Ankara’nın Libya’daki vesayet savaşlarına gayri resmi olarak bir yıldan fazla süredir, resmiyette ise son 8 aydır -diğer aktörlerin aksine- açıktan askeri müdahaleyle girişmiş olması, Serrac-Hafter güçleri arasındaki çatışmalarda dengeleri Trablus lehine değiştirdiği gibi Libya ötesinde bölgedeki gerilimi devletler düzeyine taşıma riskini de beraberinde getirdi.
Türkiye’nin Libya’da arabuluculuk yaparak çıkarlarını maksimize etme gibi bir imkânı elinin tersiyle itmiş olması bir yana, Trablus ile kasım ayında imzaladığı ayakları yere hiç de sağlam basmayan deniz yetki alanları anlaşması diğer yana, bu siyaset tarzının Türkiye’nin sadece Akdeniz’de değil, Ege’deki çıkarlarına da hayati zararlar vermesi tümüyle başka bir yana; Libya’daki petrolün, silah satımından elde edilen kazancın, Avrupa’ya göçmen akınında yeni bir güzergahın kontrolünün elde tutulmak istenmesinin vs. birçokları gibi Erdoğan yönetiminin de iştahını kabarttığı açık. Yine, Libya’daki enerji, pek muhtemel ki, Türkiye’de her geçen gün yeni dip seviyelerini test eden tek adam rejiminin konsolidasyonu için bir çeşit finansman kaynağı olarak da görülüyor.
Gelinen aşamada, Suriye’deki savaşla da eklemlenen Libya krizi, Ortadoğu-Doğu Akdeniz-Kuzey Afrika üçgenine yeni “büyük güç” olarak yerleşmeye çalışan Rusya ile Moskova’nın bölgede artan nüfuzunu sınırlandırma ve bir anlamda “Rusya’yı yorma” misyonunu da üstüne almış gözüken Ankara’nın zorlu, mecburi ve bir o kadar da kırılgan diyaloğunu gerekli kılıyor. 22 Temmuz’da Ankara’daki görüşmeler sonrası Libya’ya dair kalıcı bir ateşkesi de hedefleyen iki ülke arasında ortak çalışma grubunun kurulması kararı, bu diyaloğun ilk somut adımı oldu.
SURİYE'Yİ LİBYA'YA BAĞLAYAN DENKLEM
İdlib, zaten uzun süredir Türkiye-Rusya ilişkileri üstündeki “Demokles’in kılıçlarından” sadece biri ve en başta geleni. Libya ise İdlib’le kıyaslandığında henüz Rusya açısından Türkiye’yle ilişkilerde daha yönetilebilir bulunuyor. Zira Rusya, Wagner güçleri sayılmazsa, henüz Libya’ya Suriye’deki gibi doğrudan bir askeri müdahale başlatmış değil. Rusya’nın Libya’daki askeri varlığı da henüz resmi bir hüviyet kazanmış değil. Ayrıca Libya’da Rusya, Suriye’deki gibi asıl siyasi ve askeri hegemon güç de değil. Rusya ve Türkiye dışında Libya’daki güç dengelerinde ABD, İngiltere, Fransa, Almanya, İtalya, Mısır, Suudi Arabistan, BAE vs. her biri önemli ve etkili aktörler.
Öte yandan, Türkiye-Rusya ilişkilerinde İdlib dosyasını Libya’daki savaştan ayırmak da artık pek mümkün değil. Bunun birkaç nedeni var. Birincisi, Moskova’nın Suriye’de bir an önce “temizlemek” istediği binlerce cihatçının İdlib’den Ankara’nın aracılığıyla Libya’ya Serrac’a destek için gönderilmesi ve buna karşılık İdlib’de TSK’nın artan askeri varlığı. Rusya’nın Libya’da askeri açıdan Serrac’ın karşısındaki Hafter’e yakın olduğu dikkate alındığında, bu, Kremlin için pek kabul edilebilir bulunmuyor.
Ayrıca Rusya, cihatçı grupların siyasi yönetimlerce bu şekilde korunmaları ve kullanılmalarının ve bu grupların istendiği zaman böyle farklı coğrafyalara taşınmalarının, cihatçı tehdidin ortadan kalkmasına hizmet etmediğini, tam aksine, zaman içerisinde büyüyerek hem bölgesel sorunları alevlendirebileceği hem de kendisine karşı dahi kullanılabileceği endişesini taşıyor. 22 Temmuz’da Moskova’nın Libya’ya dair Ankara ile ilk yazılı ortak metne, tarafların teröristlerle mücadelesini sürdüreceğini dahil etmesi, bu endişenin bir göstergesi.
İdlib’de cihatçı konsantrasyonunun azaltılmasına karşılık artan Türk askeri varlığının, Rusya destekli Esad güçlerinin operasyonları için “caydırıcılık” oluşturması da Moskova açısından İdlib düğümünün nihai çözümünü zorlaştırıyor. İdlib’de cihatçıların seyreltilmesi M4 otoyolunun açılımını kolaylaştırsa da Suriye-Libya “cihatçı ekspresi” bu durumun kalıcılığını sorgulatıyor. Bu yüzden, Kremlin’in Libya’da Türkiye’ye yönelik denge-fren mekanizmasının, Rus hava kuvvetleri destekli Suriye ordusunun İdlib merkezli operasyonlarıyla da şekil alıyor olmasına şaşırmamalı.
İkincisi, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Libya’daki savaşı Sirte-Cufra hattı gibi petrol-yoğun bölgeleri kendi kontrolüne alacak şekilde uzatmak ve askeri üsler kurma amaçlı sürdürmek istemesi de Moskova’nın oldukça alerjik yaklaştığı bir durum. Zira Libya’daki enerji kaynakları, Avrupa’nın hemen güneyinde yer alan Libya’nın stratejik konumu ile Afrika’ya açılım için adeta bir “sıçrama tahtası” pozisyonunda bulunması vs., sahadaki birçok oyuncu gibi Rusya’nın da burada varlık göstermesinin ana nedenlerinden. Temmuz başında Libya’da TSK kontrolündeki Vatiyye üssüne “kimliği belirsiz uçaklarca” yapılan saldırının bir hedefi de Türkiye’ye burada konuşlanmanın maliyetinin yüksek olacağı mesajını vermek idi. Bir anlamda, Suriye’deki Rus üsleri Hmeymim ile Tartus’un benzerlerini Türkiye’nin Libya’da kurmak istemesinin önüne engeller çıkarılabileceğinin işareti verildi. Suriye’deki yıkım ortadayken Libya’da Kremlin’in Ankara’ya “sınırsız alan” açmak isteyeceğini sanmak yanıltıcı olur.
Türkiye’nin Libya’da Serrac’a desteğinin, Moskova’nın yönlendirmesiyle haziran ayında yapılan Mısır’ın ateşkes çağrısı gibi adımların önünü kesmesi de yine Rusya’nın arabulucu rolü oynama hedefine engel teşkil etti. Bu çerçevede, Tobruk’taki Temsilciler Meclisi’nin verdiği izinle Mısır’ın gerektiğinde Libya’ya asker göndermesinin önünü açması da Rusya’nın oyun planı dışında olmasa gerek.
Üçüncüsü, yine Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın kendisinin de belirttiği üzere ABD’yle belli-belirsiz bazı mutabakatlara vararak ve muhtemel ki başka Batılı ülkelerin de desteğini alarak, cihatçı grupları Türk ordusu ile istihbaratına Suriye’de olduğu gibi şimdi de Libya’da eklemleyerek, söz konusu bu ülkelerin bölgesel tasarım projelerinde TSK’yı bir çeşit “koçbaşı” veya “dizayn aparatı” olarak hizmetine sunuyor görüntüsü vermesi ve yine bunu Erdoğan’ın Rusya’yla ilişkilerinde kendine manevra alanı açma hamlesi adına kullanmaya çalışması da Kremlin’i rahatsız eden hususların başında geliyor.
Pek tabii, Wagnercilerin Libya’daki durumu ve muhtemel ki Rusya kadar BAE gibi güçler adına da oynadığı “taşeron rol” ve potansiyel olarak bu paralı askerlerin Türkiye’nin saldırı tehdidi altına girmesi de ister istemez, Moskova’nın Ankara’yla Libya’da da koordinasyonunu gerekli kılıyor.
LİBYA'DA ‘AZ EFORLA ÇOK İŞ ÇIKARMAK’
Libya’daki tarafların yenişememe durumunu dikkate alan, bu yüzden realist perspektifle iki tarafla da siyasi-diplomatik diyalogunu koruyup çeşitli enerji vs. anlaşmalarına varan Rusya, Libya’nın fiili olarak ikiye bölünmesini de kendi çıkarları açısından gayet uygun ve kazançlı görebilir. Sahada askeri bağlamda desteklediği Hafter tarafının ülkeye tümüyle hâkim olma ihtimalinin düşük olduğunu hesaplayan Rusya, Serrac cenahıyla ise yakın temasını her zaman korudu.
Öte yandan, Libya’nın bölünmesinden en fazla zarar görecek ülkelerin başında gerek diğer tarafı “düşman belleyip” sadece Serrac tarafıyla girdiği angajman gerek bölgedeki olası ekonomik kayıpları gerekse de Ege ve Akdeniz’deki çıkarları açısından Türkiye’nin geleceği kesin. Moskova’nın ise Libya’nın bütünlüğünü öncelemesi, bölünmesinden fayda görmeyeceği anlamına gelmiyor.
Bu çerçevede, belli sınırlarda kalmak kaydıyla Ankara’nın Libya’ya müdahalesi Moskova’ya bazı avantajlar da sağlıyor. Her şeyden önce, Türkiye’nin Libya’ya müdahalesi Rusya’ya Libya’da Batılı ülkelerle pazarlıkları, daha kolay baskı altına alabildiği Erdoğan üzerinden yapma imkânı sağlıyor. Ayrıca Moskova, Hafter tarafından daha fazla tavizler koparabilirken, Serrac yönetimine de kendini daha kolay kabul ettirebiliyor. Bu durum kimi zaman öngörülemez sonuçlar doğursa da Erdoğan’la gemileri yakmadığı müddetçe Kremlin için daha hızlı netice verici ve işlevsel bulunuyor.
İkincisi, Libya’daki taraflara farklı NATO üyeleri farklı yaklaşımlar sergilediğinden Rusya, S-400’lerdeki gibi Libya’da da yine Erdoğan üzerinden NATO üyelerini birbirine düşürme fırsatı da yakalamış oluyor. Libya’ya müdahil ülkeler arasında uzun vadeli stratejik çıkarlarını önceleyen ve adamakıllı istikrarlı politika izleyen aktörlerin azlığı da Moskova için bu fırsatı kaçırılmaz kılıyor.
ABD’nin bölgedeki varlığını azaltma politikasında gelgitlerin ikircikli ve belirsiz bir strateji ortaya çıkarması ve işin çoğunun “taşeron güçlere” havale ediliyor olması, yine Trump Amerikası’nın iç mücadelelerle uğraşması, AB’de her kafadan ayrı ses çıkıyor oluşu, Suriye’de ciddi bir varlık gösteremeyen ve Erdoğan’ın mülteci şantajına boyun eğen AB’nin Libya’da da birlik görüntüsü vermekten uzak politikalarla kendi etkisini zayıflatması, Brexit gibi yıpratıcı süreçlerle boğuşması, Fransa-İtalya ikilisinin Libya üzerinden Afrika’daki tarihi çekişmesi, Ankara’daki iktidarın Türkiye’nin bölgedeki çıkarlarına değil de şahsi hırs ve kazançlara odaklanması, Yunanistan ve Kıbrıs’ın askeri güç projeksiyonu kapasitesinden mahrum olması, Arap isyanları sonrası Mısır’ın bir türlü tam anlamıyla toparlanamaması ve Müslüman Kardeşler fobisi, Suriye’nin yıkımı, diktatör yumruğuna alışmış Libya’nın darmadağın devlet ve sosyal yapısı, Suudilerin altı boş bölgesel liderlik hevesleri, BAE’nin şımarık olduğu kadar tahripkar maceracılığı gibi hususlar Rusya’ya Libya’da tam da arzu ettiği şekilde, pek çaba harcamaya gerek kalmadan, “altın tepside” alan açıyor.
Bu nedenle, Libya ister tek parça kalsın isterse bölünsün, günün sonunda Rusya’nın, pek tabii devletler arası bir savaşa girmek zorunda kalmazsa, kazananlar safında yer alacağı şimdiden öngörülebilir. Acele etmeden “taşeron güçler” kullanıyor olması da bu bağlamda okunmalı.
Üçüncüsü, Kremlin’in Erdoğan’a erişimi dikkate alındığında, Türkiye’nin Libya’ya müdahalesi bölgedeki aktörlerin Moskova’yı “arabulucu” olarak görmeleri ve Rusya’nın nüfuzunun artması gibi bir sonuca da yol açıyor. Moskova’daki Rus Dışişleri karargahının hemen her gün bir Libya’daki karşıt taraflardan, bir Türkiye’den, bir Mısır’dan, bir Yunanistan’dan, bir BAE’den, bir Katar’dan, bir Cezayir’den vs. yetkilileri ağırlaması buna en net örnek.
Dördüncüsü, Türkiye’nin Libya’da girdiği angajman ve Trablus’la imzaladığı deniz yetki alanları anlaşması gibi adımların özellikle Doğu Akdeniz’deki tartışmalı enerji kaynaklarının paylaşımında aktörler arasında çeşitli anlaşmazlıklara yol açması Rusya’nın hem işine gelebilir hem de bu kaynak paylaşımında yer almasının önünü daha fazla açabilir. Örneğin, -düşen enerji fiyatlarıyla projenin rantabl olup olmadığı ayrı tartışma konusu, ancak- Rus gazının payının ilk sırada olduğu Avrupa’ya gaz naklini öngören EastMed projesine Ankara’nın engelleyici bir tavır takınmasından Moskova’nın pek de rahatsız olacağı söylenemez.
22 Temmuz’da Türk ve Rus yetkililer arasında varılan göreceli ve soru işaretleriyle malul Libya mutabakatının ne meyve vereceği belirsizliğini koruyadursun, bölgede nüvesini vermeye başlayan olası ve ciddi Türkiye-Rusya karşı karşıya gelişinin ve Türkiye-Mısır doğrudan çatışmasının -en azından şimdilik- ertelendiği görülüyor. Ankara’nın Sirte-Cufra hattındaki hızına bir ölçüde fren yaptıran Mısır’ın Libya’ya asker gönderme yönünde aldığı karar da bölgedeki güç dengelerinde yeni bir hesaplamayı zorunlu kılıyor.
Ufuktaki meçhul ateşkes bir yana, Suriye’dekine benzer yeni bir Astana sürecinin Libya’da ortaya çıkmasının önündeki en büyük engel ise Ankara’nın bölgede neredeyse herkesle kanlı bıçaklı bir politika izliyor oluşu. Bu çerçevede, Moskova’nın başına buyruk ve inatçı Hafter’i biraz sahne dışına çekerek geliştirdiği stratejinin dikkatle izlenmesi gerekiyor. Kremlin, masada bir “üçüncü” eksik olsa da Suriye’deki Astana sürecinin Libya için yeni adresini Moskova yapma gayretinde. Bu “üçüncü” yerine Mısır’ın oturması zor belki ama bu durum, Libya’da Ankara’nın karşısındaki aktörlerin Rus Dışişlerinin başka bir odasında Moskova’yla oturmasına da engel oluşturmuyor. Eğer bu strateji taraflarca yetkin bir şekilde değerlendiril(e)mezse, Libya’da şu an izlenen sahnenin, savaşın devletler düzeyinde yeni bir etaba taşınmadan önce verilen bir molaya dönüşmesi işten bile değil. Rusların dediği gibi, “bazen sadece mola gerekir, ayrılık değil”…