Türkiye üniversitelerinin yurtdışından öğrenciler için okunabilecek, kariyer yapılabilecek kurumlar haline gelmesi, kalitesini ispatlamış olmanın, dünya üniversiteleri arasında belli bir yer edinmesinin en güçlü göstergelerinden birisi.
Bu konuda yakın zamanlara kadar utanç verici bir durumdaydık aslında. Türkiye’de okuyan yabancı öğrenci sayısı 10 binin altındaydı. Türkiye’den dışarıya okumaya giden öğrenci sayısı ise hiçbir zaman 50 binin altında olmadı. Bu, Türkiye için yüksek eğitim konusunda ciddi bir açık içinde olduğunun göstergesiydi.
Bu açığın oluşumunda ilk planda Türk Yüksek Eğitim sektörünün buna pek niyetli olmamasının önemli bir payı vardı elbet. O yüzden dünya üniversiteleriyle yeterince bütünleşmemiş, müfredatlarını ve kalitelerini dünya üniversiteleri standartlarına getirme konusunda bir ayarlama çabası içinde olmamıştır. Dışarıdan öğrenci alma konusunda bir çaba içinde olmayınca kendi içine kapalı bir yüksek eğitim anlayışı içinde, dünyadaki gelişmelere de açık olmayan bir düzenle yürüyüp gidiyordu yüksek eğitim.
Bu, tanımı gereği “evrensel” olması gereken “üniversite”nin ruhuna çok ters bir durumdu kuşkusuz. Üstüne bir de eğitimin gereğinden fazla ideolojik olması, üniversite eğitiminin belli tabaka veya ideolojik özelliklere bahşedilen bir ödül olarak görülmesinin de ayrı ve büyük payını unutmayalım.
Başörtüsü yasakları ve katsayı sistemi doksanlı ve iki binli yıllarda Türkiye’nin üniversitelerinin taşralılaşmasının ve içine kapanıklığının hem en önemli nedenlerinden hem de göstergelerinden biri oldu.
Üniversitelerin kapasitesi zaten çok kısıtlı ve onu genişletmeye karşı tuhaf bir direnç vardı. Varolan imkanlar da zaten belli kesimleri dışlasa bile girebilecek olanların ihtiyaçlarının çok azını karşılayabiliyordu. Her yıl üniversite sınavına girebilenlerin ancak yüzde onu üniversitelere yerleşebiliyorken gerisine “ne haliniz varsa görün” deniliyordu da başka bir yol gösterilmiyordu.
Oysa hem başörtüsü yasaklarının tamamen kaldırılması hem akılalmaz saçmalıktaki katsayı uygulamasına son verilmesiyle birlikte üniversite üzerindeki ideolojik yükün önemli bir kısmı kaldırıldı.
Devamında üniversitelerin kapasitesi artırıldı, yeni çok sayıda üniversite açıldı. Üniversite sayısı 76’dan 207’ye çıkarıldı. Her ile bir üniversite kuruldu böylece yüksek eğitim almanın önündeki birçok dezavantajlar ve engeller aşıldı, yüksek eğitim bir sektörel kalkınma dinamiği haline getirildi. Şehirlerin gelişiminde bunun çok önemli bir etkisi oldu, olmaktadır.
Bugün üniversite öğrencisi sayısı 8 milyon 240 bin kişiyi bulmuş durumda. Bu Türkiye nüfusunun neredeyse yüzde onuna tekabül ediyor ve bu alanda dünyada neredeyse birinciliği elde etmiş bulunuyoruz.
Kuşkusuz bunun olumsuz ve sorunlu yanları üzerinde de ayrıca durulabilir, ancak bunun hızla hizmet ve bilişim sektörüne kayan dünya ekonomisinin geleceğine hazırlık noktasında Türkiye’ye çok büyük avantajlar sağlıyor olduğu gözardı edilemeyecek bir gerçek.
Yüksek eğitimin hem ekonomik, hem sosyal ve siyasal gelişme üzerinde ne kadar büyük etkileri olduğu üzerinde yığınla sosyolojik analiz yapılmıştır. Ama onun bir de uluslararası ilişkilerin gelişimindeki önemi bugünlerde üzerinde durmaya daha bir değiyor. Türkiye üniversitelerinde şu anda okumakta olan 200 bin kadar yabancı öğrencinin Türkiye’nin dünyanın her tarafına uzanan etkilerini görmeyen gözlere göstermek gerekiyor. Bir defa Türkiye ilk defa son birkaç yıldır dışarıda okuttuğunun en az 4 katı öğrenciyi ülkesinde okutmaktadır. Türkiye’de eğitim gören insanların kendi ülkeleriyle Türkiye arasında fiilen tam bir gönül ve kültür elçileri haline geldikleri en basit gerçeklik. Bu öğrencilerin tamamı Türkçe öğrenmekte ve Türkiye’ye kendi kültürlerini de taşıyıp getirmekte ve beraber okudukları Türk öğrencilere evrensel, çokkültürlü bir ufuk vermektedirler. Öğrenmeye gelirken de bir şeyler öğretmiş olmak gibi bereketli bir hasıla oluşturuyorlar.
Yanı sıra üniversitelerimizi dünyaya daha da açık hale getirmekte ve bu da eskiden kendi içine kapalı kalmış üniversitelere nazaran çok daha evrensel standartların ve habitusların benimsenmesini ve yerleşmesini sağlamaktadırlar. Bugün bir Karabük Üniversitesinde 90 ayrı ülkeden 10 bin, Siirt üniversitesinde 35 ayrı ülkeden 3 bin yabancı öğrencinin okuduğunu bilmek bir akademisyen olarak beni fazlasıyla heyecanlandırıyor.
Bu heyecan verici manzara belli ki Türkiye’deki sol muhalefeti heyecanlandırmak bir yana rahatsız ediyor, mutsuz ediyor. Geçtiğimiz hafta Türkiye’de Katarlı öğrencilerin sınavsız okuyacakları gibi kışkırtıcı ve dinleyenlerini de aptal yerine koyan bir velveleye başvurdu Kılıçdaroğlu.
Bilmeyen ne bilsin? Bilmeyenlerin bilgisizliğini bu kadar hoyratça sömürmenin adı sadece siyasi üçkağıtçılıktır.
Haberi ilk veren internet sitesi zaten Türkiye’de okuyan toplam Katarlı öğrenci sayısının 41 kişiden ibaret olduğunu ve bunun da çok azının tıp öğrencisi olduğunu ve bunun da sınavsız olmadığı gerçeği açıklandığında özür dileyip haberini geri çektiği halde hem Kılıçdaroğlu hem Akşener bu yalanlamaya rağmen bu iddialarını meclis kürsülerinden ortalığı velveleye vermeye siyasi üçkağıtçılığa devam ettiler.
Hadi ilk telaffuzu geçelim, onun da geçilecek tarafı yok ya, ama apaçık resmi, kesin rakamlar ortaya konduğu halde bu iddiaları sürdürmeyi nasıl anlamak lazım? Altını kazımanıza bile gerek yok altından da üstünden de en bariz ırkçılık ve nefret söylemi çirkin suratıyla görünüyor. Ama bu ırkçılığa ve aşağılık nefret söylemine başvururken bir yandan da kendi ülkesinin yüksek eğitim kurumunun kat etmiş olduğu bu büyük başarıya karşı tam bir çekemezlik ve hasmane bir tutum var.
Ne istiyorsunuz? “Sağlık sistemini yönettiğiniz dönemde durumu ne idiyse Türkiye’nin, yüksek eğitim alanında da durumu oydu” diyeyim anlayın. O durumdan bugüne gelmiş eğitim sistemi karşısında lafınızı yutkunup yutmanız sizin için en iyisi, hala anlamıyor musunuz?
Bu arada büyük bir kinle kustuğunuz şu Katar nefreti sizi iflah etmez, bizden söylemesi.