Doç. Dr. mimar-düşünür Turgut Cansever, uzun bir süreden beri Türkiye’nin geleceğine, gelecekteki konut meselesine dair düşüncelerini her yer ve fırsatta anlatmaya devam ediyor.
İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür İşleri Daire Başkanlığı’nın faaliyetleri çerçevesinde, Tarık Zafer Tunaya Kültür Merkezi’nde hocayı bir kez daha dinleme imkânı bulduk.
Hoca, engin bilgi, görgü ve deneyimleri ile önce insanın dünyadaki varoluş macerasından başladı. İslâm’ın, bizim, Doğu dünyasının bu meseleyi nasıl ele aldığını; Batı, Ortaçağ, Rönesans ve daha sonraki devirlerde, orada ele alınıştan hangi bakımlardan farklı olduğumuzu dile getirdi.
Böylece dünya hayatına ve bu fani âlemde nasıl bir yer edineceğimize, mekâna nasıl tasarruf edeceğimize dair ârifane açıklamalarda bulundu.
İbn Arabî’den Guenon’a, günümüz dünyasının önde gelen mimarlarının (Amerikalısından Japonuna) görüşlerine varıncaya kadar geniş bir çerçeve çizdi. Osmanlı mimarisi ve bilhassa mesken anlayışı üzerinde konuştu. Bursa, Kütahya, İstanbul evlerinden, sokaklarından bahsetti. Bu ülkede vücut bulan güzellik anlayışını, insan hayatının dünyada güzele doğru nasıl yönelmesi gerektiğini izah etti.
Hocanın açıklamalarından özetle şu çıkıyordu: Bizim bütün dünyaya teklif edeceğimiz bir mimari geleneğimiz var. Bu gelenek fevkalade insanî boyutlara sahiptir ve âdemoğlunun dünyadaki varoluşuna ışık tutmaktadır. Mimaride mekân anlayışımız sonsuz mekâna eklenen bir yapı arzeder. Bu anlayış bilhassa Osmanlı camilerinde bariz olarak gözükmektedir. Namazı bitirip iki yana selâm veren Müslüman, hem sağından, hem solundan baktığında ufku görebilir. Camilerin zemin pencereleri buna fırsat vermektedir. Böylece cami, tabiata eklenen bir durum alır. Onu kesen, parçalayan kilise duvarı gibi değildir.
Bursa evleri birbirinin manzarasını kesmez. Üst kat penceresinden bakan her anne, aşağıda, sokakta oynayan çocuğunu her an kontrol edebilir. Evlerin her yanından, her ufka açılan üst kat pencereleri bulunmaktadır. Her yeni yapılan evin hangi renge boyanacağını mahallenin komşu kadınları aralarında kararlaştırırlar.
Hocanın araştırmalarına göre Türkiye otuz yıl sonra tahminen 90 milyona çıkan nüfus için yeni konutlar yapmak mecburiyetindedir. Bu konutları nasıl, nerede, hangi şehircilik anlayışına göre inşa etmelidir?
Bugün sürmekte olan çarpık şehirleşme yolunda mı, yoksa başka bir plan ve anlayış çerçevesinde mi?
Bu konuda hoca Almanya’nın tecrübesinden örnekler veriyor. İstanbul kadar büyümüş ve ondan fazla nüfusa sahip olmuş Frankfurt’un nasıl bir yapı taşıdığını gösteriyor.
Bu yapı yıldız kümesi şehir anlayışında kurulmuştur. Merkezde en fazla üç milyonluk bir yerleşim, onun çevresinde en az otuz-kırk kilometre aralıklarla (peyk olmayan, bağımsız ve kendine yeterli-aynı zamanda ihtisas ağırlıklı) iki ve bir milyonluk şehirler. Onların çevresinde de daha az nüfuslu merkezler.
Meselâ Heidelberg. Bu şehrin bir bölümü (müstakil olarak) üniversite şehridir. Bir üniversite şehrinin haiz olması gereken sükûneti ve birimleri barındırır. Onun uzağında bir başka Heidelberg daha vardır ki, orası matbaa makinaları ile meşhur bir sanayi şehridir.
Hocanın projesinde yeni kurulacak şehirler için geleneğimizden devşirilen standartlara uygun prefabrik parçalardan oluşan (duvar ve pencere vb.) iki katlı, bahçeli evler var. Bunlar on iki katlı bir apartmanla kıyaslandığında daha ucuza mal ediliyor ve daha kısa bir sürede inşa ediliyor.
Hocanın bu galaksi şehirler projesi, Türkiye için bir umut ışığıdır. Başta devletin yetkili kişileri ve organları olmak üzere sorumluluk yüklenmiş her iki kişi ve kuruluş bu sese kulak vermelidir. Turgut Cansever bugün yetmiş yaşına gelmiş, ömrünü belediyecilikte ve şehircilikte tecrübeler ile doldurmuş, defalarca Ağa Han Mimarlık Ödülü almış, bilhassa İstanbul üzerine eşsiz deneyimleri ve birikimleri olan bir mimardır. İdealist bir tutumla ve ısrarla çok hayati olan bu konuda her yer ve fırsatta düşüncelerini açıklamakta, insanları sorumluluk almaya davet etmektedir.
Bu sese kulak verilmelidir. Bu sese itibar edilmelidir. Türkiye’nin böylesine donanıma sahip insan sayısı fazla değil. Elimizdeki kıymetlerin kıymetini bilelim. Sonunda hay-vah demek bir işe yaramaz.
(Konuşmanın ne zaman yapıldığını hatırlamıyorum. Muhtemelen 99 depreminden sonradır).
Kaynak: Farklı Bakış