmama ilkelerine neredeyse saplantı derecesinde bağlı kalmayı tercih etti. Bu çerçevede dışardaki Kürt realitesi ile ilişki folklorik yakınlıkları aşan sahici diyaloglara taşamadığı için de, bu hayatî olgu dış politika yapımında bir yere oturtulmadı. Özellikle Soğuk Savaş’ın donuk kalıpları nedeniyle buna ihtiyaç da hissedilmedi.

2002’de AK Parti iktidarı ile birlikte Ahmet Davutoğlu’nun “Komşularla Sıfır Sorun” ilkesinin getirdiği bir açılım mantığının da yansıması olarak bölge ile önce kültürel ve siyasi kodlarla yeniden tanışma, ardından entegrasyon sürecine girildi. Kürtlerle ilişki de, yüzleşilmesi gereken bir faktör hâline geldi. İç siyasi süreçlerin de dayattığı bu yüzleşme diğer komşu ve akraba topluluklar kadar kolay olmadı. Balkanlarda, Kafkaslarda ve hatta Orta Doğu’da 1 Mart 2003 Tezkeresi’nin sonucu olarak hızlandırılmış meşruiyet birikimi ile pek de beklenmeyen bir yakınlaşma süreci yaşandı. Ama Kürtlerle köprüleri kurmak hem o güne kadar dosyanın sahibi Genelkurmay kavşağında oturduğu, hem konunun bizatihi tarihsel karmaşık geçmişi ve diğer aktörlerin Ankara’ya karşı sert tavrı, hem de AK Parti kadroları kendilerini bir “Kürt yakınlaşması”na hazır hissetmedikleri için kolay olmadı.

Irak Savaşı ve Tezkere Krizi ile birlikte AK Parti’nin Saddam sonrası Irak Kürtleri ile ilişkisi aslında sancılı başladı. Erbil’in herhangi bir Türk müdahalesine ısrarlı itirazı, Amerika’nın 1 Mart hayal kırıklığı ile birleşince uzun süre bir diyalog mümkün olmadı. Bir süre sonra Irak’ta yükselen Şii egemenliği ve parçalı yapı, bunun Erbil’i alternatif ittifaklara açık hâle getirmesi ve Türkiye’nin Irak’taki tüm gruplarla görüşme stratejisi, Kerkük’ün kaderinin bir diyaloğu neredeyse dayatması, 2005 Irak Anayasası ile yeni statükonun resmî bir hâle gelmesi, Avrupa Birliği yolunda demokratikleşme yolunda atılan adımlar, PKK özelinde ve kültürel haklar bağlamında Ankara’nın açılımı yeni bir yakınlaşmayı mümkün kıldı. Erbil, Ankara’nın Irak’taki en güvenilir, istikrarlı müttefiki hâline geldi. Öyle ki, Demokratik Açılım Süreci’ne ivme kazandırmak üzere Başbakan Erdoğan, Barzani’yi Diyarbakır’a davet ederek bir dönemin yasaklı Kürt sanatçısı Şivan Perwer’in şarkılarını birlikte dinlediler. Ayrıca ABD’ye ve Bağdat’a rağmen gerçekleştirilen petrol anlaşması iki tarafın nasıl bir kader ortaklığı içine girdiğinin en somut işareti oldu.

Ankara aynı anda hem İmralı, hem Kandil, hem HDP, hem Erbil hem de PYD ile görüşüyordu. Başta aracılarla diyalogu sürdürmenin bedelini ödeyen Türkiye, üçüncü aktörleri devreden çıkardı, kendi göbeğini kendi kesmeye niyetlendi. Bu yaklaşım tüm aktörlerin nabzını ayrı ayrı tutmasına, aralarındaki ortak noktaları ve ayrımları bizzat görmesine ve yekpare bir strateji geliştirmesine imkân veriyordu. İçerde güçlü bir meşruiyet zemini, ne yaptığına ve nereye varmak istediğine dair göreceli bir kararlılık, bölgesel hedefler konusunda da ortak bir vizyon gerektiren bu süreç, Ankara’ya birçok uluslararası konuda hem müdahil olma kapasitesi hem de ciddi bir esneklik sağlıyordu. Kürt nüfusunun yoğun olduğu bölgeyi ayıran sınırlar yokmuş gibi davranmak bütüncül bir politikayı da mümkün kılıyordu.

Arap Baharı, PYD ve Güvenlik Endişesi

Bu üst düzey yakınlaşma ve diyalog önce Çözüm Süreci’nin akamete uğraması ile büyük yara aldı. Kürt meselesinde yaşanan gel-gitler, terörle mücadele ve açılım çerçevesinde karşılaşılan kırılma noktaları ve sürecin akamete uğramasının sebepleri bu yazının çerçevesini aşan ve birçok boyutuyla da tartışılmış bir süreç.

Türkiye özellikle kendi içinde ve Irak bağlamında Kürt sorunuyla yüzleşme sancıları yaşarken, Arap Baharı ile birlikte Suriye’de PKK varlığı görünür hâle geldi. Suriye rejiminin ülkesindeki Kürtlere vatandaşlık vermemek dahil baskıcı tutumu, Abdullah Öcalan’a ev sahipliği yapmaktan Kürtlerin askerliklerini PKK içinde yapmasını kabul etmeye kadar olan örgütle yakın ilişkisini etkilememişti. Türkiye’nin baskısı ile PKK’nın görünür varlığı ciddi oranda azalsa da, Arap Baharı ile ülke genelinde hâkimiyetini kaybeden Esad rejimi 2012’de Suriye’nin kuzeyinde birçok şehirde kontrolü PKK’nın bir uzantısı olan PYD’ye devretti. PYD – rejim ilişkisi iç savaş ortamında farklı formlar kazansa da, PYD asla Şam karşıtı askeri bir tutum almadı, aksine Esad karşıtı Kürt muhalefetini tasfiye eden bir rol oynadı.

2014’te yükselen IŞİD tehlikesini kendine birinci hedef olarak seçen ABD’nin ortak olarak Türkiye’nin de desteklediği muhalif örgütleri değil PYD’yi seçmesi ve doğrudan silah desteği vermeye başlaması Ankara’da büyük rahatsızlık yarattı. Demokrasi umutları ve Türkiye’ye yakın unsurların ülkelerinde söz sahibi olma ihtimali ile Ankara’nın Orta Doğu’daki manevra/etki alanını genişletmesi, beklenen Arap Baharı, önce Mısır darbesi ardından Esad’ın Rus ve İran desteği ile ayakta kalması, son olarak da PKK/PYD’nin ABD’nin doğrudan desteğini alması ile Türkiye’nin “Kürt fobisi”ni ve güvenlik endişelerini zirveye çıkardı.

Kritik Eşik: Barış Pınarı Harekâtı

Güney sınırındaki sorunla mücadele etmek ve kendini güvene almak için bir dizi sınır ötesi operasyon gerçekleştiren Türkiye, Kıbrıs harekâtının dışında ilk kez ciddi bir askeri güç kullanımı sürecine girdi. Suriye topraklarında kendi sınırını güvence altına alan Türkiye, stratejisinde ciddi bir başarı da elde etti. Ancak bu zincirin son halkasını temsil eden Barış Pınarı Harekâtı aslında daha önce Kürt meselesi üzerinden bölgede etkisini artıran Türkiye’nin geldiği noktayı göstermesi açısından önemli bir vaka oldu. Türkiye’nin zemin kaybı, söylem oluşturma gücünü tümüyle Kürt aktörlere kaptırması ve kendince meşru gerekçelerine kimseyi inandıramaması sonuçta birçok alanda yaşanan sancılı sürecin bir sonucu oldu.

Özellikle Amerika’da birçok dış politika uzmanı neredeyse ağız birliği etmişçesine ABD’nin PYD/YPG ilişkisinin baştan yanlış kurgulandığını, Ankara’nın tepkisinin kimseyi şaşırtmaması gerektiğini söyledi. Buna karşın Ankara’nın içerde Kürt siyasi aktörlerinden sivil toplumuna, dışarda ise Erbil yönetiminden Avrupa’daki Kürt varlığına kadar yekpare bir karşıt tutuma oturan siyasetinde kimse Barış Pınarı Harekâtı’nın “Kürtleri” değil bir terör örgütünü hedeflediği savını satın almadı. Aslında Türkiye Suriye’de daha önce gerçekleştirdiği Fırat Kalkanı ve Afrin bölgelerindeki operasyonlar ile Kürtlere karşı değil terör örgütlerine karşı kendi güvenliğini sağlamak için askeri bir operasyon yaptığını uluslararası kamuoyuna anlatabilirdi. Ancak kontrol altına alınan bölgelerde oluşan yerel yönetimler demografik dengeyi tam olarak gözetmezken, Kürtçenin kamusal alanda kullanımı konusunda komplekssiz bir yaklaşım geliştirilemedi. İçerde ya da dışarda muhalif Kürtler için anlamlı bir aktörle sağlıklı bir ilişkinin varlığı da Ankara’yı motive eden asıl unsurun kategorik olarak Kürt karşıtlığı olmadığını ortaya koymak için yardımcı olabilirdi.

Bunlara ilaveten Barış Pınarı Harekâtı AK Parti iktidarı için ciddi bir siyasi yenilgi olan yerel seçimlerin hemen ardından ve bir yıl öncesine göre operasyonu kaçınılmaz kılan yeni bir güvenlik riski yokken gerçekleştirildi. Buna iktidarın yönlendirmelerini neredeyse koşulsuz kabul eden basını, özellikle operasyon öncesindeki 3 yıl boyunca iktidarın artık siyaset üretememesinin açığını kapatmak ve kendi tabanını konsolide etmek için aralıksız kullandığı beka söylemini ve yükselen milliyetçiliği eklediğinizde, Türkiye’nin tezlerinin altını boşaltmak için her türlü gerekçe hazırlanmış oluyordu. Nitekim harekâtın sahadaki askeri bölümü hepi topu 10 gün sürebildi ve başlangıçta iddia edilen hedeflere ve açıklanan haritalara ulaşamadan, daha çok Sünni Arap nüfuslu bölgelerin kontrolü ile sona ermek zorunda kaldı. ABD ve Rusya ile yapılan ateşkes görüşmelerinde daha önce ilan edilen hedeflerin gerisinde kalınması da hem Türkiye’nin Suriye’de askeri operasyonlarının sınırını hem de meselenin bütün boyutlarını işin içine katmadan sadece Ankara’da belirlenen öncelikler ve takvimlendirme ile yola çıkıldığında başarının mukadder olmadığını gösterdi.

Ankara tüm gelişmeler sonunda uluslararası ilişkiler bağlamında Kürt meselesine olan bütüncül ve kapsamlı yaklaşımını kaybetti. Kürtlerle ilişkiyi ya da Kürt meselesini tüm boyutları ile bütüncül değerlendirme yaklaşımı yerini anlık milliyetçi tepkilere bıraktı. Mevzuyu bölgedeki makro dengelerin önemli bir alt unsuru ve dinamiği olarak görmek yerine her tartışmanın Kürt meselesi prizmasına indirgendiği 2002 öncesi tavrı hâkim yaklaşıma dönüştü. Ankara her bir alt başlığı tek başına çözmeye ve sanki kâğıt üzerinde var olan sınırlar demografik ve siyasi olarak gerçekmiş gibi davranmaya başladı.

Kuşatıcı Vizyon ve Entegre İlişki İhtiyacı

Burada altı çizilmeye çalışılan husus; yaşanan gelişmeler sonrasında Türkiye’nin, kendi içinde ne kadar bölünmüş ve iç rekabetlere sahne olsa da, bölgenin önemli bir kesiminin tüm paydaşları ile sağlıklı ve güvene dayalı bir ilişki zeminini kaybetmiş olması ve bunun maliyet üretmesidir. Sebeplerinden bağımsız olarak bu ilişki yokluğu Türk dış politikasını menfi anlamda etkilemekte, Türkiye’nin inisiyatifini azaltmakta ve “Kürt kartı”nın Türkiye dışındaki aktörler tarafından kullanılmasına davetiye çıkarmaktadır.

Elbette Kürt aktörlerin kendi içlerinde parçalanmışlıkları ve parçalanmışlığın tetiklediği öncelikler çatışması, PKK’nın Kürt sorununun varlığından ve devamından beslendiği ölçüde çözümsüzlüğü dayatması ve AK Parti’yi de dönüştüren ulusalcı/milliyetçi iklimin özellikle yeni nesilde Kürt milliyetçiliğini beslemesi gibi faktörler de kapsamlı bir vizyonu ve çözümü zorlaştırıyor. Ancak bu zorluklar asıl sorumluluğun Ankara’ya düştüğü gerçeğini değiştirmiyor.

Yapılması gereken; stratejik bir bakış açısı ve tanımlı bir nihai ortak hedef çerçevesinde Kürtlerle hem içerde hem dışarda sağlıklı ve entegre bir ilişki ağını yeniden inşa etmektir. Bu ilişkinin yokluğu sadece Türkiye Cumhuriyeti’nin dış politika seçeneklerini ve manevra alanını sınırlamakla kalmıyor, istikrarlı bir geleceğe ancak birlikte oldukları taktirde yürüyebilecek ve bölgede ortak bir geleceği birlikte inşa edebilecek tarafları anlamsız bir enerji, zaman ve her şeyden önce can kaybına sürüklüyor. Bu sarmalın aşılmasının sorumluluğu da, temelde oyun kurucu bir rol üstlenmek iddiasında olan Ankara’ya düşüyor.
_____
En son çıkan yazılardan anında haberdar olmak için bizi @PerspektifOn twitter hesabımızdan takip edebilirsiniz.




Orjinal Habere Git
— HABER SONU —