Tarih: 13.04.2023 15:46

Türkiye Cumhûriyeti ile ABD arasındaki buzlar erir mi?

Facebook Twitter Linked-in

Bu soruyu cevaplamak için ABD’nin genel Türkiye algısının ne olduğunu esas almak gerekir. Avrupa devletlerinin Türk ve Türkiye algısı ile ABD’nin Türk ve Türkiye algısı arasında ciddî bir farklılık olduğunu hemen kaydetmek gerekir. Avrupalıların Türk ve Türkiye algısı târihsel bir derinlik ve somutluğa sâhiptir. Bunun, Avusturya, Almanya, İtalya , Fransa ve İngilitere üzerinden, yegân yegân sağlamasını yapmak mümkündür. Türkiye’nin ve Türklerin bu devletler ve onların teb’alarıyla kurdukları ilişkiler sâdece târihsel somutluk ve derinlik taşımanın hâricinde çok boyutludur da. Bu yakınlığın avantajları nispetinde, belki ondan daha fazla olarak dezavantajlarını da yaşamışızdır.

II.Umûmî Harp sonrasında Türkiye’nin birinci dereceden ve doğrudan Avrupa güçleri ile göğüs göğüse yürüttüğü boğucu ilişkilerin ağırlığından kurtulduk. Artık Okyanus ötesindeki yeni bir güç, ABD dünyâya hükmediyordu. Üstelik bu yeni güç, Türkiye ve Türklerden târihsel olarak kopuk ve uzaktı. Bu yüzden bize, Avrupalıların aksine son derecede kompleksiz bakıyordu. Türkleri ve Türkiye’yi ne çok fazla biliyor ne de fazlaca merak ediyorlardı. Birleşik Krallık’ın derin arşivleri ellerindeydi. Ama onlar Türkiye’ye işlevsel bakmaktaydı. Bir defâ, kültürel olarak Türkiye ve Türkleri zora sokan ve ona ağır ev ödevleri yükleyen kültür muhasebeleri yapmıyorlardı. Zâten tekmil dünyânın kültürel olarak Amerikanizasonuna dâir makro plânları vardı. Türklerin de bundan nasibini alacaklarını biliyorlardı. Türklerin Müslüman olmasının ABD’lilerin nazarında bir sorun olarak karşılığı yoktu. Türkiye, Müslüman bir devlet olarak NATO’da pekalâ yer alabilirdi.(NATO’yu Fransa veyâ Almanya’nın kurduğunu farzedelim. Türkiye ‘nin bu teşkilâta dâhil edilmesinin kolay mümkün olabileceğini hiç mi hiç zannetmiyorum). Mesele, muhtemel bir III.Umûmî Harp esnâsında Türkiye’nin sâhip olduğu jeostratejik konumu üzerinden NATO kuşatmasına dâhil olması ve savaşkan kapasitesi üzerinden Sovyetler’i bir süreliğine durdurmasıydı. Hâsılı Soğuk Savaş esnâsında ABD’nin Türkiye’ye yüzeysel, araçsal ve işlevsel bir bakışı vardı.

Meseleler, Soğuk Savaş nihayete erdikten sonra başladı ve büyüdü. Yıkılan Sovyetle Birliği’nin yerini alacak yeni bir düşmana ihtiyaç vardı. Bunun ekonomik veyâ siyâsal-ideolojik bir düşman olması artık mümkün değildi. ABD veyâ umûmî mânâda Batı’nın sâhip olduğu ekonomik modele, en azından kâğıt üzerinde rakip olabilecek bir alternatif artık mevcut değildi. Siyâsal değişken ise en azından o zamanlarda esen neo-liberal dalga için netâmeliydi. Demokrasi vurgusunu, hattâ Soğuk Savaş esnâsında olduğu yoğunlukta tonlamak en başta kendi demokrasilerinin yeniden bölüşümcü damarlarını tırpanlamakla meşgûl olan Reagan, Thatcher, Kohl gibi liderleri zor duruma düşürebilirdi. Düşman konusunda tercihlerini ideolojik de tutamazlardı. Çünkü o mutandan târihin sonu tezi üzerinden ideolojilerin sonu ilân edilmişti. Düşmansızlıktan kıvranan ABD nihâyet, bence de çok Avrupâî bir dönüşümle düşmanı kültürel ve dinî olarak tescilledi: Birinci derecede, merkezde sert çekirdek olarak İslâmiyet ve ikinci derecede, ona göre daha esnek tutulan Doğululuk.. Evet ilk başlarda İran İslâm Cumhûriyeti ve Kuzey Kore bunların uç vermiş hâliydi. Bunlar yetmedi; Tâliban, El Kâide, IŞİD, Boko Haram vb örgütler sert çekirdeğe; nihâyet Arap BAAS’larıÇin ve Rusya da onu kuşatan halkaya eklemlendirildi.

Bu dünyânın Soğuk Savaş’tan daha boğucu olduğunu düşünüyorum. Soğuk Savaş esnâsında mücâdele -her ne kadar bence nihâî kertede kayıkçı kavgası olsa da- ekonomiksiyâsal ve ideolojikti. Bu üç kavramın etrafında yapılan bir mücâdele kaçınılmaz olarak medeniyet gibi hakem rolünü oynayacak bir kavrama göndermede bulunmak zorundaydı. Çünkü bu üç kavram da medeniyetten neşet etmiş ve medeniyeti yüceltmeye adanmış kavramlardı. Ekonomi refah, siyâset demokrasi, ideoloji ise yabancılaşmanın bertaraf edilmesini, yâni özne olmayı vaad ediyordu. Belki de III.Umûmî Harp tehlikesi karşısındaki sigorta da buydu. Lâkin düşmanlaştırma süreci inanç ve kültür eksenine kaydığı zamân medeniyet ortak, kesişimli bir referans kümesi olarak çalışmaz. Bu, en hafif tâbirle iptidâiliğe ricattır. Yeni sağ veyâ muhafazakârlık kendisini içi boş bir ekonomizme; yeni sol ise kültürel özgürleşme ve özerklik gibi kavramların büyüsüne kaptırarak müştereken oyuna getirilmiş medenîyet iddialarını kaybetmişlerdir. Ekonomizm, ekonominin ahlâkî endişelerinden mutlak sıyrılmasına yol açmış, rekâbetçiliği ve kazanmayı kendi içinde amaç kılmış, bu duyguları en tahripkâr ve en gayrı insânî çizgiye çekmiştir. Kültürel özgürleşme veya özerkleşme ise yeni kabilecilikleri ayağa kaldırmış, dünyâyı eş anlı olarak Haçlı ve 30 Yıl Savaşları’nın iklimine sokmaktan başka bir işe yaramamıştır.

Biden’ın Demokratlar ve Otokratlar ayırımının mânâlı hiçbir politik karşılığı yoktur. Bu, dünyâyı kültürel olarak, dost-düşmân kodlarla kodlamaktır. Ve her kültürel kodlama gibi sayısız defosu vardır ve daha da olacaktır. Bu tarz kodlamalar en nihâyetinde yapanların elinde patlar. Ama bu yeni iklimin bizlere bir şeyi derinden kavratması ve gereksiz umutlar beslemeye mâni olması gerekir. En iyi günlerde ABD’nin gözünde, uzakta, üstelik sık sık sorun çıkaran bir istasyon olmanın hâricine çıkamadık. Bugün yeni ve farklı dünyâ denklemleri üzerinden “Müslüman” Türkiye’ye 




Orjinal Habere Git
— HABER SONU —