TAKRİR-İ SÜKUN REJIMI
"Biz bu kanunu istibdat rejimi kurmayı hedeflediğimiz için değil, devletin hayat ve bağımsızlığını temin için kullandık."
Şeyh Said Ayaklanmasının hemen ardından 4 Mart 1925 çıkarılan ve Mustafa Kemal'in Nutuk'ta böyle savunduğu 3 maddeden oluşan Takrir-i Sükûn Kanunu'nun 1. maddesi şöyleydi:
"İrtica ve isyana ve memleketin nizam-ı içtimaisi (toplumsal düzen) ve huzur ve sükûnu ve emniyet ve asayişini ihlale bais (bozmaya yönelik) bilumum teşkilat ve tahrikât ve teşvikkâr ve neşriyatı ( örgütlenmeleri, kışkırtmaları, yüreklendirmeleri ve yayınları), hükümet reisi cumhurun tasdikiyle ve re ‘sen ve idareten man'e mezundur (kendi başına yasaklamaya yetkilidir). İş bu ef'al erbabını (bu eylemleri işleyenleri) hükümet İstiklal Mahkemesi'ne tevdi edebilir."
Bu kanun hiç şüphe yok ki Kürt tarihinin en önemli kilometre taşlarından biridir. Tüm Türkiye sathında uygulandığı için bu yönüyle toplumun hepsini ilgilendirse de Kürt bölgesinin kaderi haline gelecek sıkıyönetim ve OHAL düzeninin başlangıcı olduğu ve bu kanundan çok büyük acılar yaşayan, bunun sonucu olarak 4 yıl içinde binlerce evladını kurban veren Kürtler için çok daha büyük anlamlar ifade etmesi gayet normaldir.
Huzurun Muhafazası Kanunu şeklinde tercüme edilebilecek Takrir-i Sükûn kanunu aslında rejimi oturtma, kurum kuruluşlarını oluşturma ve devletin geleceğini güvence altına alma amacını taşıyordu. Bu yolda her hangi bir engel, muhalefet ve bürokratik formalitelerle karşılaşmamak, işleri ivedi ve sükûnetle yapmak için başvurulan bir yoldur. Tıpkı son OHAL kanunu gibi. Aslında tarih bilip okunduğunda yeni bir şey olmadığı çok rahatlıkla görülebilecektir. Türk devlet aklı yine bir kriz döneminde yine aynı yönteme başvurmaktan başka bir şey yapmamıştır.
Azadi Örgütü'nün ayaklanmasını gerekçe göstererek çıkarılan Takrir-i Sükûn Kanunu yeni rejimin oturması için kanun çıkarma, yasaklama gibi birçok yetkiyi hükümet tekeline veriyordu. Bu kanun çerçevesinde ilk iş olarak biri Ankara, diğeri isyan bölgesinde olmak üzere iki istiklal mahkemesi kuruldu. Varlığını ve işleyişini hukuk normlarından ziyade siyasi zihin ve devlet geleneğinden alan bu mahkemeler mahkeme olmaktan ziyade devletin beka sorunuyla karşı karşıya kaldığı bilinciyle hareket eden ve karar verme mekanizmasını bu çerçevede işleten birer kamu idare kurumu şeklinde çalıştılar. Böylece her ne kadar hukuki kararlar şeklindeki metinlerle insan ve oluşumları yargılayıp müeyyide uygulasalar da her zaman en sağlam ve elle tutulur gerekçe ve delil devletin beka sorunu ve rejimin tehdit altında olduğu teziydi. Bu gerekçeyle kendini hukuki normlardan azade hissediyordu. Devletin bekasını tehdit eden ya da rejime en ufak bir mesafe ve eleştiri getiren herkes ve her oluşum bu istiklal mahkemesinin görev alanındaydı. Zaten isyan bölgesi dışında Ankara merkezli kurulup tüm yurtta faaliyet gösteren Ankara İstiklal Mahkemesi'nin kuruluş gerekçesi buydu. Bu çerçeveden olarak Milli Mücadele döneminde milli mücadeleden yana olan ve bazısı İstiklal Madalyasına sahip birçok kişi ve kuruluş bu mahkemelerde yargılanıp mahkûm edildi. Özellikle basın üzerinde tam bir baskı uygulandı. İslamcısından Marksist’ine, Sağcısından Solcusuna birçok gazete dergi kapatıldı. Başvekil İsmet Paşa hedef kitleyi tanımlarken "kötü bir üne sahip olmayı ve cumhuriyet karşıtı şüphesini taşıması şeklinde gösteriyordu. Böylece bu işin ucu açıktı; herkesi kapsayabilirdi ve öyle de oldu. İki üç ay öncesine kadar el üstünde tutulanlar ve istiklal Madalyası verilenler şimdi İstiklal Mahkemelerinde mahkûm ediliyorlardı.
Çıkarılan bu kanun ve uygulamasını yadırgamak adına aktarmıyorum bunları. Amacım yadırgamak ya da övmek değil. Aksine tarihle bugünü kavuşturmaktır. İnsanlarımızın son OHAL’i ve KHK'ları insani değerler çerçevesinde ele alıp yadırgaması hiçte anlaşılır olmadığını göstermeye çalışıyorum. Kriz dönemleri ve Türk devlet aklının bu dönemlerdeki uygulamalarının aynı olduğunu ve tek bir amacının olduğunu görmemiz gerekir. Cumhurbaşkanının "bazı gafiller bunu Erdoğan meselesi olarak görüyor, bu Erdoğan meselesi değil, cumhuriyetimizin ve vatanımızın varlık meselesidir, bu bir beka sorunudur" şeklinde defalarca dile getirdiği olguyu göremeden, ne tarih ne de bugün anlaşılamaz. Türk devlet zihni beka sorununu hissettiği her an aynı sert ve sınır tanımaz tepkiyi veriyor. Bunun için ne son OHAL’i ne de Takrir-i Sükûn veya diğer yasaları insani değerler çerçevesinde ele almamamız gerektiğini söylüyorum. Bunlar insani değerlerden ve hukuki normlardan ziyade siyaset felsefesinin konularıdır. Ama maalesef özellikle biz Kürtler fazla da siyaset bilmeyip yapamadığımız için bunları hep insan hakları çerçevesinde görüp değerlendiriyoruz. İşleyen zihin ve gerekçeler de farklı olduğu için bizlerin insani değerler çerçevesinde ele aldığımız bu tür olaylarda da hiçbir başarı şansımız olmuyor. Zira gerekçeyi ıskalıyoruz.
Takrir-i Sükûn Kanunu'nun uyguladığı 1925-29 arası dönem sadece iç siyasete bakılarak bu kanun ve uygulaması anlaşılamaz. Türk siyasal aklı sanıldığının aksine hemen hemen her dönem dünya siyasetini okumayı başarmış bir zihindir. Dünya siyaseti hangi yöne evriliyorsa bu zihin de o yönde politikalar üretmeyi başarmıştır. Sözünü ettiğimiz bu dönem iki büyük savaş arası dönemdir. İmparatorluklar yıkılmış, ulus devletlerin yeni yeni temeller üzerinde yükseldikleri bir dönemdir. Öte tarafta Avrupa'da faşizmin hızla boy verdiği bir dönem. Bu dönemin en belirgin özelliği ise her devletin yeni sistemlerini oturtmaya çaba gösterdiği bir dönemdi. Bunun için de olağan dışı ve hukuki kaidelerden uzak uygulamalara imza atılıyordu. Bu gerekçeler her kes tarafından bilinip çoğunlukla uyguladığı için pek bir tepki de gösterilmiyordu. Türk devlet aklı da bunu bildiğinden dolayı gayet rahat davranabiliyordu. Zaten bu kanun yürürlükteyken batı medeniyetiyle uyum için birçok yasal düzenlemeler yaptı. Dil, din, sosyal ve hukuk alanında devrim mahiyetinde yasalar çıkardı. Böylece hem belki de Lozan'da verdiği sözleri yerine getirip vadettiği çizgiye girdi ve hem de rejimi daha sağlam temeller üzerinde oturttu. Basın da Takrir-i Sükûn ile zapt u rapt altına alındığı için bir muhalefetle de karşılaşmadı. Zaten tek muhalefet Partisi olan Terakkiperver Cumhuriyet Partisi'ni de kapatmış, yöneticilerine konuşma yasağı getirmişti. Takrir-i Sükûn Kanunu'nun en büyük uygulanma alanı Şeyh Said İsyanından dolayı, daha doğrusu bu isyan gerekçe gösterilerek Kürdistan bölgesi oldu.
Takrir-i Sükûn Kanunu aslında Kürdistan'ı yeni ve diğer bölgelerden çok farklı bir rejim ile tanıştırıyordu. Sonraki dönemlerde farklı farklı isimler verilse de tam bir sıkıyönetim rejimiydi. Takrir-i Sükûn Rejimi.
Bu kanun çerçevesinde ilk olarak ordu isyan bölgesine gönderildi. Ordu bölgenin üzerinden adeta buldozer gibi geçti. İsyana katılan-katılmayan ayırımı gözetmeden binlerce insan imha edildi. İsyan liderlerinin yakalanıp göstermelik bir yargılanma sonrası idam edilmeleri dahi bu kin ateşini söndürmeye yetmedi. "Kötü ün ve suçlu olabilme şüphesi" bölgede herkesi doğal hedef yapıyordu. İdam edilenler, savaş bölgesinde yargısız infazlar, talan ve katliamlar bir yana korkunç bir sürgün dalgası baş gösterdi. Kürdistan'da iki kişiye söz geçirecek, geçirebilecek herkes batı illerine sürgün edildi. Ağa, şeyh, melle ya da dini, siyasi ve askeri olarak iki kişiye hükmedebilecek herkes bu sürgünde yerini aldı. Yerinden, yurdundan sürgün edilmek istemeyenlerin bir kısmı Suriye'ye, Irak'a ve İran'a kaçtı. Suriye'ye kacanlar daha sonraki yıllarda Ağrı İsyanı'nı örgütleyecek Hoybun Örgüt'ünü kurdular. Bir kısmı da dağlara cekilip gerilla savaşına başladılar.
Sürgün edilenlerin hali ise içler acısıydı. İnsan muamelesi dahi görmüyordular. Şeyh Said'in torunu Şeyh Abdulmelik Fırat bu sürgünde yaşadıklarını çok dramatik şekilde anlatır. Aynı şekilde bu isyana iştirak etmemiş Said-i Kürdi ve Kör Hüseyin Paşa'nın elleri birbirlerine kekepcelenir ve Erzurum'a kadar yürütülürler çok kalabalık bir sürgün kafilesinde. Paşa'nın isyana katılmasını Molla Said engellemişti. Kemal Süphandağ'ın aktardığına göre Paşa bu Sürgün yolculuğunun başında bir eli kendisiyle kelepceli Said-i Kürdi'ye dönüp "Seyda te dît, te çi kir?" der. Seyda da pişmandır ama iş işten geçmiştir.
Hiç şüphe yok ki bu sürgünlerin çok acıklı öyküleri anlatılır. Bu calışmamızın konusu olmadığından bunları uzatmayacağız fakat Türk siyasal aklının bu sürgünlerden elde etmeyi murat ettiği ve bu sürgünlerin sonuçları açısından çok ibretlik bir öykü var ki; onu aktarmadan gecemeyeceğim. Ünlü Kürt şair Seyda Cigerxwun hatıralarında anlatır. ( Hatırladığım kadarıyla) Sürgün yıllarından çok sonraları Bedirxanilerden iki kişi Derik'e giderler. Seyda Cigerxwun ile karşılaşırlar. Bedirxan Beg'in torunlarından olan bu kişi Türkçe konuşur ve Seyda'ya Kürtçe bilmediğini aktarır. Cigerxwun bunu duyduğumda ciğerim parcalandı der. Bu sürgünlerin Kürtlere neler getirdiğinin acı bir gerçeği olarak benim de zihnime kazındı.
Takrir-i Sükun Rejimi bu sürgünlerden Kürdistan'ın demografik yapışıyla oynadı ve onların Türklerle kaynaşmasını, böylece de Kürdistan hayalini zihinlerde ve kalplerde bitirmeyi amaç edinmişti. Sonraki yıllarda gelişen Kürt hareketlerinin zihinsel yapılarına baktığımızda Türk devlet aklının bunda ne kadar başarılı olduğunu görebiliyoruz. Dört yıl yürürlükte kalan Takrir-i Sükun Kanunu kağıt üzerinde 1929 yılında yürürlükten kalksa da bir gelenek olarak varlığını her zaman korumuştur. Ve hatta bazı kriz dönemleri çok daha büyük bir karabasan gibi Kürtlerin üzerine çokmüştür. Mesela Şark Islahat Planı ile, mesela Sıkıyönetim Yasası ile mesela OHAL Yasaları ile çok daha tahripkar olmuştur. Bu yazı dizisinde bu uygulamaları ve sonuçlarını irdelemeyi sürdüreceğiz. Türk siyasal aklının devletin bekası için neler yaptıklarını, neler yapabileceklerini göstermeye calışacağız. Burada şunu bir kez daha üzerini kalır çizgilerle çizerek belirtmek gerekir ki bu uygulamaların asıl amacı devletin bekasıdır. Şahıs, parti Yada gurupların yaptıkları şeyler değildir. Bu devletin değişmez ve vazgeçilmez siyasetidir. Biz Kürtler ve muhallif kesimlerin anlamakta güçlük çektiği durum tam da burasıdır. Çiller gitse, İnönü gitse, Demirel gitse ya da CHP, MHP ve ya AKP gitse bu düzelir demek tam bir hezeyandır. Bu hezeyandan kurtulamadan bir arpa boyu dahi yol alınamaz. Unutulmamalı ki kötülük şahıs ya da gurup kökenli değildir, kötülük zihin ve fiil kökenlidir. Kötü olan Takrir-i Sükun Rejimi'nin memurları ya da savunucuları değil, bizatihi Takrir-i Sükun Rejimi'nin kendisidir. Çünkü bu rejim kötülük kaynatan bir kazandır. Tıpkı daha sonra ele alacağımız Şark Islahat Planı gibi faşizan bir yöntem ürettiği gibi.
Kaynak: Türk Siyasal Aklının Işleyiş Tarzı V - Yılmaz Günay
-1925-38 Ayaklanmalar Dönemi-
Bir dönem üç kıtaya hükmetmiş Osmanlı İmparatorluğu'nun bakiyesi üzerinde kurulan Cumhuriyet Türkiyesi Devleti Ali Osman'ın parcalanıp yıkılmasına sebep olan milliyetciliği bir yandan baş düşman ilan ederken diğer yandan da varlığını ve bekasını yine bu milliyetcilikte görüp dört elle buna sarılıyordu. Özellikle devletin beka sorununu kısmen de olsa aştığına inanmaya başladığı 1924'ten sonra, taa Jön Türklerden beri zihinsel alt yapısı oluşan ve 1902 yılındaki İttihad Teraki'nin ikinci kongresiyle karara bağlanan merkeziyetçi bir anlayışa sahip milli devlet oluşumuna hız verdi. Milliyetciliğe karşı milliyetçiliğe sarıldı. Saltanat ve baskı rejimine karşı muhalefetin yuvası olan İT teşkilatı içinde 1902 kongresiyle başlayan tasfiye hareketine son halini vermek için üst üste yasal düzenlemelere girişti. Bu yasal düzenlemelerin yetmediği yerlerde de ayak oyunlarına ağırlık verdi. Hiç şüphe yok ki bu tasfiyelerde en çok ve ilk etkilenenler 1902'deki İttihad Teraki Cemiyeti'nin 2. kongresinde Adem-i Merkeziyetçi bir örgütlenmeyi öneren ve başını Prens Sabahattin'in çektiği siyasal hareket oldu. Söz konusu kongrede prense en büyük destek Ermenilerden ve kısmen Kürt delegelerden gelmişti. Ermeni sorunu daha Osmanlı döneminde İT'in iktidar olduğu 1915'te Tehçir Kanunu ile hal edilmiş, Ermeniler sürgün edilerek devlet kurmayı hedefledikleri yurtlarından uzaklara götürülmüş; böylece bu tehlike bertaraf edilmişti.
1924'e gelindiğinde ise Misak-ı Milli'nin sınırları içinde hâlâ büyük denebilecek ve devletin beka sorununa sebep olacak düzeyde Kürt, Arap, Laz ve Rum vardı. Her ne kadar milliyetcilik Rumların haricinde diğer toplumlara ciddi denecek düzeyde sirayet etmemişse de, ileride etmeyeceğinin bir garantisi yoktu. Nihayetinde Araplar 1. Cihan Harbi'nde bunu ortaya koymuş ve halifenin cihad cağrısına rağmen İngilizlerle (kirli) ittifaklar yapıp Osmanlıya karşı ayaklanmıştılar. Öte tarafta Lazların Gürcilerle akrabalıkları, SSCB'nin bunları etkileme potansiyeli Türk siyasal aklını düşündüren bir başka konuydu. Bu çerçevede hâlâ mahiyeti hakkıyla aşikâr edilmemiş bir dizi antlaşmayla Batum Misak-ı Milli sınırları içinde olmasına rağmen, dönemin Dış İşleri Bakanı Yusuf Kemal Beyin de tabiriyle " Türkiye ve Türklüğün menfaatleri gereği" önce SSCB'ye daha sonra da Gürcistan'a bırakılmıştır. Bu menfaat anlayışının neler olduğunu daha sonraları uygulanan milliyetcilik eksenli politikalardan görebilme şansımız olmuştur. Rum, Arap ve Lazların durumu ile ilgili tedbirlerin bir kısmına daha önce değinmiştik.
Kürt meselesi ise çok daha ciddi ve önem arz ediyordu. Devlet aklı şimdi bu meseleye hakkıyla eğilebilirdi.
Dünyada milliyetciliği en son keşfeden halk Kürtlerdir desek yanılmış olmayız. Bireysel olarak Kürt milliyetciliğinin kökeni çok eskilere dayansa da bunun halka yayılması ve taban bulması ancak 1960lardan sonrasına rastlar. Şeyh Ahmed-i Xanî daha yüzyıllar önce milli duygulardan söz eder ve Kürtleri bu çerçevede düşünmeye sevk eden sözler söyler. 1800lerin sonlarında Bedirxan Beyin çocuklarında, Cemilpaşazadelerin ve daha başka kişilerin milliyetçi çalışma ve çabaları vardı. Bunların yanında Kürdistan Azm-i Kavi Cemiyeti, Kürt Teali Cemiyeti, Kürt Teavün ve Terakki Cemiyeti, Hêvi Cemiyeti ve daha bir kaç tane irili ufaklı cemiyetin çalışmaları vardı. Ve hepsinden önemlisi kökü Celali İsyanlarına varan ve süreklilik arz eden köklü bir isyan geleneği vardı. Bir de her isyandan sonra uygulanan baskı rejimleri ve bunun doğal sonucu olarak yaşanan derin travmalar. Tüm bunlara ve dünyayı kasıp kavuran milliyetçi dalgaya rağmen Kürtlerde bunun etkisini göremememizin hiç şüphe yok ki birçok sosyolojik sebebi vardır ama bizce en önemli sebep Kürtlerin feodal yapıları ve biraz da bunun doğal sonucu olarak okur yazar olmamalarıdır. Bedirxan Beg'in oğlu Mithat Mikdat Beyin 1898 de Kahire'de Kürdistan isimli dergiyi çıkarırken ve " Ey ağalar, begler, Kurmançlar! Okuyun, okutun çocuklarınızı. O çocukların vebali boynunuzdadır. Daha ne zamana kadar rencberlik yapacaksınız.Okuyun ki siz de medeni milletler içindeki yerinizi alabilesiniz. Yoksa yakın gelecekte Kürdistan harap olacak." diye adeta haykırdığında malesef ki sesi Kürt halkının, gençlerin, çocukların kulaklarına gitmiyordu. Çünkü Kürtlerin okumayla arası yoktu. Elbetteki Bunun sosyolojik ve siyasal birçok sebebi vardır. Ama biz konumuzu daha fazla dağıtmayalım. Konunun bu safhasında şu noktayı da belirtelim ki Kürt milliyetçileri ya da en azından bu milliyetçilerin büyük çoğunluğu Devlet-i Ali'ye karşı Yunan ayaklanması ya da Sırp milliyetçileri gibi bir ayaklanmayı pek düşünmüyordular. Ortada halife varken Kürt halkının böyle bir hareketin içine girmeyeceğine olan kanaatleri bir yana siyaset ve milli bağımsızlık mücadelesi bilincinden yoksun olmalarının da etkisi şüphesizdir. Said-i Kürdi'nin Beytulşebap ayaklanması üzerine söylediği dile getirilen "askere kurşun sıkılmaz" sözü bunun aşikâr bir örneğidir. Bu haleti ruhiye içindeki Kürt milliyetcileri daha ziyade kültürel bir bilinçlenmeye ağırlık verdiler. Olan bitenden halkı haberdar etme noktasından hareketle basın yayına yöneldiler. Kürt dili üzerinde çalışmaya yöneldiler.Zaten bundan başka da bir şansları yoktu. Çünkü ortada Kürt Milleti bilincine sahip bir halk yoktu. Milli bir dava ve milli bir direniş olması için öncelikle milli bir bilincin olması gerektiği ilkesinden hareketle böyle bir yol sectiler. Ama hem Türk siyasal aklının olayı görüp ele alması sonucu başvurduğu tedbirler ve hem de dönemin milliyetcilerinin aceleciliği bu çabanın sekteye uğramasına neden oldu. Kürt milliyetcilerinin kültürel çalışmaları TBMM döneminde de bundan farklı değildi. Oysa durum diğer taraftan, yani Türk devlet aklının penceresinden çok farklı görülmüyordu.
Türk siyasal aklı Misak-ı Milli sınırları içinde kalan ve çok büyük bir kitleyi oluşturan Kürtleri tehlikeli görüyordu. Bedirxan Beg'in Kürdistan Krallığı için ayaklanması, Şemdinli'de Şeyh Ubeydullah Nehri'nin ayaklanması, Abdulselam Barzani ayaklanması, henüz sıcaklığını koruyan Koçgiri ayaklanması ve daha bir sürü irili ufaklı ayaklanma Türk siyasal zihnini bazı önlemler almaya zorlayacaktı. Bu çerçeveden olarak Milli Mücadele döneminde ve Lozan'da yanına çekmeyi başardığı Kürtlerin ileride daha büyük sorunlara sebebiyet vereceğinden neredeyse emindi. Tehlike canları çalıyordu. Özellikle bazı Kürt milliyetcilerinin söylemleri (Celadet Ali Bedirxan'ın Mustafa Kemal'e Kürtlerin taleplerini iceren mektubu bu manada önemlidir) ve bölgeden gelen AZADİ'nin calışmalarına yönelik istihbari bilgiler tehlikenin ayak sesleriydi. Yaklaşmakta olan bu tehlikeyi önlemek için devleti yöneten aklın önünde iki yol vardı:
Genç Türkiye Cumhuriyet'ini kuran Türk siyasal aklı ya 1071'den beri beraber yaşadığı ve o zamanlar kendine kucak açıp tüm kriz dönemlerinde desteğini esirgememiş, her savaşta yanında yer almış Kürt halkıyla beraber kader birliği edip onunla yürüyecekti ya da her şeyi unutup Devlet-i Ali'nin yıkılmasının kendisinde yarattığı travmanın etkisiyle hareket edecekti. Cumhuriyet Türkiyesi malesef ikinci yolu secti. Jön Türk ve İttihad Teraki ardıllarının yön verdiği bu siyasal zihin ikliminde piştikleri milliyetciliğe dört elle sarıldılar. Milli Mücadele döneminde ve Lozan'da Birlik olduklarını söyleyen Cumhuriyet kadroları Kürtlere karşı 1924'te harekete gectiler. 1924 Anayasası ülkede Kürt varlığını yok sayan ve Türk milliyetciliği üzerine bina edilen bir anayasa oldu. Öte tarafta bu anayasa laiklik çerçevesinde de bir çok radikal adım atacak ve 1924'teki AZADİ ayaklanmasının lideri Şeyh Said'in değimiyle kendileri ile Kürtler arasında kalan yegâne bağ olan İslam kardeşliğini de halifeliğin lağvıyla ortadan kaldıracaklardı. Türk milliyetciliği üzerine bina edilen ve ileride yürürlüğe girecek ırkçı yasalara zemin hazırlayan bu anayasa ve içerdiği zihinsel anlayış ipleri kopardı ve zaten ufaktan ufağa kendini gösteren ve 1938'e kadar aralıklarla devam edecek olan Cumhuriyetin erken dönem Kürt ayaklanmalarının fitilini ateşledi.
İlk ayaklanma Diyarbekir'in Dicle kazasının Piran Köyü'nde başladı ve hızla çok geniş bir alana yayıldı. Dönemin sosyo-kültürel yapısı ve haberleşme imkânları göz önüne alındığında isyanın bu kadar kısa bir süre içinde bu kadar geniş bir alana yayılmış olması dahi kürtlerin bu ayaklanmaya hazırlık yaptıklarının göstergesidir. Zaten sonraki safhalarda da Şeyh ve ayaklanmanın diğer önderleri bunu inkâr etmediler. İşte bu hazırlıklardan haberdar olan Ankara
Hükümeti biraz da zorlama bir provakasyonla hareketi erken doğuma getirdi; böylece tehlike büyümeden bastırdı. Türk devlet aklı bu taktikten aldığı başarıyı görüp bunu taktikten stratejiye evirip bundan sonraki bütün Kürt ayaklanma ve oluşumlarında da uygulayacak ve her defasında da aynı başarıyı elde edecektir.
1. Devlet zihni henüz milliyetciliği keşfedememiş, daha yeni yeni ufak kıpırdanmaların yaşandığı Kürt hareketini gafil avlamıştı. Okuma yazmayla pek alakadar olmayan, siyaseti bilmeyen ve şehirleşmeye yabancı, ancak çok cüzi bir kesiminin şehir gördüğü, çok az sayıda kitabisi bulunan bir halkı biraz da onların sert tabiatından faydalanarak çok kolay galeyana getirdi. Onları silaha mecbur bırakarak hem zihinsel ve hem de sosyo-kültürel olarak gelişmelerini engelledi. Silaha başvurmalarını sağlayarak, örgütlenme ve gelişimini tamamlayamadığı için daha doğmadan hareketi Ölüme mahkûm etti. Bu 15 yıl süren ayaklanma döneminin ve sonraki uzun yıllar sürecek ırkçı asimilasyon uygulamalarının sonucu olarak kürtler her yönüyle geri kaldı ve bir türlü medeni dünyayı ve bu dünyanın gelmiş olduğu seviyeyi yakalayamadılar.
2. Ülke sınırları içinde kalan Kürt nüfusun çokluğu, Türk devlet aklına her zaman endişe veriyordu. Milliyetciliğin tahrip gücünü iliklerine değin yaşayıp görmüş Türk siyasal zihni en nihayetinde Kürtlerin de bu ideolojiyi tanıyacaklarına yürekten inanıyordu. Hatta şunu çok rahatlıkla diyebiliriz ki dönemin Kürt milliyetcileri olan Bedirxanilerden, Şeyh Said Ayaklanmasını örgütleyen ve Kürdistan İstiklal Cemiyeti (AZADİ'nin) başkanı Albay Cibranlı Xalid Beg'den, Yusuf Ziya'dan ve diğer Kürt milliyetcilerden daha çok fazla buna inanıyordu. Bu inancın sonucu olarak Musul'u İngilizlere verdi. Daha doğrusu zaten İngiltere Musul'u istiyordu. Zengin petrol yatakları vardı. Türkiye de Kürt nüfus ve gücünü kırmak adına buna razı oldu ve Musul'u bu saiklerle İngiltere mandası Irak'a bıraktı. Böylece Kürt gücünü kırdığına inandı ve gerçekten de öyle oldu.
3. Yukarıda da değindiğimiz gibi büyük bir ayaklanmaya hazırlık yapan Kürt hareketini erken doğuma getirerek bellerini kırdı. AZADİ ayaklanmasından sonraki ayaklanmalara da ve hatta günümüze değin hep bu yöntemi uygulayarak onları zapt u rapt altına aldı. Bu dönem yaşanan her ayaklanmaya karşı lokal taktikler uygulasa da erken doğuma getirme stratejisinden hiç vazgecmedi. Bunu her zaman uyguladı. Bu Azadi ayaklanmasında olduğu gibi Hoybun örgütünün organize ettiği Ağrı Ayaklanması'nda da oldu, Dersim'de de oldu.
4. Dönemin süper gücü Britanya İmparatorluğu'na ve tüm dünyaya Kürt ayaklanmalarını gerici hareketler diye anlattı. 1925-38 arası Kürt ayaklanmalarındaki dini renk bir yana bu dönem Kürt ayaklanmaları gerçekten de gericiydiler. Biz burada gericiliği dini renk diye değil sosyo-kültürel olarak kullanıyoruz. Kürtler şehirleşmemiş köylü bir topluluktu. Bu manada modern devlet aygıtına ve şehir ilişkilerine yabancıydılar. Bu çerçeveden olarak devlet sahibi olamayacak kadar gericiydiler. Yani zaman ve şartlar Türk devlet aklından yanaydı ve doğal olarak onlar kazandı.
Aynı devlet gerek henüz yeni devletlerini kuran Türk kamuoyuna ve gerekse ayaklanma sahası dışında kalan kürtlere ayaklanmanın eşkiya hareketi olduğu propagandasını yaparak ayaklanmacıları halkın gözünde terörize etti. Bu da ona hareket serbestisi kazandırdı.
5. Devlet aklı Kürt milli taleplerine ve bu taleplerin dile gelişi olan ayaklanmalara karşı tedbir olarak sadece propaganda ve ayaklanma bölgelerine gönderdiği askerlerle almadı. Bunların yanı sıra bölge devletleriyle de bölgesel ittifaklara girdi. Özellikle bölünmüş Kürdistan'ın diğer parcalarını işgal eden İran ve Irak ile birçok antlaşma imzaladı. Bunların en meşhurları 1937 deki Sadabad Paktı ve 1955'teki Bağdat Paktı'dır. Bu antlaşmaların başka etkenleri varsa da hiç şüphe yok ki en önemli etken Kürt Ayaklanmalarıdır. Öte tarafta Ağrı Ayaklanması döneminde İran ile yaptığı bir sınır antlaşmasıyla İran isyanı bastırmakta zorluk çeken Türkiye'ye Ağrı Dağı'nın kendi sınırları içinde kalan bölümünü başka bir yerle değiş tokuş yaparak katkıda bulunmuştur.
6. Devlet aklı savaşta sınır tanımaz, her yola başvurur. Harp hiledir, sözü belki de onun tek sınırıdır. Bu ayaklanmalara karşı gösterdiği olağanüstü reaksiyon devlet olmanın otoritesinin tesisine adeta taptığının göstergesidir. Otoritenin tesisi herşeyden daha öncelikli ve daha acildir. Bunun için her yol mubahtır. Ayaklanmacılar arasına ajanlarını koymuştu. Bu anlaşılbilirdi şüphesiz. Mesela Şeyh Said'i bizzat Şeyhin damadı Albay Kasım esir alıp Diyarbakır'a getirmişti. Mesela Kör Hüseyin Paşa'yı Ağrı Ayaklanmasına katılmak için yola çıktığında Dicle Nehri'nin kenarında namaz kılarken Medeni'ye öldürtür. Albay Kasım'ı Şeyhe ihanet eden bize de ihanet eder deyip öldürtür. Medeni'yi ölümden beter bir hayata mahkûm eder. Ki Medeni çok sonraları Kör Hüseyin Paşa'nın torunları tarafından öldürülür. Dersim'de adeta soykırıma varan bir sertlikle toplu imha yaparken, kız çocuklarını alıp Türk ailelere vererek onların genleriyle oynar. "Dersim'in kayıp kızları" diye tarihe Mal olmuş bu uygulamayla devletin bekası için neler yapabileceğini göstermiştir. Bir anekdot olarak bunu da paylaşmadan gecemiyeceğim ki 12 Eylül askeri cuntasının lideri Kenan Evren'in eşinin bu kayıp kızlardan biri olduğu söylenir.
7. Kürtler arasındaki feodal yapıdan ve bireysel çıkar ilişkilerinden sonuna kadar faydalanmayı bildi. Böylece hemen hemen her ayaklanmayı bastırmada bu yönteme baş vurerek, onların birbirlerine ihanetini sağladı.
Erken cumhuriyet dönemi Kürt ayaklanmaları dediğimiz 1925-1938 dönemi ayaklanmaların zaten başarı şansı yoktu. Kürtler ne sosyolojik olarak bir modern devleti yönetecek siyasal ve kültürel potansiyele sahiptiler ne de dönemin süper güçleri gerici bir halk olan kürtlere böyle bir destek sunabilirdi. Bunun belki de aşikâr olmasına rağmen Türk devlet aklının bu ayaklanmaları bu kadar önemseyip büyük bir güçle bastırma yoluna gitmesini hem onun Osmanlı dönemi milliyetçi ayaklanmaların süreç ve sonucundan aldığı ders ve hem de milliyetçi ve yer yer ırkçı zihninin sonucuydu.
Girişte dediğimiz sözü tekrarlarsak Türk siyasal aklı milliyetciliğe olan korkusu için milliyetciliğe sarılarak devletin bekasını muhafaza yoluna gitti. Bunun sonucu olarakta Kürt halkıyla bin yıldır devam eden ittifakını bozmaktan her hangi bir sakınca görmedi. Bu dönem çok korkunç travmatik olaylar oldu. Dersim'de, Ağrı'da, Zilan deresindeki soykırıma varan uygulamalar Kürtlerin zihnine kazındığı gibi Türk zihnine de kazındı. Bu zihnin kürtlere karşı mücadele yönteminin yol haritasını belirledi. Yaşanan her ayaklanmayı ve hatta her kıpırdanmayı dahi aynı sert yöntemle bastırma yoluna gitti.
Bu ayaklanmalar döneminin kürtler için sayılamıyacak kadar zararı oldu. Herşeyden önce devasa bir yıkım yaşandı. Kürdistan'ın ve Kürtlerin doğası korkunç tahrip gördü. Ama bizce en büyük zararı Kürt modernleşmesine oldu; onu uzun yıllar geciktirdi. Ayaklanmalar sonrası Kurulan Takrir-i Sükûn rejimi ve Şark Islahat Planı öylesine korkunç bir baskı uyguladı ki kürtler düşünmez, konuşamaz hale geldiler.
Bu dönem üç büyük ayaklanma oldu. Azadi Örgütü'nün Şeyh Said Ayaklanması, Hoybun'un Ağrı Ayaklanması, liderliğini Seyyid Rıza'nın yaptığı Dersim Ayaklanması. Bunlardan Türk devletini en çok uğraştıran Ağrı ayaklanması hem siyasal bilincin daha yüksek olması ve hem de Kürt kimliğinin daha baskın olmasından dolayı onu ayrıcalıklı kılar. Hiç şüphe yok ki bunların hepsi de ayrı ayrı tahlili hak eden tarihe mal olmuş hareketlerdir. Bu çalışmalın sınırlarını aşan büyüklüktedirler.
Bu dönem ayaklanmalarının hepsinin de en belirgin özelliği ayrılıkçı olmalarıdır. Her üç ayaklanma da bağımsız devlet hayaliyle girişilen hareketlerdir.
1938 yılında Seyyid Rıza'nın idamı ile adeta bu hayal da idam edildi ve uzun yıllar bunu bir daha kimse aklına getirmedi. Zaten Şark Islahad Planı gölgesinin altında kimse bunu kendi kendine dahi söyleyemezdi. Bu hareketlerin bir diğer belirgin özelliği de bir programa sahip olmamalarıdır. Ağrı ayaklanması bu genellemeden bir nebze de olsa farklılık göstermiştir. Ama buna karşın devlet aklı son derece planlı ve programlıyd. Onun bu özelliğini ayaklanmaların her safhasında görebiliyoruz.
Bir sonraki bölümde Takrir-i Sükûn rejiminin ve Şark Islahat Pılanının sonuçları ve ellili-altmışlı yıllardaki uyanış ve devlet zihninin buna karşı aldığı önlemleri ele alacağız inşallah.
Kaynak: Türk Siyasal Aklının Işleyiş Tarzı IV - Yılmaz Günay
Türk siyasal aklında devlet varlık ile yokluk arasında tercih yapma durumuyla karşı karşıya kaldığı her dönem ve her olayda her zaman varlık olgusunun olduğu tarafı seçer. Bu işin doğası gereğidir. Durumu daha derinden ele aldığımızda aslında söz konusu akıl için yokluğun olmadığını görürüz. Yokluğa hiçbir zaman inanmaz. Onu böyle bir inanca iten olgu ise varlığın getirisi, yani kazancıdır. Denebilir ki bu durum her devlet için böyledir. Bu devlet olmanın gereğidir. Bu eleştiride haklılık payı olsa da, devlet olgusuna daha köklü baktığımızda ve tarihsel olarak irdelediğimizde bu anlayışa sahip olmayan devletlerin de olduğunu ve gayet başarı sağladıklarını görebiliriz. Her ne kadar devletin ve idarenin felsefik alt yapısı tarihin derinliklerine dayansa da ve her idarenin düşünsel bir dayanağı olsa da Türk siyasal aklında devletin varlığa inanması bizce bu felsefik derinlik ve düşünsel birikimden çok daha görünürdür ve tamamiyle elle tutulan gerekçelere dayanır. O varlığa felsefik bir açıklama getirse de varlık onun için pratik imkanlar sağlayan bir olgudur. Bu son cümleden de anlaşılacağı gibi varlık onun için çıkar merkezlidir. Devletin; varlığın varlığına, sınır ve kaidelerine yaklaşımı inançsal bir dogmadan veya felsefik bir derinlikten tamamen bağımsız olarak sadece fayda eksenlidir. Varlık çıkar ile var veya yok olur. Çıkarının olduğu yerde ve kendisine menfaatler sağlanan durumlarda varlık vardır ve somuttur. Aksi durumlarda bu zihin her zaman inkarcı olmuştur. Oysa çıkar zaman ve mekana göre değişebildiği için, devlet her zaman “politik” kelimesinin en çıplak halini sergilemekten asla hicap duymaz. Zaten hicap ya da başka her hangi bir duygu türk devlet zihninin bilmediği tanımadığı bir bilinmezler dünyasıdır. Yoktur. Yokluktur. Zihni böyle işleyen bir mekanizma için İnanç ve düşünsel derinlikte yokluktur. Bu çerçeveden olarak her zaman çıkarcıdır. Bu çıkarcılığın ürünü olarakta politiktir ve ilişkileri de çok rahatlıkla değişir.
Türk devlet zihnini olaylar ve olgular üzerinden izlediğimizde onun bazı kavramları asla kullanmadığını görüyoruz. Özellikle değer ifade eden kavramlardan uzak durur. Örneğin asla dost olmaz kimseyle ya da asla düşmanlık hissine kapılmaz. İktidarların ve daha ziyade politik önderlerin çoğunlukla bu kavramları kullanıyor olması bir yanılsamaya asla sebebiyet vermemelidir. Onların bu kavramlara sığınması ya enformasyon amaçlıdır ya da mekanik bir işleyişe sahip bu devlet zihnine karşı konulan cılız bir mücadele örnekleridir. Bunun böyle olduğuna özellikle devletin beka sorunu yaşadığı dönemlerde aynı şahısların suskunluğunda veya geri çekilmelerinde rahatlıkla görebiliyoruz. Türk devlet zihni devleti bir mekanizma olarak kabul ettiğinden his olgusuna yabancıdır. Hissetmez. Mekanik bir sistemde asla his duygu ve düşünce olmaz. Ancak mekanik icraatları olur. Ortaya çıkan o icraatlar sonucunda insanlar icraatları kendi insani zihinleri ile tahlil ve tasnif edip devletin yapısına ve ortaya koyduğu ürünlere değer yüklerler. Burada da devletin zihinsel yapısının işleme tarzı devreye girer. Devlet olgusunun çıkarı ile felsefik ve inançsal doğruluğun değerler bütününün kesiştiği noktalarda ortaya çıkan ürüne insanlar ulvi değerler biçer, yaldızlı sözlerle bu yapıyı ve ürününü överler. Mesela adalet devleti derler, mesela hak devleti derler, mesela refah devleti derler. Ve çoğunlukla kendi sahip oldukları dinsel ve düşünsel konumla bunu kanumlandırırlar. Burada dini ve düşünsel sahiplik devreye gireceği gibi bazen de korku ve menfaatler de bu değerlendirme sürecinde devreye girebilir. İnsanlar bazen de bu devlet ve icraatları için zulüm, diktatörlük, baskı gibi tanımlamalar kullanırlar. Bin yılların birikimiyle oluşan ve adeta genlerine işleyen kadim Türk düşünsel zihni burada da devreye girer ve devlete söz söylemez. Türk insanı bu zihnin ve belki de büyük çoğunlukla enformasyonel bilginin ürünü olarak devlete asla söz söylemez. Özellikle devletin beka sorunu yaşadığına inandığı dönemlerde her olumsuzluğa rağmen devleti bir tabu gibi muhafazaya yönelir. Aslında bu durumlarda devlet adeta putlar içindeki en büyük puttur. Kutsaldır. Dokunulamaz. Eleştirilemez. Bir anti parantez olarak şu soruyu da haklı ve yerinde bir soru olarak görüyorum: devlet put olduğu için mi eleştirilemez yoksa eleştirilmediği için mi putlaşır?
Bu sorunun cevabını herkesin kendi zihnine bırakarak konumuza devam edelim. Türk devlet mekaniği (burada onun kendi literatürünü kullanarak diyorum) insanların zihinlerinde oluşturduğu ve kendilerince bu mekaniğin icraatlarını konumlandırmaya giriştikleri bu değerlerini dikkate alarak davranmaz. O çıkarı neyi icap ediyorsa onu ortaya koyar. Bazen de çıkarı insani değer ve inançlarla kesişmesine rağmen böyle davranmadığına da şahitlik edilebiliyor. Böyle durumlarda hem çıkarından olur ve hem de yurttaşlarının ve diğer insanlığın antipatisini üzerine çeker. Böyle davranması normal zamanlarda bazı zararlarla giderilebilse de kriz dönemlerinde genellikle yıkımla sonuçlanır.
Türk devlet zihni için yaptığımız bu tanımlama çok gaddar ve seküler bir tanımlama olarak eleştirilebilir. “Taraflı, önyargılı, acımasız, gaddar ve çok aşırı seküler bir tanımlama” der gibi sözler duyuyor gibiyim. Bu ve benzeri cümlelerde eleştiri için kullanılan söz öbekleri ve kast edilen olgular dahi ne kadar doğru bir noktadan yaklaştığımızın göstergesidir. Kendini mekanik bir olgu olarak tanımlayan Türk devlet zihni için bu sözcükler “yokluk” ifade eder. Mekanik olgularda “değer” olmadığı için gaddarlık ve ya önyargı şeklinde gelen eleştir dikkate alınmaz. Ki devletin bizatihi kendisi her kademe ve işleyişiyle dünyaya ait olan bir organizasyondur; onu seküler veya mistik diye bir ayrıma tabi tutmak bu olgunun doğası açısından dahi abesle iştigaldır. Bu tanımlamalar mekanik yapılar için değil, insanlar ve insani olgular için geçerli olan tanımlamalardır. Yani devlet ile değer iki farklı durumun birbirinden farklı anlamlar yüklü kavramlarıdır.
İşte krizlerin ortaya çıkma sebebi genellikle bu ayrımın farkına varılmadan ya da bilmemize rağmen içimize sinmemesinden kaynaklıdır. Devletler genellikle kriz dönemlerindeki icraatları üzerinden değer ifadesi kavramlarla tanımlanır. Zalim ya da adil gibi. Zira insan ve insan ürünü diğer durumlarda olduğu gibi devlet olgusu da kriz dönemlerinde rüştünü ortaya koyar. Olgunluğu bu dönemlerde kendini belli eder. Türk devlet zihin ve geleneğinin bir ürünü olan Cumhuriyet Türkiye’sinde de durum böyledir. Onun mekanik bir yapı olarak insan ve değer kavramlarından azade işleyişi ve bizlerin insan ve insani duygularla onu ve işleyiş tarzını konumlandırmaya çalışmamız da çoğunlukla kriz dönemlerine denk gelir veya zaten bir çok kriz yumağının üzerinde kurulan ve hayatiyetini devam için bu kriz durumlarının hep diri olması, belki de bilinçli bir şekilde bunları diri tutması bizi zihinsel olarak bunalımlara ve fiili olarak ta çatışma ortamlarına itse de onun her şeye rağmen, bütün krizlere ve bu krizlerin oluşturduğu diğer krizlere rağmen hayatiyetini devam ettiriyor olması ve her krizden daha güçlenerek çıkması, bu mekanik işleyişinden asla ödün vermemesi ve bu tavrının meyvelerini topluyor olması bir çok yan nedene bağlı olarak değerlendirilse de, bu durum aslında onun olgunluğunun göstergesidir.
Cumhuriyet Türkiye’sinde Türk devlet zihni için hiç şüphe yok ki iki büyük kriz alanı vardır; bunlardan biri bir hilafet devletinin ardılı olarak kurulmuş olmasından ötürü dinsel boyut ve dini alanla mücadele ve ikinci olarak da Kürt meselesinde somut bir hal alan ve her zaman gündemde olan ulus devlet olmanın getirdiği kriz alanıdır. Söz konusu bu iki kriz alanı da yüz yaşına merdiven dayayan Cumhuriyetin hiç ara vermeden uğraştığı birer kriz alanlarıdır. Kurucu felsefesinden ve bu anlayışın ürünü olan ilişkilerinden ve de ortaya çıkardığı elit tabakadan ötürü bu kriz alanlarını bir beka sorunu olarak görmüş ve her zaman olaya bu şekilde yaklaşmıştır. Bu iki meselenin de kriz olarak ortaya çıkmasında hiç şüphe yok ki derin düşünsel kökleri vardır. Fakat yukarıda da değindiğimiz gibi Türk devlet aklı için düşünsel ayrışma o kadar da önemli değildir. Asl olan devletin devamlılığıdır. Devlet devamlılığını sağladığı müddetçe ve belki sözcük çok cılız kaçabilir ama “çıkar” ilişkileri köklü bir değişimle veya köklü bir devrimle karşı karşıya kalmadığı sürece düşünsel farklılaşmanın o kadar da bir önemi yoktur. Bunu son süreçte de çok rahatlıkla müşahade edebiliyoruz. Kurucu zihni daha ziyade jakoben laik bir zihin olan Cumhuriyetin özellikle AKP iktidarının geldiği bu son nokta itibariyle hilafet rejiminin ritüel ve icraatlarına yavaş yavaş bürünüyor olmasının gerek Türk toplumunda ve gerekse “elit” tabakada bir çalkantıya sebep olmaması ve belki de çok daha dikkat çekici olarak Cumhuriyetin dışarıdaki sahipleri için bir şaşkınlığa ve itiraza sebep olmaması bu tezimizin en büyük delillerinden biridir. Bu zihin için önemli olan çıkar doğrultusunda devletin devamlılığı ilkesidir. Düşünçe kulvarları, felsefik yaklaşımlar veya dinsel renkler bu ilkeye hizmet ettikleri ya da en azından bu ilkeye dokunmadıkları sürece muteberdirler veya hiç olmazsa toleransa hak sahibidirler. Türk siyasal zihni için genel bir kaide olan “her şey devletin bekası için vardır” ilkesi burada da geçerlidir ve hizmettedir. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundaki iki kriz alanından biri olan dinsel boyutla ilgili krize devlet zihni işte bu çerçevede yaklaşır. Oysa ikinci kriz alanı olan milliyetçilik bundan çok farklıdır ve bir çatışma alanı olarak her zaman bir beka sorunu olarak orta yerde duruyor.
Milliyetçilik her ne kadar bir noktaya kadar toleransa sahipse de genel kabul gören haliyle bir hastalıktır. Aslında burada milliyetçiliği doğal ve yapay diye iki perspektifte ele almak lazım. Doğal milliyetçilik herkesin kendine benzeyen ve kendine yakın olanı sevmesidir. Bu, yaratılışın yasasıdır. Ceylan ceylanları sever, aslan aslanları sever, kedi kedileri sever… sevmeseler bile cer canlı kendini kendinden olanın yanında daha çok güvende hisseder. Bundan dolayıdır ki her canlı kendi ırkdaşıyla yaşar. Her canlı kendi ırkdaşıyla ilişkide olur ve öylece yaşar. Bu hayvanlarda olduğu gibi insanlarda da böyledir. İnsanlar dil, din, yaşam tarzı, felsefik anlayış, giyim kuşam ve renk olarak kendini kendine benzeyenlerin yanında daha çok güvende hisseder ve bunları diğer insanlara karşı daha çok sever. Ya da en azından bunlara daha çok yakınlık hisseder. İşte biz buna doğal milliyetçilik diyoruz. Doğal olan her şey gibi bu da insana suhulet verir. Oysa yapay milliyetçilik dediğimiz olgu çatışma doğuran bir kriz noktasıdır. Birinin kendini başkalarından üstün görmesi yapay milliyetçiliktir. Köpeğin kendini kediden üstün görmesi, aslanın kendini köpekten üstün görmesi, ceylanın kendini zurafadan, zurafanın kendini filden üstün görmesi en hafif tabirle yapaylıktır ve hastalık doğurur. Çünkü tabiattaki hiçbir canlı diğer canlıdan üstün değil. Her canlı gurubu kendi özel donanımıyla değerlendirilir. Canlı guruplarını kendi içinde de üstünlük ölçüsüne tabi tutmakta aynı şekilde yapaylıktır. Örneğin A aslanın B aslandan üstün olduğunu dile getirmek ve bu üstünlük alanını ve sebebini kan bağına bağlamak tabiatın ruhuna ters düşmektir. A aslan B aslandan bazı becerileri yönünden üstün yetenekli olabilir ama asla genlerinden dolayı, bedeninde dolaşan kanın şifrelerinden dolayı üstün olamaz. Böyle bir şeyin iddiası hem tabiatın düzeni açısından, düzenin devamlılığı açısından ve hem de yaratıcının adaleti açısından sakat bir anlayıştır. Konuyu daha fazla uzatmadan burada şunu belirtelim ki Cumhuriyet Türkiye’si bu ikinci tür milliyetçilik üzerine bina edilen bir zihnin ürünü olan bir devlettir.
Milliyetçi anlayışını benimseyerek devletin beka sorununa çözüm bulan Türk siyasal zihni bunun ilk icraatını mübadele ile yaptı. Cumhuriyet toplumunu tekleştirerek devletin bekasını garanti altına almak için Yunan hükümetiyle Rum-Türk mübadele anlaşmasını yaptı. Bu anlaşma gereği Anadolu’daki Rumlar Yunanistan’a, Yunanistan’daki Türkler Anadolu’ya getirildi. Atatürk ne kadar ısrar etse de İstanbul’daki Rumlar bu anlaşmanın dışında bırakıldılar. Böylece Anadolu’da saf Türk ırkı olacaktı. Bu mübadele her iki toplum için de çok dramatik olsa da Türk siyasal zihni için asl olan devletti ve öyle de oldu. Mübadele haricinde Tehçir’dan arta kalan Ermenileri de ya öldürdüler ya da adeta kovdular. Bunlar dışında kalan Müslüman halklara da çok sistematik bir asimilasyon uyguladılar. Ve bugün geldiğimiz durum itibariyle devlet zihninin kendilerine uyguladığı asimilasyon sonuç vermiş ve bu halklar kendilerini devletin asıl sahipleri görüyor ve bir çoğu dilindeki, rengindeki ve tarihsel köklerindeki yaman çelişkiye rağmen kendini Türk olarak görüyor. Ben Türküm diyor. Bu kesimler devletin büründüğü renk ne olursa olsun her zaman kavgada en önde devletin hizmetinde olmuşlar. Bunların durumu daha ne kadar böyle devam eder bilinmez, zira halkların ömründe değişimi görebilmek için bazen yüzyılların geçmesi lazım. Ama bunların bugünkü durumları dahi Türk siyasal aklının başarısını gösteren bir delildir.
Türk devlet zihninin bu başarılarına rağmen milliyetçiliği politik bir atılım olarak benimsemesiyle asıl çatışma alanı Kürtlerle oldu. Bu çalışmamızın bundan sonraki iki üç bölümünü bu kriz alanına, yani Cumhuriyet Türkiye’sinde Türk devlet aklının Kürt meselesi ile mücadelesine, bu zihnin söz konusu krizi nasıl idare edip ne mekanik bir şekilde işleyen aklına, ne hayatiyetini devam ettirmesinde adeta başat rolü oynayan ilişkiler ağına ve ne de cumhuriyetin ürünü olan elit tabakasına ve onların çıkarlarına zarar vermeden bugünlere kadar geldiğini hem felsefik konumlanma, hem düşünsel duruş ve hem de olaylar üzerinden ele alıp irdeleyeceğiz.
Son olarak şu notu da düşmeyi gerekli görüyorum. Geçen iki bölüme gelen bazı eleştirilere bir cevap babında bu bölümü yazmayı gerekli gördüm. Devleti çok soyutlaştırıyorsun ve çok önyargılısın babında gelen eleştirilere cevaptır. Hiç şüphe yok ki bu söylediklerimizi destekler bir çok delil var elimizde, lakin bu çalışma akademik bir çalışma olmadığından delil tasnifine girişmedim. Çalışmamız daha ziyade felsefik bir zihin yolculuğudur. Geri kalmış diğer toplumlarda olduğu gibi bizde de felsefik çalışmalar zihinsel çabalardan ziyade felsefe tarihinden alıntılar olarak algılandığı için burada da “kaynak nerede” şeklinde yadırganabilir. Kaynak elbette vardır ve emin olun ki çoktur. Biz burada yeni bir şey söylemiyoruz. Gök kubbe altında yeni olan bir şey yok. Türk siyasal sistemi ile ilgili bir çok kaynak var isteyen oralara bakabilir. Ama şunu gönül rahatlığıyla diyebilirim ki en büyük kaynak tecrübe, okumalar ve gözlemlerle oluşan kendi zihinsel dünyamızdır.
Vesselam
Kaynak: Türk Siyasal Aklının İşleyiş Tarzı (III) - Yılmaz Günay
Türk siyasal aklı birinci bölümde de değindiğimiz gibi devlet endeksli düşünen, devlet olmayı ve devletin devamlılığını merkeze alan siyasal bir zihindir. Bu hakikat ışığında incelendiğinde tüm icraatlarının, özellikle de kriz dönemlerindeki icraatlarının hep bu çerçevede olduğu görülecektir. Asl olan devletin varlığıdır; beka sorunu ortadayken renklerin ve ideolojilerin hiç bir önemi yoktur. Türk tarihinin her döneminde olduğu gibi 12 Eylül askeri darbesi öncesi durumu irdelediğimizde de bunu aşikâr bir şekilde görebiliyoruz.
12 Eylül öncesi yaşanan sağ sol çatışması aslında çevrenin merkezi zorlamasıydı. Çevrenin hemen hemen her alanda kendisinin dışlanmışlığına karşı merkezi, yani devletin asıl omurgasını sıkıştırıp kendine alan açma mücadelesiydi. Gerek geniş halk yığınlarından ve gerekse okuyan kesimlerden gelen bu değişim talebi hiç şüphe yok ki hakiki gerekçelere dayanan ve haklı talepler içeren bir hareketti. O dönem aslında Türkiye toplumunun şehirleşme yönünde adeta devrim niteliğinde büyük bir atılım gerçekleştirdiği bir dönemdi. Şehirleşen toplumun buna paralel olarak özgürleşme ve milli gelirden daha büyük bir pay alma talebiydi. 1970-1990 arası dönem Türkiye toplumunun tarihinin en büyük şehirleşme hamlesinin yaşandığı dönemdir. Bu dönem özgürlük ve ekonomik taleplerin de artması sosyolojinin kuralları gereği doğaldı. Toplumda iyiden iyiye hissedilen bu talepler hiç şüphesiz Türk devlet aklı dediğimiz siyasal akıl oluşturucular tarafından da ilgiyle mercek altına alınıyordu. Henüz çok genç olan ve yeni yenidünya sistemiyle hakiki işbirliğine girerek dışarıya açılan Cumhuriyet rejiminin dipten gelen bu dalgaya karşı rejimi koruma güdüsü yeniden devreye giriyordu.
Sağ-sol çatışmasını doğuran iki ana etken vardı aslında. Birinci ve bilinen yönü Marksist ideolojinin ihtilalci haliydi. Marksist ideoloji tüm dünyada olduğu gibi burada da silahlı bir ihtilal gerçekleştirmek istiyordu. Silahlı mücadele ile hükümet yıpratılacak, halka baskı ve şiddet uygulamasına sebep olunacak ve halk bu baskı rejimine isyan edip ihtilal yapılacak. Temel yöntemi böyle formüle edebiliriz. Aslında burada incelemeye değer iki nokta var; birincisi Türkiye Marksist hareketi ne kadar Marksist’tir? Zira her ne kadar yöntem olarak Marxist ideolojinin gereği olan ihtilalci yöntemi benimsese de ideolojik olarak kemalizmle içli dışlıydı. Kemalist Marksizm diye ucube bir durum ortaya çıkmıştı. Son tahlilde batıcı olan ve neredeyse her şeyini batı Avrupa ülkelerinden örnek alan bir hareketin sahiplenmesinin dünya Marksist hareketinde başka da bir örneği var mı, bilmiyorum. Bunun araştırmaya değer bir durum olduğunu düşünüyorum. Bu Kemalist sevgi nihayetinde Türkiye Marksistlerinin bölünmesine sebep oldu. Milli devrimci bir devrim mi yapılmalı yoksa sosyalist bir devrim mi yapılmalı, sorusu üzerinden hareket bölündü. Buna ek olarak milli vurgu ve Kürt sorununu görmezden gelecek onu üst yapı olarak değerlendirmeleri Kürtlerin de bu hareketten kopup kendi örgütlenmelerini kurmalarına sebep oldu. DDKO'lar bu süreç sonunda kuruldu. Böylece gerek böl parçala yönet politikasını devreye sokan devlet aklının etkisi ve gerekse Türkiye solunun toyluğu hareketin başarısızlığına en önemli sebep oldu. İkinci konu ise Türkiye Marksistlerinin silahlı mücadeleye karar verme süreci nasıl işledi? Nerede, ne zaman ve kimlerle buna karar verildi. Bu ve böyle bir karara imza atanların sonraki dönemlerde nerede oldukları ve pozisyonları incelenip gün yüzüne çıksa eminim ki o dönem çok daha iyi anlaşılacaktır. Zira ben böyle bir kararda Türk devlet aklının çok büyük bir etkisi olduğunu düşünüyorum. Anadolu'nun bağrından kopup gelen ve siyasetle daha yeni yeni tanışan, babı alinin kirli ayak oyunlarından bihaber olan bu genç Marksistlerin önüne bir yol çıkarılmamış mı acaba? Devlet aklı onlara bir yol çizmiş olamaz mı?
İkinci nokta işte burasıdır; ideolojisi de silaha ve şiddete yatkın olan bir hareketi şiddet sarmalığına bulaştırıp diskalifiye etmek. Devleti gelen bu dalgaya karşı korumak için onu halkın gözünden düşürmek. Bizce 12 Eylül askeri darbe öncesi Sağ-sol çatışmasını bir de buradan, tarihsel Türk siyasal aklının etki alanı çerçevesinde okuyup değerlendirmek lazım. Bu dönemle ilgili konuşunca genelde devlet solun karşısına sağı çıkardı, ülkücüleri kullandı deniliyor. Oysa aslında devlet değişim, özgürlük ve sosyal adalet talep eden yeni yeni şehirleşen, belki daha doğru bir tanımlamayla şehirlerin varoşlarında gettolaşan ve gittikçe Marksizm’in etki alanına giren merkez dışı dalgaya karşı önce marjinal düşünen ve kendi toplumuna yabancı sol şiddet hareketini çıkararak bu haklı talepleri terörize etti ve ona karşı da sağı çıkararak tam bir anarşik ortamın oluşmasını sağladı. Böylece Türk toplumuna devletin bekası tehlikededir fikrini yerleştirdi. Bu fikir tam yerleşince de 12 Eylül askeri darbesiyle yine beka sorununa çare bulup, devleti ve iktidarı sağlama aldı. Burada şu ilginç noktayı da belirtmeden geçemeyeceğim: Marksistler devrim yapacağız diyerek yola çıktılar . Silahlı bir ihtilal propagandası yapan bu kesim ilginçtir ki devlete tek kurşun sıkmadılar. Devirmek istedikleri devlet yerine farklı düşünen gençleri vurdular. Solun sağla çatışması ve sol içindeki fraksiyonların bir birleriyle çatışması. Sadece bu çerçeveden de bakılsa devlet aklının nasıl devrede olduğu açık bir şekilde görülecektir.
Türkiye toplumu her ne kadar 1876 da parlamento ile tanışmışsa da aslında bir tebaa toplumudur. En temel özelliklerinden biri de devlete itaattir. Türk tarihinde devlete rağmen bir değişimin örneği hemen hemen hiç yoktur. Değişim hep tepeden aşağıya olmuştur. Karahanlı Hükümdarı Satuk Buğra Han İslamiyet’i kabul edip Müslüman olmuş, ondan sonra halk yığınları İslam’a girmiş. Osmanlıda padişahlar Batılılaştıktan sonra halk yüzünü batıya dönmeye başlamış. Değişim baştan aşağıya doğru olmuş. Anadolu halkı Mustafa Kemal'e Mustafa Kemal olduğu için değil, paşa olduğu için itibar edip inanmış. Yani Mustafa Kemal sıradan bir insan değildi, Osmanlı bürokrasisinin içinde biriydi. Devleti temsil ediyordu. Halk ona giderken aslında devlete gidiyordu. 15 Temmuzda da halkı sokağa bizzat devlet çağırdı. Cumhurbaşkanı ve hükümet yetkililerinin talepleri doğrultusunda halk sokağa çıktı.
Türk toplumunun bu yapısına rağmen dipten gelen her dalgaya devlet aklının bu kadar korkuyor olması belki şizofrenik bir durum olarakta açıklanabilir fakat daha ziyade siyasal aklın devlet aygıtına ve onun bekasına verdiği önemin göstergesidir. Bu ancak devleti her şeyin merkezinde görüyor olmasıyla izah edilebilir.
12 Eylül öncesi Marksist hareketi irdelediğimiz bu bölümde şunu da belirtmeden geçemeyeceğim. Bu hareket neden başarıya ulaşmadı, sorusuna bizce terörize edilmesinden başka ikinci bir cevap mahiyetinde şunu söyleyelim ki tarihe bir not ve örneklik teşkil etsin. Zaman her daim akan ve asla geri gelmeyen bir nehirdir. Bu nehrin yatağında akan su asla geri gelmez. Bu aşağı ile yukarı, yüksek ile alçaklık kanununa ters bir durumdur. Yukarıdaki su aşağıya akar. Bunun tersi ancak yapay olur. Yapaylık ise kategori dışıdır, dikkate alınmaz. Marksist ideolojinin aksine Türkiye Marksist hareketi ileriyi değil geriyi hedefledi. 1950 sonrası dönemdeki sağ iktidara karşı eski Kemalist iktidarı devrimci bir iktidar olarak kabul etti ve ona övgüler yağdırdı. Bir yandan işçi sınıfının iktidarından söz etmek ile bir yandan da proletaryayla uzaktan yakından alakası olmayan ve daha ziyade bir bürokrasi rejimi olan CHP iktidarına övgüler yağdırmanın derin çelişkisini bir tarafa bırakarak zaman çizelgesi yönünden incelediğimizde bu hareket başarısızlığa mahkumdu. Zira geçmişi istiyordu. Zaman hep aktığından ve değişim her zaman ilerlediğinden geçmiş asla gelemezdi ve başarısızlık kaçınılmazdı. Türkiye Marksist hareketine kemaliz mi bulaştıran ve ona geçmişi kutsallaştıran ve böylece onu başarısızlığa mahkum eden siyasal zekanın başarısını bir tarafa kaydederek şunu söyleyebiliriz ki sosyal hareketlerde başarının ilk şartı ileriye yönelmektir. İleriye odaklanmalı. Gelecekte güzel bir ütopya oluşturulmalı. Oysa Marksizm komünal toplum ütopyasına tek parti iktidarının hiçte iç açıcı olmayan geçmişini ekleyerek onu kirletti. Böylece adeta ütopyasına kendi kendisi ihanet etti.
Türk siyasal aklının bu dönem aktif bir şekilde devrede olduğunu düşünüyoruz. Solu ideolojik olarak gerçekliğinden saptırarak ve ihtilalci yönteminden sonuna kadar faydalanıp onu terörize ederek yaptı bunu. Sağı ise Türk toplumunun genlerine işleyen muhafazakarlık dürtüsüyle devletin hizmetine aldı. Dünyadaki sağ anlayışının muhafazakarlık kodları bir yana Türk toplumunda bu çok daha derin köklere sahiptir.
İslam öncesi Türk siyasal iktidar anlayışında kut inancı var. Buna göre iktidar tanrı tarafından hakana verilir ve o yeryüzünde tanrının hükmetme yetkisinin temsilcisidir. Yani hükümdar ve iktidarı kutsaldır. İslam ile birlikte bu değişmemiştir. Padişah halifedir. Peygamberin minberinde oturur. Sözü o makam dolayısıyla haktır. İktidar Allah vergisidir. En kötü hükümet hükümetsizlikten iyidir. Ululemre itaat farzdır. Gibisinden bir çok kaide ile donanmış bir zihinsel gecmişe sahiptir. Türk sağı bu muhafazakarlık ve siyasal aklın yönlendirmesiyle sol harekete karşı bir kontra örgüt tarzında örgütlenip toplumdan gelen taleplerin bastırılmasına yardımcı oldu.
Bu iki kanadın şiddete bulaşan kesimleri toplumun bunlardan beri olan sözleri duymasını da engelledi. Gün geçtikçe artan şiddet devletin üst aklına ve devletin üzerinde oturduğu kodlarla devamından çıkarı olan dış etkenlerin ortak hareketiyle 12 Eylül'de askeri darbe ile devletin bekasını muhafaza yönünde büyük bir adım atıldı. Devlet korumaya alındı ve değişim bir başka bahara kaldı. Böylece bir kez daha Türk siyasal aklı beka noktasında birleşti. Muhalifler ya devletin ali çıkarları için bir kez daha köşelerine çekildiler ya da susturuldular. Dönemin siyasi liderlerinin hepsi de yeni durumdan gayet memnundular. Kimileri daha o zaman kimileri de çok geçmeden darbe lideri Kenan Evren'e bu ulvi hareketinden dolayı teşekkür edecekti. Ne zaman ki devletin beka sorunu giderilip işler bir nebze de olsa yoluna girdiğinde yeniden tali eleştiriler yapılmaya başlanacaktı.
Kaynak: Türk Siyasal Aklının İşleyiş Tarzı (II) - Yılmaz Günay
Akıl insanın yaratılanlar içinde onu hükmetme ve tasarlama noktalarında ayrıcalıklı kılan en önemli özelliğidir. Elbette ki hayvanlar aleminde de tasarlama yetisine sahip canlılar var. Örneğin bir veya birden çok aslan bir av esnasında gayet tasarlamada bulunur. Her şeyi en ince ayrıntısına değin tasarlarlar. Fakat insandaki tasarlama yetisi bundan çok farklıdır. Diğer canlılar olaylar üzerinde tasarlama yaparken insan olgular üzerinde de tasarlama yapar. Zira insan diğer canlılardan farklı olarak neden-sonuç ilişkisi kurar. İnsanın aklını kullanması neden-sonuç bağlamıyla alakalıdır. Bu da onu olgular üzerinde tasarlama yapmaya götürür. Ve bu siyasi aklı ortaya çıkaran olgudur. Siyaset olaylardaki neden-sonuç ilişkisini kurarak olgulara gitmektir. Olguları da zihin süzgecinden geçirip tasarlama yapmaktır.
Siyaset yapmak siyasi mevzuları konuşmak değildir, başkalarının yaptıklarını değerler süzgecinden geçirmek hiç değildir; Siyaset yapmak olaylardan ve olgulardan fırsatlar yaratabilmektir. Ve bu fırsatları değere dönüştürebilmektir. Fırsatı değere dönüştüremeyen akıl insani bir akıl değildir. Belki aslanın avlanırken sadece bir tek hedefe, bir tek ava kilitlenmiş olduğundan eline geçmesi muhtemel tüm diğer avlara kör olması gibi hayvani bir akıldır.
Dediğimiz gibi siyaset aklını kullanarak tasarlamaktır. Geleceği tasarlamaktır. Anı kavrayarak gelecek kurmaktır. Siyasi akıl bunu gerektirir. Türk siyasi aklının işleyiş tarzı da böyledir. Bu çözümlenemeden onunla bir işbirliğine de girilmez, ona karşı mücadelede de hiçbir başarı elde edilemez. Türk siyasal aklı devlet terbiyesi alan bir akıldır ve her zaman devleti merkeze alan ve bu gerekçeyle devlet eksenli işleyen bir akıldır. Burada şunu da belirtelim ki siyasi akıl öyle birden oluşmaz. Tarihin uzun seyri içinde adım adım ilerleyerek oluşur. Türk siyasi aklı da böyle oluşmuştur. Sözünü ettiğimiz bu akıl 3000 yıllık bir yolculuk sonucunda oluşmuştur. Ve çok değişik kaynaklardan beslenmiştir. Mesela Çin gibi devasa bir medeniyetin hemen yanı başında doğmuş. Çin medeniyetinin hinterlandından beslenmiştir. Sonra İran, Hindistan Arap ve Doğu Roma gibi bir çok medeniyetle ilişkileri sonucu kemal noktasına doğru yol almıştır. Buna bir de kendi tecrübesini ekleyebiliriz.
Tarih boyunca Türkler hemen hemen her dönemde devlet sahibi olmuş, sahip olduğu bu devletlerin yönetiminde bulunmuş, her zaman bu devletleri ayakta tutma bilinciyle hareket etmiştir. Bu terbiye ile şekillenip varlığını ve etkisini göstermiştir. Türk siyasal aklı için devlet her şeydir. Devlet olmadan varlıkta yoktur. Varlığın var olma sebebi gibi var olma şekli de ancak ve ancak devletin varlığına bağlıdır. Devlet yoksa adeta varlıkta yoktur. Bu olgu Türk siyasal aklının en önemli özelliğidir. Bu belki tarihin çok uzun devirlerinde devlet sahibi olmanın bir sonucudur ya da devlet sahibi olmanın ne derece muazzam bir getirisinin olduğunu devleti yitirdikten sonra aşikar bir şekilde görmüş olmanın sonucu. Belki de devlet sahibi olmanın doğal bir sonucudur. İnsanlar gibi halklar da sahip oldukları şeylerin nimetlerini daha iyi bilir. Özellikle sahip olduğu nimeti defaatle yitirmiş ise bunun değerini daha iyi anlar ve onu muhafaza için daha çok çabalar.
Türk tarihini incelediğimizde Türkler için, yıkılan her devlet koca bir yıkım olmuştur. Yıkılış süreci ve sonrası dönemde yaşanan kaos ve kazanımların yitirilmesi adeta toplumun hafızasına silinmez harflerle yazılmıştır. Türkler ve Türk siyasal aklı devlet sahibi olduktan sonra gelen devletsizliğin ne olduğunu çok iyi görmüştür. Köktürk Devleti parçalayıp yıkılınca gelen kaos ve esaret işte bu gerekçeyle hep diri tutulur. O yıkım onları yerinden yurdundan etmiştir. Büyük Selçuklu İmparatorluğunun parçalanmasıyla neler yitirdiklerini çok iyi gördüler; doğu Avrupa ellerinden kayıp gitti. Hakeza tarihin gördüğü en büyük kara imparatorluğu olan Moğol İmparatorluğu da öylece ellerinden kayıp giderken Türk Siyasal aklına bir çok şey katarak gidiyordu. Her yıkım sonucu gelen fetret devirleri, kaos ve tahribat devleti varlığın merkezine alan bu siyasal zihnin oluşmasına ve olgunlaşmasına yok edilemez katkılarını sağlıyordu. Bu katkının etkilerini sonraki devirlerde daha bariz bir şekilde görebiliyoruz. Gerek Osmanlı'da ve gerekse günümüz Türkiye'sinde devlet aklı varlığını muhafaza için hemen hemen her zaman tavrını güçlüden yana kullanmış ve o güçlüyü kendi içinde evirip devlet mekanizması içinde eritmiştir.
Modern sol jargonun aksine padişah hiçbir zaman eşittir devlet olmamıştır. Türk siyasal sisteminde hiçbir zaman padişah astığım astık kestiğim kestik olmamıştır. En ferdi hareketlerinin altında dahi devlet ebet millet anlayışı vardır.( burada keyfi hiç bir davranışı olmamış demiyoruz. O kadar büyük bir gücü elinde bulunduran padişahların elbette keyfi icraatları olmuş, lakin devletin kendi mekanizması bunu her zaman denetlemiştir ve bir çok defa bu büyük toplumsal veya siyasi olaylara sebep olmuştur. Genç Osman'ın yapmak istedikleri ve ölümüyle sonuçlanan devlet kontrol mekanizması, 2. Mahmut’un cüretkar tavrına karşı devletin refleksleri ve son bir örnek olarak daha yakın bir zamanda olan ve hala hafızalarda ola Rahmetli Erbakan'ın keskin dönüş hareketlerine devlet aklının buna tepki olarak kendini korumaya alması sözünü ettiğimiz bu mekanizmaya sadece bir iki örnektir. ) Yukarıda da değindiğimiz gibi Türk Padişahları her zaman devlet ebet millet şeklinde hareket etmişlerdir. Devletin bekası için her şeyi yaptıklarını görüyoruz. Öyle ki en yakınlarını dahi öldürmüşler ve Fatih bu kardeş ketlini kanunlaştırmıştır. Denebilir ki Fatih bunu kendi iktidarı için yapmıştır. Hayır. Fatih devlet terbiyesiyle yetişmiş ve devletin ne olduğunu, devletsizliğin neler getirdiğini dedesi Çelebi Mehmet'in (ki Çelebi Mehmet fetret devrini yaşamış ve buna son vermiş padişahtır) ve babası 2. Murat'ın siyasetinde çok iyi görüp hafızasına katletmiştir. Kanunnameyi Ali Osman'la kardeş katlini kanunlaştırmayı bu çerçeveden görmek lazım. (Bu kardeş katlini mazur görmüyoruz. Elbette ki çok büyük bir cinayettir. Biz burada sadece Türk siyasal aklının işleyiş tarzı ve bunun sonuçlarını irdelemeye çalışıyoruz.)
Evet, Türklerde, yani Türk siyasal aklında devlet her şeydir. Devlet varlığın özüdür. Dış etkenler ve her alandaki yanlış politikalar yüzünden dağılan koca Osmanlı İmparatorluğu avuçlarının arasında kayıp giderken, yaşanan her tecrübe ile kemale eren bu akıl için her zaman en öncelikli olgu devletin bekası olgusudur.
Vurguladığımız bu tespit elbette ki Türk siyasal zihninde yekpare bir anlayışın olduğunu göstermez. Hiç şüphe yok ki böyle bir şey eşyanın tabiatına aykırıdır. Tabiatta olduğu gibi burada da çeşitlilik vardır. Farklı düşünce ve anlayışlar vardır. Devletin ali çıkarları ve bekası nasıl olur, nerededir sorusuna insanlar farklı cevaplar vereceği gibi Türk devlet zihninde de farklı anlayışlar vardır. Osmanlı yenileşme tarihi bunun örnekleriyle doludur. Devleti içine girdiği darboğazdan kurtarmak için yapılan yenilikler ve bu yeniliklerin yıkım getireceğine inananların mücadelesi. Lakin şunu da görüyoruz ki ip kopma noktasına geldiğinde, yani beka sorunu baş gösterdiğinde ya vahdet sağlanır ya da bir taraf yanlışını görüp geri çekilir. Fikirlerin çatıştığı bu mücadelede olabildiğince az tahribatla çıkmak için geri çekilir. Başı boş ve devlet terbiyesinden yoksun gurupların böyle bir süreçte durmayıp karşı koyuşu sürdürmeleri siyasal zihin mekanizmasında pek bir itibar görmez ve bu mekanizmanın ortak tavrıyla tasfiye edilirler. Siyasal zihin oluşturucular kritik dönemlerde hep devletin bekasını önceleyen gurubun ya da şahsın yanında olur, onunla saf tutarlar. Devlet varlığın özüdür anlayışı onları buna mecbur kılar.
Türk siyasal aklı genelde iki şekilde çalışır.
1. Devletin bekası için her zaman merkez oluşturur ve bunun dışında kalanlara karşı gardını alır. Merkeze dışarıdan gelen dalgaların tahribatına defaatle şahitlik ettiğinden bu dalgalara olabildiğince sert tepki gösterir. Onu durdurmak ister ve bu yönde taktikler uygular. Devlet bürokrasisinin Yavuz Sultan Selim'e ilkin karşı duruşu, İstanbul'un M. Kemal'e tepkisi bunun tarihteki bir iki örneğidir. Erdoğan'a karşı ilk zamanlarda olan dirençte bunun güncel örneğidir.
Mustafa Kemal olayını biraz irdelemek istiyorum. Mustafa Kemal'i padişah mı görevlendirdi, kendisi mi yola çıktı veya İngilizlerin adamı mıydı noktalarına değinmeyeceğim. Zira konumuzun dışındadır. Mustafa kemal Anadolu'da bir hareketi örgütlerken devlet ona karşı gardını aldı. Belki de bunu refleks olarak yaptı. Bilindiği gibi bu dönem Mustafa Kemal gayet kuşatıcı ve özgürlükçüdür. Herkes ile görüşüyor ve herkesi yanına alıyordu. Buna taktik olarak bakılabilir, lakin durum bundan ibaret değil. Ben o dönem Mustafa Kemal'in gerçekten de öyle olduğuna inanıyorum. Kuşatıcı ve özgürlükçü. Elbette ki taktiksel davranmıştır fakat her devrim ve ayaklanma hareketinde olduğu gibi Anadolu ihtilal hareketinde de kuşatıcılık ve özgürlük anlayışının en başat karakter olması kadar doğal bir şey olamaz. "Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir" sözü derin bir özgürlük anlayışının eseridir. "Milli iradenin hakim kılmak esastır" sözü daha Sivas Kongresi’nde söylenen bir sözdür. Peki ne oldu da Anadolu'da Kürt aşiretleri ile ittifak eden ve azınlıkların hakları konusunda hassas davranan, azınlıklara karşı işlenen suçları kendine karşı yapılmış kabul eden Mustafa Kemal bir kaç yıl içinde koyu bir merkeziyetçi ve ırkçılığın neredeyse tüm emarelerini üzerinde taşır durumuna geldi? İşte biz burada Türk siyasal aklının işleyişindeki ikinci evreyi yakalıyoruz.
2. Önleyemediği dalgayı önce sahiplenir sonra kendi çarkları arasında dönüştürür.
Sonraki yıllarda Cumhuriyeti kuran M. Kemal tüm yetkileri eline alıp olabildiğince merkeziyetçi bir anlayışı benimsedi. Diktatörlük ile suçlanacak kadar zor ve baskıya dayalı bir rejim kurdu. Padişahlık rejimine karşı ayaklanmış, türlü zulümler gören Osmanlı yazar çizer takımı gelen bu yeni rejimin merkeziyetçi otoriter tavrına hiç ses çıkarmadılar. Aynı şekilde Anadolu'da M. Kemal'in yanında hareketi başlatan özgürlükçüler de seslerini kestiler. Ve ilginçtir ilk kadrolardan hemen hemen hiç kimse Cumhuriyetin son yıllarında M. Kemal'in yanında değil. Herkes bir şekilde tasfiye edilmiş ve ya bu devlet aklına karşı bir şey yapamamanın ya da yapmamanın doğal sonucu olarak köşesine çekilmiştir. Tüm taleplerine rağmen devleti sahiplenmişlerdi. Devletin ali çıkarlarına teslim bayrağı çekmiştiler ve devlet merkezli siyaset anlayışını herkes bir şekilde sahiplenmişti. Devlet zihni de bekasını M. Kemal'in otoriterliğinde bulmuş ve olabildiğince bu baskı rejimini desteklemiştir. Herkes devletin bekasından yanaydı ve herkeste bu amacına ulaştı. Sivas kongresinde ve hatta ondan önceki Havza Genelgesi'nde "milli iradeyi hakim kılmak esastır" diyen M. Kemal tek parti rejimiyle adeta diktatör olmuş, devlet zihni de bekası için onu kendi çarkları içinde öğütüp dönüştürmüştür. Türk devlet aklı için devletin renginin veya ideolojisinin hiçbir önemi yoktur. Devlet ister demokratik olsun, isterse diktatörlük olsun. İster bir ailenin elinde olsun, isterse de bir şahsın. İster şeriat devleti olsun, isterse de ateist olsun. Devlet aklı için bunların bir önemi yok. Devlet, devlet olarak var olmak ister. Onun için yegane ilke bekasıdır. Beka sorunu baş gösterdiğinde her zaman tavrını devletin bekasını sağlayacak tarafta olur, o tarafı destekler. Ta ki tehlike ortadan kalkana kadar.
Türk devlet zihni ve mekanizması sonraki yıllarda bunu her zaman kendine yol bilmiştir. Dışarıdan merkeze gelen her dalgaya karşı Mustafa Kemal'e uyguladığı bu yöntemi uygulamıştır. Kimin bir iddiası varsa onu iddiasından vurmuştur. Özgürlükçü Mustafa Kemal'in eliyle merkeziyetçi ve otoriter bir rejim kurdurduğu gibi herkesi kendi çarkları içinde dönüştürmüştür. Atatürk'e taparcasına bir bağla bağlı olan CHP eliyle 1940'larda Atatürk posterlerini indirtip onu o dönem itibarsızlaştırmaya çalışmıştır. Artık kontrol etmekte zorlandığı Adnan Menderes'i idama mahkum etmiş. Necmettin Erbakan eliyle imam hatipleri ve Kuran kurslarını ortadan kaldırmış. Koyu bir PKK düşmanı olan Bahçeli eliyle Abdullah Öcalan'ı idamdan kurtarmış. Bülent Ecevit eliyle sosyalist ve sol hareketlere en büyük darbeyi indirtmiş, hayata dönüş operasyonuyla insanları cezaevinde diri diri yakmıştır. Hep darbelerden muzdarip olan Süleyman Demirel eliyle 28 Şubat muhtırasını verdirmiştir. Her geleni böylesi bir şekilde iddiasından vuran son derece sistematik çalışan bir devlet zihni var karşımızda. Bunun derinliği ve gerçekliğini kavramayan ya da kavrayamayan Kürtler ve diğer muhalifler maalesef ki muhalefet oklarını sisteme ve Osmanlının yıkılmasıyla adeta ustalık devrini yaşayan ve devleti varlığın sebep ve gerekçesi olarak gören Türk siyasal aklına değil de şahıs ve guruplara yöneltiyorlar. Oysa bütün her şeyin en başat sebebi Fatih Sultan Mehmet ve Mustafa Kemal ile adeta doruk noktasına varan merkeziyetçi devlet anlayışıdır. Devleti her şeyin merkezinde gören ve onun bekası için her şeyi mubah sayan bu zihin tüm olumsuzlukların sebebidir. Bu anlayışa yönelmeyen muhalefet ya bu toprakların ruhunu kavramamış toy bir muhalefettir ya da yine bu zihin tarafından idare edilen göstermelik bir muhalefettir. Tepkinin yönünü değiştirmek için üretilmiş kontra muhalefettir.
Girizgah mahiyetinde değindiğimiz Türk siyasal aklının işleyiş tarzını bir nebze açtığımız bu bölümü burada noktalayıp, Erdoğan'ın iktidar serüvenini bir sonraki yazımıza bırakıyoruz. İkinci yazıya giriş mahiyetinde bir paragraflık sözle bitirelim.
Erdoğan iktidarının ilk yıllarında, Erbakan tecrübesini yaşamış ve adeta direkten dönmüş Türk devlet aklı bir daha aynı tehlikeyi yaşamamak için Erdoğan'a karşı gardını almıştı. Bilindiği gibi Necmettin Erbakan siyasal kotları taa lale devrinde atılan ve Cumhuriyetin ilanıyla artık yerli yerinde oturan Türk Devleti'nin adeta genleriyle oynamıştı. Devleti sonu bilinmez bir maceraya sürükleyecek politikalar üretmişti. İlk yurtdışı gezisini dünya sisteminin hedef tahtasındaki ülke olan İran'a yapmış, İslam ordusu, İslam Dinarı, İslam ortak pazarı gibi laflar etmiş, Taksim'e cami, Kudüs mitingi ve "ne mutlu Kürdüm diyene" gibi bir çok çıkışı olmuştu. Muhafazakarlık, özellikle de devletin muhafazası, devlet varlığının devamı, sistemin bekası için muhafazakarlık kodlarıyla donanmış türk devlet aklı hiç şüphe yok ki böylesi bir maceraya karşı kendini savunmaya almıştı. Türk siyasal sisteminin gördüğü en büyük demagoglardan biri olan Erbakan'ı ikna edemeyince, onu dışarıdan merkeze gelen her dalgaya yaptığı gibi kendi çarkları içinde eritmeye çalışmıştı. Bu çerçeveden olarak ona Türkiye'deki dindar kesime adeta savaş açan 28 Şubat kararlarını imzalatma başarısını göstermişti. Lakin, dediğimiz gibi çok maharetli bir demagog olan Necmettin Erbakan pes edecek gibi değildi. İmzaladığı kararların uygulanması konusunda ayak diretiyordu. Bu direnç sonucu olan oldu; post modern darbe ile alaşağı edildi. Devlet bir kez daha kendini korumaya almış, varlık ve istikametini muhafaza edebilmişti.
Kaynak: Türk Siyasal Aklının İşleyiş Tarzı (I) - Yılmaz Günay