Bizim fazla katkımızın olmadığı, insanlığın birçok alanda hayatını kolaylaştıran modern çağın bilim ve teknolojik alanlardaki kaydettiği gelişmeler ve buluşlarının tarihi 17. Yüzyılın başlarına kadar gider.
Bugün itibarıyla bilim ve teknolojide gelinen en önde ve çarpıcı insanlığı ilgilendiren konu; “ yapay zeka” araştırmaları ve bu verilerin değişik yaşam alanında devreye girmesiyle, on yıl öncesinde bile hayal edemeyeceğimiz bir boyut kazanmış olmasıdır.
Yapılan hesaplamalar 2030’ lu yıllarda Dünya’da “yapay zeka “ konusunda yapılacak olan çalışmaların ekonomik boyutunun 16 trilyon dolar olacağını işaret ediyor. Bu konuda şimdilik başı ABD ve Çin çekiyor. Onları geriden bazı Avrupa ülkeleri ve diğer birkaç ülke takip etmekte.
Sözün özü, yarınki Dünya bugünkünden bir hayli farklılıklar gösterecek. Acaba biz ülke olarak bu gelişmelere hazır mıyız? Yapay zekanın cep telefonlarından akıllı arabalara, akıllı evlere ve sağlık alanına girdiği yaşadığımız bu zaman diliminde bile, dijital teknoloji ve dijital dönüşümlere ve yaşama ve siber saldırılara ne kadar hazırlıklıyız? Yapay zekaya yüklenilecek bilgi ve donanımlarla ülkemizi ve insanlarımızın kişisel bilgilerini daha doğrusu özgürlüklerini nasıl koruyup sürdürebileceğiz?
Tüm bu konular ülkemizin Bilim ve Teknoloji Politikaları ve bu alanda yürütülecek ciddi stratejilerle ve yatırımlarla yakından ilgilidir. İktidarlara göre yön değiştirmeyen milli stratejiler belirlemek ve bu konuda kayda değer çalışmalar yapmak zorundayız.
Nobel ödüllü Prof. Dr. Aziz Sancar; Türkiye’yi ziyaret ettiği birkaç yıl önce, ülkemizin önünde 15- 20 yıl gibi kısa bir zamanın olduğunu işaret etti. Şayet bu dönemi iyi değerlendirilmez ise, treni kaçıracağımızı, mutlaka dışarıda yetişmiş bilim insanlarımızı ülkemize getirip bu yarışta hızlanmamızın zorunlu olduğunu belirtmişti. Kısacası bu yarışı kaybettiğimiz taktirde bağımsızlığımızı da kaybedeceğimizi vurguladı.
TÜRKİYEDE BİLİM VE TEKNOLOJİ ÜRETİMİ KONUSUNDAKİ DUYARLIK NE ZAMAN BAŞLADI?
Ülke olarak bilim ve teknoloji konusundaki farkındalığımız 1963 yılında TÜBİTAK’ın kuruluşuyla başladı diyebiliriz. O dönem için bizim Cumhuriyet Türkiye’si olarak hedeflediğimiz sadece Temel Bilimler alanında yetkinleşmemiz ve bu konuda uluslararası bir saygınlığa kavuşmamız yönündeydi. Doğal olarak teknolojik yeniliklerin bu temel bilgiler üzerine bina edileceğine inandık. Bu bakış açısı 1980’li yılların sonuna kadar sürdü.
TÜBİTAK’ın kuruluş döneminden 2005 yılına kadar yukarıda izah olunan hedeflerin gerçekleştirilmesi yönünde politikalar izlerken, önemli bir husus da, bu dönemde sosyal bilimler alanları TÜBİTAK’ın destek alanları içerisinde görmedik. Ancak 2005 yılından itibaren sosyal bilimlerin de TÜBİTAK destek alanları içerisine dahil edilmiştir.
1993 yılında ilk defa TÜBİTAK’ın Sekreteryasını üstlendiği Türkiye’de Bilim ve Teknoloji Yüksek Kurulu (BTYK) oluşturuldu. Bu tarihten itibaren Türkiye’nin bilim ve teknoloji politikalarının temelinin atıldığını söyleyebiliriz.
Bilim ve teknolojik atılım ile ilgili BTYK’nın kararları ilk kez VII. Beş yılık kalkınma planının ana başlıklarından birisini oluşturdu (1996-2000).
Özet olarak 1993 yılından itibaren kağıt üzerinde de olsa bilimin yanında teknolojik üretimden bahsetmeye başlandı. Teknolojinin ekonomik ve toplumsal faydaya dönüşmesi, Ülkemizin bu konudaki becerilerinin geliştirilmesi gerektiğine vurgu yapılmaya başlandı. Ürün geliştirilmesi, pazarlanma, rekabet, yenilikçilik vurgusu yapıldı. Araştırma alt yapısı, insan sermayesi, girişimcilik, kümeleşme, tematik alanlar da bu söylemlere dahil edildi. 2000’li yıllarda yine teknoparklar, kuluçka merkezleri, Teknoloji transfer ofisleri (TTO) üniversite sanayi işbirlikleri ve daha sonra mühendislik alanlarında sanayi kesiminde doktora programları, özel sektörün Ar-Ge payını gelişmiş ülkelerdeki düzeye çıkartması (%70 ) gerektiği hedefleri vurgulandı. 1999’lu yıllardaki araştırma geliştirmeye (Ar-Ge) ayırdığımız kaynağı artırmamız gerektiğini önemsedik. Bu konuda Ak Parti iktidarları döneminde hakkını teslim edelim, araştırmaya TÜBİTAK üzerinden ayrılan fonlar onlarca kat artırıldı. Milli gelir içerisinde Ar-Ge ye ayrılan kaynak 1999 yılında % 0.40 iken 2018’lerin sonunda yüzde 1 lere yaklaştı. Oysa hedefimiz 2015 te yüzde 2 seviyelerine çıkmaktı.
Ancak ileri ülkelerin çoğunda bu pay daha 1999’lu yıllarda yüzde 2’ler de ve hatta Japonya, Güney Kore gibi ülkelerde yüzde 3’lere çıkartılmıştı. Bu gün (2019) Ar-Ge harcamalarımızın yıllık bazda toplam 35-36 milyar liraya çıktığını ve Özel Sektörün payının ise yüzde 50’leri geçtiğini Devlet istatistik kurumunun verilerinden görebiliriz. Tabii Ar-Ge ye ayrılan kaynağın, diğer ülkelerle kıyaslandığında bütçemiz içindeki payı artmış olmakla birlikte, Almanya’da ki sadece Max Balanck gibi iki, üç enstitünün bütçesi düzeyine ancak eriştiğini de bilmemiz gerekir. ABD’de önde gelen 8-10 üniversitenin bütçesinin 18-20 milyar dolar olduğu gerçeğiyle karşılaştırdığımızda ise, bizim ülke olarak ayırdığımız Ar-Ge fonlarının, bu üniversitelerin yıllık harcamalarının dörtte birine karşılık geldiğini söyleyebiliriz.
Ak parti iktidarları döneminde ilk kez Ar-Ge konusu ciddiye alındı. 1993’de kurulan ancak 2004’e kadar sadece birkaç kez toplanan BTYK , her altı ayda bir toplantılar yapmaya başladı. Sekreteryasını TÜBİTAK’ın üstlendiği bu Kurul 2004’lerden 2015’lere kadar bu işi ciddiye aldı. Ancak son siyasi sistem değişikliğinden sonra BTYK 2018 yılından itibaren Cumhurbaşkanlığı bünyesine alınarak adı da “Cumhurbaşkanlığı Bilim Teknoloji ve Yenilik Politikaları Kurulu’na dönüştürüldü. TÜBİTAK Başkanı sadece bu Kurulun üyesi oldu. Üyelerin bir çoğunun Bilim ve Teknoloji ile ne kadar ilgili olup olmadığını merek edenler Cumhurbaşkanlığı Web Sitesinden inceleyebilirler.
BTYK, 1997-98 yıllarında iki toplantı yaptı ve Ar-Ge politikalarından altyapı yatırım politikalarına kadar kısaca bilim ve teknolojik atılım politikalarında başarılı olamadığımızın altı çizildi. 2004 yılından 2015 yılına kadar ise BTYK her 6 ayda bir toplandı. Bu alana ayrılan fonların nasıl kullanıldığı ve neler yapıldığı başta Başbakan olmak üzere ilgili devlet birimlerinin yöneticilerine sunuldu.
Peki bu süreçler içerisinde Türk Üniversitelerinin hal-i pürmelali nasıldı isterseniz bu konuda da birkaç söz söyleyelim.
ÜNİVERSİTELERİMİZİN TEKNOLOJİ ÜRETİMİNDE PAYI VAR MI ?
1933 yılında Darülfünun’dan Üniversiteye geçmemizle bir dönüşüm ve değişim yaşadık. Yabancı bilim adamlarının katkısıyla İstanbul ve ondan doğan İstanbul Teknik ve Ankara Üniversiteleri kuruldu. Bunu İzmir ve Erzurum Üniversitelerinin kuruluşları takip etti. 1981 yılında üniversite sayımız 19’dan 57’ye 2003’ler de ise 70 e çıktı. 2000’li yılara gelindiğinde ülkemizde üniversite sayımız 70’i geçti. Cumhuriyetten bu yana en büyük yanlışlık değişik dönemlerde şu ya da bu nedenlerle üniversitelerde görev yapan öğretim üyelerinin bir kısmını tasfiye etmemiz oldu. Üniversitelerimiz bilim ve teknoloji üretmede yetersiz kaldı. Daha doğrusu bu kurumlar bilim üretecekleri yerde siyasi iktidarların fethettiği kurumlar olarak görüldü. Maalesef bugünde aynı yerde olduğumuzu görüyoruz. Bilim ve teknoloji üretme hedefi üniversitelerin önüne konulamadı. Konulsa da sözde kaldı. Yapılanmalar yetersiz kaldı. Daha doğrusu kimsenin böyle bir algısı yani bilim ve teknoloji üretme kaygısı üniversite kültürümüzde fazla yaygın bir algı değildi. Tek tük bilim insanlarımızın kişisel gayretleri dışında. Kayda değer doktora eğitimine 1950’li yıllardan sonra başlanabildi. Üniversitelerde yapılan araştırmalar 1990’lı yıllara kadar sadece kariyer dereceleri almak için yapılıyordu. Bu yıllardan sonra bir de üniversite sanayi işbirlikleri üniversitelerin görevleri arasında zikredilmeye başlandı.
Ak Parti iktidarı döneminde 2019 yılına kadar her ile bir üniversite sloganı ile, vakıf ve özel üniversiteleri de dahil edersek üniversite sayımız 200’ü geçti. Modern Üniversite kampüsleri yapmaya verdiğimiz değer kadar Ar-Ge Çalışmaları için yeterli özeni gösteremedik. İlköğretim kademesinden itibaren eğitim sistemimizi düzeltme konusunda maalesef çabalarımız yetersiz kaldı.