TÜRK FUTBOLU DARBECİ VE KOMİTACI MI?

TÜRK FUTBOLU DARBECİ VE KOMİTACI MI?

TÜRK FUTBOLU DARBECİ VE KOMİTACI MI?

Dünya Bizim'den Kamil YEŞİL ANALİZ ETTİ...

Nesneler ve sözcükler arasındaki ilişkiyi gerçek, gerçeküstücülük bağlamında ele alan Michel Foucault’ın Bu Bir Pipo Değildir eserini okudunuz mu bilmiyorum. Kitabın kapağını süsleyen pipo görseli için “Bu Bir Pipo değildir” demek ne anlama geliyor? Evet, o bir pipo değildir, piponun görselidir, diyebilirsiniz. Sözcükler de böyledir. Şeyler ile sözcükler arasında doğrudan göndergesel ilişki yoktur, deniliyor. Eğer bu böyle ise o zaman sorarız.

E, bu bir pipo değilse nedir o zaman?

Bu görsel ve pipo sözcüğü kaynaşmış olarak yok mudur zihinlerde?

Hayır, amacım felsefe yapmak değil, dil felsefesi yapmak hiç değil. Amacım, bu kitabın adından hareketle bir analoji yapmak ve futbol sadece “futbol” değildir demek.

Hatta sporun bütün çeşitleri ile spor hiç de spor değildir demek.

Simon Kuper’in dünya ölçeğinde söylediği Futbol Asla Futbol Değildir’i Türkiye özelinde de söylemek istiyorum.

Transfer çalışmaları, paparazzisi, kültürü, ekonomik hareketlilikteki yeri ile devlet gibi gündemde olan bir olguyu yok farz etmek, güneşe gözlerini kapamaktır. Benim demek istediğim; futbolun, genel anlamda sporun, beden terbiyesinden, yarışmaktan, kazanmaktan, kültürler arası iletişim kurmaktan, temsil gücünden, aidiyetten öte bir şey olduğudur.

O bir şey; siyaset, politika, toplumun (idaresi)  manipüle edilmesi ile ilgili...

Bu konuda dünyanın “biz”den önce olduğu muhakkak.

Biz de onlardan öğrenmişizdir. Bu da muhakkak. Fakat insanlar, sevad-ı azam bunları bilmez, konuşmaz ve de futbolu futboldan  ibaret sanır. Uğruna ter döker, para döker, maalesef can da verir. Bu bağlamda ABD'ye 2-1 yenildiği maçta kendi kalesine gol attığı için öldürülen Kolombiyalı futbolcu Andres  Escobar’ı hatırlatırım.

Secde edilerek veya haç çıkarılarak şükrü eda edilen goller var. Oruç tutması yasaklanan futbolcular var. İngiltere-Arjantin siyasi ilişkilerinin (Fakland adaları); İspanya’daki özerk yönetim arayışının Barselona takımı üzerinden yürütülmesi, Maradona’nın eli ile attığı golü “Tanrının eli” olarak nitelemesi gibi onlarca örnek gösteriyor ki futbol, futbol değildir.

Dünyada böyle, bizde nasıl sorusuna cevap aradığımızda şükür olsun! Dünyadan farklı bir yerde değiliz.

Önce şu “biz”  ifadesinin üzerinde duralım. Daha doğrusu Cemal Kafadar’ın sorusunu gündeme getirelim.

Bir Türk takımı ile Hristiyan bir ülkenin takımı maç yapıyor. Taç atışı yapılacak. Tacı yine Hristiyan bir ülkeden transfer edilmiş bir oyuncu atacak. Türk spiker “Top bizde” diyor.”Tacı biz kullanıyoruz.” diyor.  

Cemal Kafadar soruyor bu noktada: “Bu biz kimdir?” Gerçekten kimdir bu biz?

Siz bu sorunun cevabını düşünedurun, biz gelelim bizdeki futbolun “futbol” olmadığına. Bu tespiti doğrulayan örnekler  var aklımda. Gazete, televizyon gibi basın yayın araçlarında yer aldığı için bunları zikretmekten çekinmeyeceğim.

Mesela, hatırlar mısınız GS Başkanı Alp Yalman, İstanbul’da, Kadıköy’ü de içine alan seçim bölgesinden milletvekili adayı olmuştu. FB Başkanı Ali Şen, “Bir FB’li, GS’lı birine oy vermez” dedi. Ve Alp Yalman o bölgeden milletvekili seçilemedi.

İkinci örnek: GS’nin futbolcu transfer işlerine doğrudan müdahil olan ANAP Genel Başkanı/Başbakan Mesut Yılmaz’a tepki olarak FB seyircisi bir pankart açtı, koro olarak seslendirdi: “Sandıkta görüşürüz Mesut Yılmaz.”

ANAP o seçimi Kadıköy çevresinde kaybetti.

28 Şubat döneminde FB’nin sahaya “Laikliğe bağlıyız” pankartı ile çıkması hatırlardadır.

Eğer futbol  sadece “futbol” olsaydı; bütün bunları başka bağlamda konuşacaktık. FB Başkanı Aziz Yıldırım’ın emekli de olsa bir Koramiral olan Atilla Kıyat’ı konu futbol olunca, avami ağızla, hakarete varan sözler söylemesi futbolun futbol olmadığını göstermiyor mu?

Bu bağlamda en son olarak FB’ye kurulan kumpas, FETÖ’cülerin darbe hesapları ve FB’yi hedef alan ilişkileri de hatırlatalım ki fotoğraf net görülsün.

Yakın zamana ait bu olayların geçmişinde ne var diye şöyle bir karıştırdım bakın neler çıktı?

Futbol ve siyasi komitacılık iç içe, yan yana

Muhafızgücü Spor Kulübünü hatırlayanınız var mı? 1981’de kapandığı için hatırlayanlar olacaktır. Bilgi kaynakları bu kulüp için bakınız ne diyor?

“1920’de Mustafa Kemal’in emri ile Ankara'da kurulmuştur. Başkanı Mülazım İsmail Hakkı Bey’dir. Muhafız Alayı ismini alarak kurulan kulüp, 1 Haziran 1923 günü Muhafızgücü olarak ismini değiştirmiştir.

Muhafızgücü takımı futbol, atletizm, binicilik, bisiklet, polo, voleybol, basketbol gibi spor dallarında mücadele etmiş ve birçok şampiyonluklar kazanmıştır. Ayrıca kulüp bünyesinde birçok ünlü asker sporcu da yetiştirmiştir. Futbol takımı 1924-25, 1925-26, 1926-27, 1927-28 ve 1928-29 sezonlarında Ankara Futbol Ligi şampiyonu olmuştur.1927 yılında 1924'teki ilk şampiyonadan sonra ilk kez düzenlenen Türkiye Futbol Şampiyonası'nda İstanbul şampiyonu Galatasaray'ı 1-1'in rövanşında 3-2 yenerek Türkiye şampiyonu olmuştur.

Basketbol şubesi, 1973-74 sezonunda Türkiye Basketbol Ligi'nde şampiyon olmuştur.

Voleybol takımı ise 1974-75 sezonunda Türkiye Erkekler Voleybol Ligi şampiyonluğuna ulaşmıştır.

1981 yılında ise kulüp kapanmıştır.”

Ne var bu bilgilerde?  Ne güzel işte; bir kulüp birçok başarı kazanmış ve miadını doldurunca kapanmış, deyip geçebilirsiniz.

Ancak başkanı İsmail Hakkı Tekçe’yi bilseydiniz böyle konuşmazdınız.

Kim bu General İsmail Hakkı Tekçe?  

Komitacı.

Devlet adına gayrikanuni işler yapan, çetecilik yapan, adam kaçıran, adam öldüren, kumpas kuran bir general.

Geniş bilgiyi Cumhurbaşkanlığı Muhafız Alayı Tarihçesi’nde ve İsmail Safi’nin Son Komitacı İsmail Hakkı Tekçe kitabında bulabilirsiniz.

Komitacının sert karakteriyle birleşen bir kulüp: Muhafızgücü

Komitacı İsmail Hakkı Bey’in, bu karanlık adamın başkanı olduğu Muhafızgücü, Ankara’nın futbol yaşantı­sında söz sahibi olmuştur. Bu tarihten sonra Muhafız­gücüAnkara'da hep

liderliğe oynamış ve genellikle Gençlerbirliği ile rekabet etmiştir. Gücünün kaynağı da Atatürk’ün Muhafız alayı olması ve onun başkanı İsmail Hakkı Tekçe’dir. Askeri disiplin tıp eğitiminden sonra böylece spora da taşınmıştır.Takım olarak Muhafızgücü’ne karşı çekingen oynamaktan tutunuz, hakem kararlarına kadar birçok hususta “korunan” takım tabii ki “başarılı” olacaktır.Çünkü Muhafızgücü'nün kuralları zorlayan bir  "sertliği" vardır.

Oyunculardan Zündap Hüseyin, 1939 yılına ait bir hatırasını şöyle anlatıyor:

“1939'un sonunda 2. Cihan Harbi çıktı. Benim asker­liğime karar verilmiş, üç numara saçımı kestirmişim. Doğma büyüme Ankaralıyım, istiyorum ki Ankara'da askerliğimi yapayım, futbolcuyum çünkü. İşte o sı­rada, hayatımın unutamayacağım maçına çıktım: Muhafızgücü-Gençlerbirliği.

Bu maç Ankara şampiyonluğunun final maçı. Bizim Orhan Şeref Apak, fahri başkanımız Başbakan Şükrü Saraçoğlu, şeref tribünündeler, General İsmail Hakkı Tekçe'yle beraber. Maç devam ediyor, ben solaçığım. Karşımda, 27 Mayıs'tan sonra Talat Aydemirle birlikte ihtilâle teşebbüs edecek subaylardan Fethi (Gürcan) oynuyor... O zaman teğmen idi Fethi; süvariydi. Ben güzel bir orta yaptım, Ali Polat güzel bir gol attı. Ve o golle 1-0 bit­ti, şampiyon olduk. O golden sonra Fethi bana bir to­kat attı, hırsından. Hasan Polat bana bir bağırdı 'Hüse­yin' diye, mukabelede bulunmayayım diye, ben hazır ol durdum! Mukabelede bulunmayınca Hakem Muzaffer Ertuğ, Fethi'yi oyundan attı, 10 kişi kaldılar. Maçtan sonra seremoni, şampiyonuz, kupa veriliyor. Başbakan Saraçoğlu hepimizin elini sıktı. General İsmail Hakkı Bey tebrik etti, emir subayına 'Fethi'yi çağırın' dedi so­yunma odasında, 'öp delikanlıyı' dedi, 'sana mukabele etmediği için maçı kazandılar' dedi, çocuk elimi sıktı,öptü.”

Sonra ne olmuş dersiniz?

Fethi'yi 'Kazlışakşak'a sürmüşler!

Aslında futbol kurallarına göre verilmesi gereken bir ceza, askeri disiplin kurullarına göre veriliyor.

Komitacı zihniyetin spora yansıması

At sahibini göre kişner, demiş atalarımız. Can çıkar, huy çıkmaz da demişler. Komitacı İsmail Hakkı Tekçe, siyaset alanına taşıdığı komitacılığı spora da yansıtır. Çünkü komitacı zihniyete göre devleti yönetmek her birey ve kesimin işi değildir. DP’ye “kuyruklar” diyen bu güruh; devlet yönetmeyi sadece belli bir sınıfın, kendilerinin işi olarak görmüştür. Ak Parti hazımsızlığının kaynakları buralara kadar gider.

İşte Tekçe de  spora taşıdığı komitacılığı sporda karşılarına çıkan her kesimi ve kişiyi yıldırma ve tedhiş politikası ile tasfiye etmiştir.

Burhan Felek, onun spor konusunda komitacı ruhunu şöyle anlatır.

“Şemseddin Sami'nin oğlu olan Ali Sami Yen, İs­mail Hakkı'nın komitacı oyunlarına dayanamamış, onun tez­gâhladığı iddia edilen dedikodulara daha fazla dayanamayarak başkanlıktan istifa etmiştir.

Türkiye İdman Cemiyetleri İttifakı merkezini An­kara'ya naklettik. Ali Sami merhum, orada birkaç se­ne bizim başımızda bu işleri idare etti. Fakat bu hu­susi kuruluş içinde başkanlık yüzünden İsmail Hakkı Tekçe ile araları açıldı. Hakkı Bey ozaman paşa olmamıştı, hep yukarı makamlardan bi­ze birtakım telkinler ve tavsiyelerde bulunurdu. Bunların hangisinin kendi karihasından, hangisinin gerçek olduğunu tayin etmek kabil değildi. Uğraştık durduk. Nihayet bir gün, Ali Sami merhumun Arna­vut olduğu gibi bir söz etrafta dolaştı (Milliyet, 22.03.1981).

“Ali Sami Yen'e Arnavut yakıştırmasında bulunması onu tasfiye etmek için meşruiyet oluşturma girişiminin bir yansıma­sıdır. Çünkü komitacıların gözünde Arnavut olmak tasfiye et­mek için geçerli sebeplerden en geçerlisiydi. İttihat ve Terakki Cemiyeti, Meşruiyeti ilan ettirmek ve II. Abdülhamit’in istibdat dönemini sona erdirmek için uğraştığı dönemlerde en çok Ar­navutlarla mücadele etmişti. Çünkü II. Abdülhamit’in hafiye teşkilâtı ve en fazla güvendiği adamları Arnavut kökenliydi. Üstelik İttihat ve Terakki Cemiyeti'ne karşı gazeteler üzerinden gerçekleştirilen toplumsal muhalefet de hep Arnavut gazeteci­lerden gelmiştir. Bu yüzden komitacı takımının tasfiye işlemle­rinde hep Arnavutlar kurban gitmiştir. Örneğin,1908 yılından itibaren her yıl öldürülen gazetecilerin hepsi Arnavut'tu. Ayrıca 1908 yılında öldürdükleri İsmail Mahir Paşa da Arnavut'tu. Rumeli'de Meşrutiyet öncesi işlenen cinayetlerin kurbanları da istisnasız Arnavut'tu.

İşte Ali Sami Yen'e Arnavut yakıştırması­nın gerçek sebebi de buydu.”

Burhan Felek devam ediyor: “Huzur-u Mutat Zevat olarak adlandırılan son dönem ko­mitacı takımının spora ve gazetecilere yönelik komitacı eylem­leri İsmail Hakkı Tekçe ile sınırlı değildir. Özellikle Kılıç Ali'nin komitacı ruhu İstanbul'un dördüncü büyüğünün çıkmasını engellemiştir. Şöyle: 1930’1u yıllarda büyük kulüplerin başında siyasî şahsiyetlerin bulunması adetti.

(Bu gelenek kesintili olsa da günümüze kadar devam etmiştir. Bazı başkanlar milletvekili/bakan olmuş; bazı bakanlar da kulüp başkanlığına atlamıştır.)

Galatasaray'ın başında Kılıç Ali, 1933 yılında kurulan Ateş-Güneş isimli İstanbul takı­mının başında Cevat Abbas, Fenerbahçe'nin başında da Sara­çoğlu vardı. Yusuf Ziya'nın kurduğu Ateş-Güneş Kulübü, sırf Kılıç Ali'nin hasmâne tutumu yüzünden kapatılmış ve Türk spor camiası dördüncü büyüğünü kaybetmiştir.

(Hatırlatalım. İstiklal Mahkemelerinin başına buyruk reisi Kılıç Ali’nin oğlu Altemur Kılıç da darbeci zihniyet sahibi bir gazeteci idi.)

Olayın ayrıntı­larını Burhan Felek’ten okuyalım : “Galatasaray'daki başkanlık görevinden kötü bir şekil­de kovulan rahmetli Yusuf Ziya, Galatasaray'la boy öl­çüşecek, hatta ondan daha üstün birtakım kurarak Fenerbahçe ile dost, Galatasaray'a da şiddetli rakip ol­muştu. Yusuf Ziya'nın bu teşebbüsü Avrupa çapında bir organizasyondu. Ateş-Güneş ismindeki bu kulüp için ilk sene içerisinde mükemmel bir tesis kurmuş, kuvvetli bir kulüp tesis etmişti. Maksadı Galatasaray kulübünden gördüğü kötü muamelenin öcünü al­maktı. Cebinden çok para sarf etti. Gerçek bir spor kulübü, mükemmel bir spor müessesi kurdu. Sarı kırmızı renkli Ateş-Güneş, Galatasaray'dan ve dışarıdan aldığı topçularla çok kaliteli bir takım ol­du.  Galatasaray'ın an’anevi  Fenerbahçe  rekabetini dostluğa çevirdi. Önüne gelen takımları hep yeni­yordu. Durum bu halde iken Ateş-Güneş ile Galata­saray bir maç yaptı. Yusuf Ziya kendisini reislikten atanlara karşı intikam almaya kararlı idi. Maç Taksim'de  oynandı.  Ancak maçta kavga çıktı. Ateş-Güneş önde iken, taraftarlar, oyunculara ayva fırlattı. İşte sahaya yabancı madde atmak meselesi bu maçta çıktı ve maça ‘Ayvalı maç’ adı verildi.

İş politik sahaya hemen aktarıldı. Kılıç Ali ile Cevat Abbas'ın nüfuzları çarpıştı. Kılıç Ali, galip geldi ve Ateş-Güneş kulübünü kapattırdı. Bahane maçta sa­haya ayva atmak olmuştu.” (Burhan Felek, “Başıma Düşen Kiremit", Milliyet, 02.04.1978).

Nasıl?

Bu hadise ile Kenan Evren’in 12 Eylül sonrasında Ankaragücü’nü birinci lige çıkarılması için yaptığı atraksiyonlar arasında hiçbir fark yoktur.

Bunları yazan gazetecilere bir şey olmuş mu peki?

Olmuş.

Burhan Felek, Ateş-Güneş ile Galatasaray arasındaki olaylı maç ve Ateş-Güneş'in kapatılmasını üç yıl sonra eleştiren bir yazı yazmış, yazısında Türk sporundaki komitacı eylemleri eleştirmiş, bunun üzerinegazetesinden kovulmuş ve Türk spor camiası ile alakasının kesilmesine karar verilmiştir (Burhan Felek "Utanılacak Şey", Milliyet, 22.11.1974).

Sadece komitacı, kanun dışılıkların adamı İsmail Hakkı Tekçe değil; yakın arkadaşı ve Huzur-u Mutat Zevat'ın önder karakteri Kılıç Ali de gazetecilere yönelik komitacı davra­nışlarda bulunmuş. Devrim yasalarına ve Kılıç Ali aleyhinde makaleler yazan İleri gazetesi sahibi ve başmuharriri Celal Nuri Bey, 1925 yılı başlarında, Kılıç Ali tarafından saldırıya uğramış ve kafasından ağır yara almış. Ancak bu saldırı olayı ile ilgili olarak Kılıç Ali’ye hiçbir şey olmamış, ne tutuklanmış ne mahkeme önüne çıkarılmış. Olay, üst ma­kamlar arasında ört bas edilmiş.

Ne demiştik?

Futbol sadece futbol değildir.

Futbol, sadece renk, forma aşkı değildir.

Futbol komitacılığın, darbeciliğin, kara paranın, misyonerliğin, kaçakçılığın, etnik ayrımcılığın bir vasıtasıdır.

Futbol; GS-Neuchatel Xamax maçı sonrasında UEFA’nın GS’yı masa başında elemek için çalıştığı bir haç-hilal savaşıdır.

Evet, o zaman Türkiye’de gazeteler manşetleri böyle atmıştı.

Futbol, dünya kupasında Cezayir finale çıkmasın diye, Almanya ile Avusturya’nın “Dünya”nın  gözü önünde haçlı ittifakına girmesidir.

Futbol için “din” diyenler bile var.

Türkiye, işte bu karanlık dünyaya, İsmail Hakkı Tekçe ve Kılıç Ali eliyle “futbol komitacılıktır, tarifini hediye eden ülkedir.

Son söz: 28 Şubat’taki tavırlar, yönetimdeki yapılanmalar ve kulüplerin siyaset-spor ilişkiler, Gezi Olayları ile ilgili bazı kulüp başkanlarının rolüne dair haberler de göz önünde bulundurulduğunda başlıktaki soruyu tekrar edebilir miyiz? Ne dersiniz, Türk futbolu hâlâ darbeci ve komutacılıklara açık bir yer midir? Değil midir?