Direniş Ekseni İran’ın patronluğunda Filistin odaklı bir çabayken son zamanlarda Orta Doğu’da Amerikan hegemonyasına karşı bir koalisyon görünümü aldı. Bugün koordinasyon seviyesinin artmasıyla daha etkili bir cephe görüntüsü verse de geçmişte yaşananlar bazı potansiyel açmazlara işaret ediyor. Eksenin devlet dışı aktörleri rakip güç odakları arasında bocalamalar yaşadı. Bugünkü ortakları arasında çatışmalara varan uyumsuzluklar da oldu.
11 Ağustos Pazar 2024 Saat: 00:09
Hamas’ın imzasını taşıyan 7 Ekim Aksa Tufanı’nın ardından İsrail’in Gazze’de yürüttüğü soykırım savaşı, İran’ın başını çektiği ‘Direniş Ekseni’nin Filistin’le sergilediği dayanışma daha geniş bir coğrafyada eksenler arası hesaplaşmayı tetikledi. Direniş Ekseni’nin saldırıları İsrail’in övündüğü caydırıcılığı ve Demir Kubbe efsanesinde delikler açtı. Buna mukabil Direniş Ekseni kendi caydırıcılığını ya da angajman kurallarını dayatabiliyor mu? Sınırlama ve yıpratma savaşı stratejik sonuçlar üretebiliyor mu? Bu savaş Direniş Ekseni’ni entegre bir güce dönüştürüyor mu? Bu soruların hepsine birden “Evet” demek büyük bir iddia anlamına gelir. Ortak düşmana karşı birliktelik her zaman tutarlı bir ortaklığı garantilemiyor.
Direniş Ekseni, İran’ın patronluğunda Filistin odaklı bir çabayken son zamanlarda Orta Doğu’da Amerikan hegemonyasına karşı bir koalisyon görünümü aldı.
İran’la bağlarının niteliği açısından daha özel bir yerde duran Lübnan’daki Hizbullah, Direniş Ekseni’nin pivot gücü olarak öne çıkıyor. Eksenin diğer parçalarına ilham veren Hizbullah, Filistin cephesinde Hamas ve İslami Cihad gibi örgütlerle dayanışma hattının başında duruyor.
İsrail’le teknik olarak savaşta olmasına rağmen siyasetin kendi konumunu tanımlarken ‘Direniş Ekseni’ ifadesini kullanmayan Suriye, hem İran’ın müttefiki hem de Lübnan ve Filistin’deki güçleri besleyen ana hat işlevi görüyor. Yemen’de Husilerin örgütü Ensarullah ise 2015’te Amerikan destekli Suudi-Emirlikler ikilisinin başlattığı savaştan bu yana adım adım Direniş Ekseni’ne kaydı.
Haşd el Şaabi bünyesinde olup da İran’a yakın duran örgütler ise Irak İslami Direnişi adı altında Direniş Ekseni’nin Irak ayağını oluşturuyor.
7 Ekim sonrası bütün bu güçler arasında artan koordinasyon dikkat çekti. Hizbullah, Gazze üzerindeki baskıyı azaltmak için İsrail’e kuzeyden cephe açtı. Ensarullah ise İsrail bağlantılı gemileri hedef almaya ve Eylat limanına doğru atışlara başladı. Irak İslami Direnişi hem Amerikan üslerine hem de Hayfa limanına doğru füze-SİHA saldırılarıyla çatışmadaki yerini aldı. Bu örgütlere desteğini sürdüren İran, Suriye’de defalarca İsrail’in saldırılarına maruz kaldı. ‘Stratejik Sabır’ yaklaşımıyla İsrail’in örtülü saldırılarına doğrudan yanıt vermeyen İran, 1 Nisan 2024’te Şam’daki büyükelçiliğin bitişiğindeki konsolosluk binasına füze saldırısından 12 gün sonra ilk kez balistik füze ve SİHA’larla İsrail’i hedef aldı. Direnişin lider kadrolarına yönelik suikastlara ağırlık veren İsrail’in 31 Temmuz 2024’te Hamas Siyasi Büro Şefi İsmail Haniye’yi Tahran’da öldürmesi Direniş Ekseni’ni bir çıkmazın eşiğine getirdi. İsrail’in stratejik yenilgisini hedefleyerek düşmanın taktiksel zaferlerini sineye çeken İran, itibarını, egemenliğini ve caydırıcılığını korumak için misilleme baskısıyla karşılaştı. Bu tırmanış, Direniş Ekseni’ni gerçek bir eksen olup olmadığı sınavıyla karşı karşıya bıraktı.
Direniş Ekseni’nin geleceğini görebilmek için geçmişine bakmak gerekiyor. İsrail-Amerikan karşıtı duruşta değişiklik olmasa da ideolojik uyumsuzluklar, çelişkili ya da çapraz ilişkiler, farklı öncelikler ya da tercihler bütünlüğü bozabiliyor. Direniş bugün koordinasyon seviyesinin artmasıyla daha etkili bir cephe görüntüsü verse de geçmişte yaşananlar bazı potansiyel açmazlara işaret ediyor. İran kendi ulusal çıkarları, küresel denklemdeki değişimler ve jeopolitik kırılmalara bağlı olarak ‘hasımlarla uzlaşma’ ile ‘direnme’ arasında iniş-çıkışlara imza attı. Eksenin devlet dışı aktörleri de rakip güç odakları arasında bocalamalar yaşadı. Eksenin bugünkü ortakları arasında çatışmalara varan uyumsuzluklar da oldu.
LÜBNAN İSLAM CUMHURİYETİ HEDEFİNDEN DİRENİŞE
İran’ın 1980’lerde Kudüs’ün özgürlüğünü merkeze alarak temelini attığı ‘Direniş Ekseni’ birkaç aşamada dönüşümler geçirerek bugünlere geldi. 1979’daki İslam Devrimi’nin ardından ‘Kudüs Günü’nün ilanı ve Devrim Muhafızları’na bağlı Kudüs Gücü’nün kurulması İran’ın Orta Doğu’daki temel önceliğini deklare ediyordu. 1964’te Filistin Kurtuluş Örgütü’nü (FKÖ) organize eden Mısır lideri Cemal Abdunnasır’ın 1973’te Suriye ile birlikte Yom Kipur Savaşı’nda yaşadığı hezimet, Abdunnasır’ın halefi Enver Sedat’ın 1978’de İsrail’le barışması, Arap Birliği’ndeki politikasızlık, İran’da 1979’da Amerikan-İngiliz müttefiki Şah’ın devrilmesi ve Amerikan ekseninde Tahran’ın yerini Kahire’nin alması Filistin davasının dış çerçevesini değiştirdi. İran Şahı, Lübnan’da ABD’nin tarafındaydı. 1958’deki kriz sırasında SAVAK, Mısır’a karşı Bağdat Paktı’na bel bağlayan Cumhurbaşkanı Kamil Şamun ve Marunilere para ve silah yardımında bulunmuştu. Arap rejimlerine göre devrimi ihraç etmeye çalışan İran, Filistin davasını yayılmacı siyaseti için araçsallaştırıyordu. Bir dönem İran, Şii Hilali kurmaya çalışmakla da itham edildi. Şiilik İran’ın resmi mezhebi olsa da Kudüs gündemi ve Direniş Ekseni’nin Sünni parçaları, Tahran’a mezhepçi suçlamasından kaçma şansı veriyordu.
İran-Irak savaşının getirdiği zorluklara rağmen Tahran, 1982’de Lübnan’ı işgal eden İsrail’e karşı savaşmak için Devrim Muhafızları’nı bölgeye göndermişti.* 'Arap İstikrar Gücü’ olarak Lübnan’da bulunan Suriye ise kendi oyun alanını korumak için İranlıların geçişine izin vermedi. Fakat Şiilerin en örgütlü partisi Emel’in güneyde Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) ile çatışması, Beyrut’ta Hıristiyan partilerle diyaloga girmesi, İsrail’in fonladığı Maruni Falanjist Ketaib’in de yer aldığı Amerikan destekli ‘Ulusal Kurtuluş Komitesi’ne katılması kendi içinde bölünmelere yol açmıştı. İran, Emel’den kopan ve kendilerine “İslami Emel” adını veren damar üzerinden Lübnan’a girmeyi başardı. Devrim Muhafızları’nın Beka Vadisi’nde başlattığı eğitim çalışmaları, 1984’de kurulan ve bir yıl sonra resmen ilan edilen Hizbullah’ın askeri alt yapısını oluşturdu. Lübnan’da bir İslam cumhuriyeti kurma fikri, siyah çarşaflara bürünen kadınlar, sakal bırakan erkekler, kapatılan alkol satış noktaları ve sokak direklerinde yükselen Ayetullah Humeyni’nin posterleri İran’ın gelişini anlatıyordu. Ayrıca Hizbullah, Beyrut’ta ayağına yer açarken İran’ın düşmanlarına da saldırılar düzenliyordu. İran’ın kendi bölgesine girmesinden rahatsız olan Suriye 1986 ve 1987’de doğrudan ya da Suriye Sosyal Milliyetçi Parti eliyle Hizbullah’a şiddetle müdahale etmekten kaçınmadı.
O vakitler İran-Irak savaşı sürerken Tahran, Arap dünyasında sadece Suriye’yi yanında buluyordu. O yüzden İran, Lübnan’da Suriye’yi karşısına almamaya çalışıyordu. Tabanını kaybeden Emel ile Hizbullah arasında 1987’de başlayan çatışmalar, Lübnan’daki iç savaşı bitirmek için 1989’da imzalanan Taif Anlaşması’ndan bir süre sonra İran’ın araya girmesiyle sona erdi. İran’daki değişimin etkileri Lübnan’a yansıyordu. İran-Irak savaşının 1987’de bitmesi, Tahran’ın ilişkileri toparlama çabası, 1988’de Humeyni’nin ölümü, Haşimi Rafsancani’nin cumhurbaşkanlığı döneminde artan pragmatist yönelim, Lübnan’da İran’ı farklı taraflarla diyaloga geçmeye, dengeli ilişkiler kurmaya iterken eskisi gibi destek göremeyen Hizbullah yavaş yavaş kendi yağıyla kavrulmayı öğrendi.
Kuruluşunun ardından Hizbullah da kendi içinde ayrışmaya başladı. Şeyh Subhi el Tufeyli ve Abbas el Musavi gibi isimler hareketin ruhani lideri sayılan Ayetullah Muhammed Hüseyin Fadlallah’ın da teşvikiyle pragmatik tutumlar benimserken Hasan Nasrallah, İbrahim el Emin ve İmad Muğniye’nin başını çektiği grup daha radikal bir çizgide ilerliyordu. Tufeyli harekete isyan bayrağını çekerken Fadlallah da kendi yoluna gitti. Musavi’nin 1992’de öldürülmesinin ardından Nasrallah genel sekreter oldu ama partinin Lübnan gerçeğine uyum süreci kesintiye uğramadı. Geleneksel olarak Lübnanlı Şiiler, Humeyni’nin teokratik devlet için formüle ettiği velayet-i fakih inancına karşı çıkan Necef (Irak) havzasındaki Ayetullahlara tabi olurken Nasrallah, 1994’te Hamaney’i mercii olarak kabul etti.
İran 1980’lerde Trablus merkezli Lübnanlı Sünni Müslümanlara da destek verdi ama gerçek ittifak ilişkisini sadece Şiilerin bir kanadıyla kurabildi.
Taif Anlaşması iç savaşın tüm taraflarına silahlara veda ettirirken Hizbullah, İsrail’e karşı yürüttüğü savaş nedeniyle istisna tutuldu. İç savaş sonrası mezhebi-dinsel bölünmeye dayalı paylaşım sisteminde Şiilere düşen Meclis Başkanlığı’nı adeta kendisine zimmetleyen Emel lideri Nebih Berri siyasette ana aktör haline geldi. Hizbullah da yeni dönemin ruhuna uygun olarak bir elinde silah diğer elinde oy pusulasıyla yasal alanda kendine yer açtı. Bu süreç Hizbullah’a İslam devleti kurma hedefini rafa kaldırtıp Şii, Sünni, Dürzi Müslümanlar ve Hıristiyanların birlikte yaşadığı Lübnan gerçekliğine uygun siyasal tutum belirleme fırsatı verdi.
İran’da Rafsancani’den sonra cumhurbaşkanlığına seçilen reformcu Muhammed Hatemi de Lübnan’daki farklı yaşamların birlikteliğine değer atfediyordu. Emel hareketinin kurucusu Musa Sadr’ın yeğeni Zohre Sadıgi ile evli olan Hatemi’nin Lübnan hükümeti ve diğer taraflarla temasları Hizbullah’ın da ilişkilerini gözden geçirmeye itiyordu. 1992’deki seçimden itibaren ortak hareket eden ve bugün ‘Şii İkili’ olarak anılan Emel-Hizbullah, Lübnan siyasetinde anahtar ya da kilit konumda. Hizbullah ordu ve istihbarat dahil Lübnan kurumlarıyla iletişimini artırırken Batı-Körfez destekli siyasal bloka karşı Hıristiyan, Dürzi ve Sünni partilerden kendine ortaklar bulabiliyor. Mevcut siyasal tabloda ‘Şii İkili’ye rağmen hükümet kurulması ya da cumhurbaşkanı seçilmesi mümkün değil. Hasımları bu durumu Hizbullah’ın “Lübnan’ı esir alması”, “paralel devlet kurması” ve “ülkeyi İran’ın çıkarlarına teslim etmesi” olarak yorumluyor.
Hizbullah İran’ın yardımları dışında Şii orta sınıfın bağışları, diasporadaki iş insanlarından gelen fonlar ve dini merciinin temsilcisine ödenen vergiler sayesinde hastaneler, okullar ve yardım kuruluşlarıyla sosyal tabanını güçlendirdi. Ayrıca İran’ın yardımıyla kendi silah üretim tesislerini kurdu. Hizbullah 2000’de İsrail’i çekilmeye mecbur eden güç olarak Lübnan siyasetinde bileği bükülemez bir harekete dönüştü. 2006’daki 33 gün savaşında İsrail’e bir kez daha yenilgiyi yaşattı. Bu sonuç Hizbullah’ı siyasi arenada cumhurbaşkanı ve hükümeti belirleyecek konuma getirdi.
IRAK’I İRAN’A ALTIN TEPSİDE SUNAN İŞGAL
Direniş Ekseni’nin Irak ayağı ABD’nin 2003’te Irak’ı işgal etmesinin ardından oluşmaya başladı. İran’da sürgün yaşamış hatta Irak-İran savaşında Devrim Muhafızları’nın saflarında yer almış Bedir Tugayı gibi örgütler artık Irak’ta iktidarın ortağıydı. Bir hesap hatasıyla ABD, Irak’ı altın tepside İran’a sunmuştu. Halbuki Ürdün Kralı Abdullah’ın tanımıyla “Şii Hilali kurmaya çalışan” İran’ın önüne “edilgen ve uyumlu” Şii bariyer kurmak istiyorlardı. Irak-Şam İslam Devleti’nin (IŞİD) Musul’u ele geçirmesinin ardından Irak’taki en büyük Şii mercii Büyük Ayetullah Ali Sistani’nin fetvasıyla Haşd’uş Şaabi güçleri oluşturulurken sahadaki ana stratejist ve oyun kurucu Kudüs Gücü Komutanı Kasım Süleymani idi. Haşd’uş Şaabi içinde yer alan Bedir Tugayı lideri Hadi el Amiri, Ketaib Hizbullah lideri Ebu Mehdi el Mühendis, Asaib Ehli’l Hak Hareketi lideri Kays el Hazali ve Nuceba Hareketi lideri Ekrem el Kabi gibi isimler Süleymani’nin dava arkadaşları olarak ‘Direniş Ekseni’ne eklemlenmeye istekliydi. Hamaney’in velayet-i fakih konumunu reddeden Necef havzasının en büyük mercii Sistani’ye kulak verenler Haşd el Şaabi’nin ulusal güvenlik şemsiyesine entegre edilmesini kabul ederken İran’a yakın olanlar Haşd el Şaabi’nin olduğu gibi korunmasından yanaydı. Haşd el Şaabi’nin İran Devrim Muhafızları gibi olmasını istiyorlardı. ABD, 2020’de Bağdat’ta Süleymani ve Ebu Mehdi el Mühendis’i öldürünce Amerikan güçlerini kovmak Irak direnişinin temel stratejisi haline geldi. Bu minvalde ABD’nin Irak ve Suriye’nin kuzeydoğusundaki üslerine saldırılar eksik olmadı. Irak’ta başbakanlığın Şiilerde olmasını çok önemseyen İran, statükoyu sürdürebilmek için Direniş Ekseni ile birlikte hareket edenler ile Tahran’a mesafeli duran Şii partilerin ‘Koordinasyon Çerçevesi’ adı altında buluşmalarını sağlamıştı.
SURİYE EKSEN İÇİN YENİ LABORATUVAR
Suriye’de ise yönetime karşı silahlı isyan, Direniş Ekseni’ndeki örgütlerin kendi faaliyet sahalarından çıkmalarına neden oldu. Elindeki silahları İsrail’e karşı kullandığı için Taif Anlaşması’ndaki silahsızlanmadan muaf tutulan Hizbullah 2013’te Lübnan’ı da tehdit eden Lübnan-Suriye sınırındaki Kalamun ve Kuseyr cephelerinden Suriye’deki çatışmalara dahil oldu. Bu durum, hareketi, İran’ın gündeminin peşine takıldığı ve İsrail’e karşı tuttuğu silahları Suriyeli muhaliflere karşı kullandığı suçlamasıyla karşı karşıya bıraktı. Fakat Nusra Cephesi ve cihatçı müttefiklerinin Arsel, Hermel ve Baalbek hatlarından Lübnan’a sarkmasını önlemesi bu eleştirileri kısmen bertaraf etti. ABD ve Suudi Arabistan’ın 2005’ten itibaren Hizbullah’a karşı gizlice beslediği Lübnanlı selefilerin Suriye’deki cihatçılarla buluşması, Lübnan’ı mahvedebilirdi. Suriye cephesi Hizbullah’ın savaş deneyimini ileri noktalara taşıdı. İran Devrim Muhafızları ve Hizbullah’ın yardımıyla Halep, Humus ve Şam kırsalındaki Şiiler de milis yapılanmasına dahil oldu. İran sadece Iraklıları değil, Afgan Şiileri “Fatimiyyun Tümeni”, Pakistanlı Şiileri “Zeynebiyyun Tugayı” adıyla örgütleyerek Suriye’ye taşıdı. Bu yapılanma potansiyel olarak Kudüs Gücü’nün Afganistan ve Pakistan’da vekil güçler edindiği anlamına da geliyordu. Daha önemlisi İran, Irak ve Suriye arasındaki akışı güvenli kılmak için iki ülke sınırındaki El Kaim-Elbukemal kapısıyla bağlantılı Fırat güzergâhına yerleşti. Irak-Suriye-Lübnan aksındaki bu geçişkenlik daha sonra Kasım Süleymani’nin ‘Alanların Birliği’ adını vereceği stratejinin de şekillenmesine hizmet etti.
DİRENİŞ’İN YALIN AYAKLILARI
Bu süreçte Direniş Ekseni’nin en dikkat çeken halkasını Yemenliler oluşturuyor. Husilerin örgütü Ensarullah 2004-2010 arası Yemen iç savaşında İran bağlantısıyla gündeme gelmişti. Savaş tecrübelerine rağmen 2011 sonrası ‘Arap Baharı’nın getirdiği türbülans sırasında biraz gölgede kaldılar. Fakat Riyad’ın patronluğundaki geçiş sürecinde dışlanınca 2015’te başkent Sana’yı ele geçirip ulusal birlik hükümeti teklif ettiler. Hatta kendi paylarına düşen bakanlık koltuklarından feragat etmeye hazırdılar. Suudiler, Yemen’den kaçan Cumhurbaşkanı Mansur Hadi’yi döndürecek müdahale için Sünni koalisyon kurmaya çalıştı ama olmadı. Başlattıkları savaşı bölgesel rakibi Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ile birlikte yürütmek durumunda kaldılar. Bu savaş Ensarullah’ı Tahran’ın biçimlendirdiği stratejik konsepte yanaştırdı. Ensarullah 7 Ekim sonrası Gazze ile dayanışma saldırılarına başladığında Direniş Ekseni’ndeki halkaya tam anlamıyla girmiş oldu. Amerikan-İngiliz koalisyonunun Yemen’i vurarak durdurmaya çalıştığı Husiler kolay bir lokma olmadıklarını ispatladı.
Husiler Şiiliğin Zeydi koluna ait oldukları için otomatik olarak İran’la ilişkisi mezhepsel bir düzlemde ele alınıyor. Caferiliğin hakim olduğu İran’la aralarındaki bağı tanımlayan şey ‘mezhepsel özdeşlik’ değil ideolojik paralellik. Zeydilik Şii mezhepleri arasında Sünniliğe en yakın grup. Husi hareketi, adını 2004’te öldürülen liderleri Bedreddin el Husi’den alıyor. Zeydiler ülke nüfusunun yaklaşık yüzde 40’ını oluşturuyor. Ülke 1962’ye kadar bin yıl boyunca Zeydi imamların kontrolündeydi. İmametin yıkılmasının ardından Zeydilerin yaşadığı dini, siyasi, ekonomik ve kültürel dışlanmışlığa karşı Husi hareketi gelişti. Hareket ilk olarak 1992’de kuzeydeki Saada kentinde “İnanan Gençlik” adıyla ortaya çıktı. El Husi’nin 2004’te öldürülmesi üzerine hükümet güçleriyle başlayan çatışmalar 2010’daki ateşkese kadar sürdü. Hareketin liderliğini El Husi’nin kardeşi Abdülmelik el Husi yürütüyor. 1937’de Cizan, Asir ve Necran vilayetlerini Yemen'den kopardığından beri bu ülkeyi asla kendi haline bırakmayan Suudilerin bol bahşişli Vahhabilik ihracatının hedefinde Zeydiler de vardı. Kendisi de Zeydi kökenli olup Kuzey ve Güney Yemen’i birleştiren lider olarak ülkeyi 33 yıl yöneten Ali Abdullah Salih, Suudilerin cömert desteğiyle Husilere karşı savaş başlattığında İran bağlantısını da gündeme getirmişti. WikiLeaks’in sızdırdığı 11 Kasım 2009 tarihli ABD Dışişleri’ne ait gizli yazışmaya göre Salih, İran’ın Husileri silahlandırdığı iddiasıyla destek arıyordu. Ama Büyükelçi Stephen Seche, Husilerin “İran’ın mızrağı” olduğu ve Tahran tarafından silahlandırıldığı gibi iddialara 5 yıldır kanıt sunulamadığını not ediyordu. Seche ayrıca Husilerin askeri olarak bitirilebileceği düşüncesini “Hem tehlikeli hem de yanıltıcı” olarak niteliyordu. İran’ın desteğinin sembolik olduğunu söyleyenler de vardı. Genel kanaate göre Husilerin İran’la ilişkileri 2015’te Suudilerin başlattığı savaş boyunca gelişti. Riyad için Yemen’i bataklığa çeviren ve ateşi Suudi kentlerine taşımayı başaran Husilerin başarısındaki İran’ın payı hâlâ spekülasyonlara açık bir konu. Ottawa Üniversitesi’nden Prof. Dr. Thomas Juneau’ya göre Husilerin cephaneliğinin büyük bölümü Yemen ordusunun stokları, karaborsa ve yerel üretimden geliyor. Husilerin kullandığı füze ve SİHA’ların İran’dan temin edilen hassas parçaların yerelde üretilen parçalarla birleştirilerek elde edildiği düşünülüyor. Bu hibrid üretimde Hizbullah ve Devrim Muhafızları uzmanlarının teknik destek verdiği öne sürülüyor. Kızıldeniz'deki tankerlere karşı kullanılan Çin yapımı gemisavar füzelerin Yemen ordusunun stoklarından alındığı ve modifiye edildiği düşünülüyor.
İran’ın Direniş Ekseni’ni “Şii Hilali” oluşturma senaryosu içinde ele alanlar da var. Özellikle Körfez medyası İran’ın nüfuz ettiği bölgeleri Şiileştirdiği iddiasını gündeme getiriyor. Bilhassa Elbukemal ve Mayadin arasındaki bölgelerde bu tür bir olguya dikkat çekiliyor. Şam’da Seyyide Zeynep Türbesi’nin olduğu semtteki Şii varlığını ayrı bir çerçevede değerlendirmek gerekiyor. Şii milislerin bulundukları yerlerin görünümü değişse de bu iddialar mezhepçi propaganda savaşının yansımaları olarak da görülebilir. Aynı iddialar Yemen için de dillendiriliyor. Fakat Yemen’e bakıldığında Zeydi geleneğinin terk edildiği ve Caferiliğe doğru bir dönüşüm yaşandığına dair ciddi bir gözlem yok.
YARIN: Alanların birliği sonuç getirecek mi?
Yahya Sinvar'ın liderliği ne anlama geliyor?
Netanyahu eninde sonunda ateşkese evet demek zorunda kalabilir. 1948’de Mecdel Yaba’dan sürülen bir ailenin çocuğu olarak Han Yunus’ta mülteci kampında dünyaya gelmiş, benliği işgalin bütün şiddetiyle şekillenmiş, 23 yıl hapis yatmış ve kaybedecek hiçbir şeyi kalmamış tüneldeki bir adamla konuşacak.
08 Ağustos Perşembe 2024 Saat: 00:00
Gazze’de yaşananlar, epey zamandır tüm uzlaşmacı yaklaşımların İsrail’in Filistin’i yok etme planlarına hizmet ettiğini düşünenleri birkaç adım daha öne çıkardı. İsrail ateşkes müzakerelerinde masadaki muhatabı Hamas Siyasi Büro Şefi İsmail Haniye’yi öldürünce örgüt de onun yerine pazarlıkların sahadaki muhatabı Yahya Sinvar’ı seçti.
7 Ekim Aksa Tufanı’nın mimarı ve hareketin en sert adamının 50 kişilik Şura Meclisi’nde oy birliği ile Siyasi Büro Başkanlığı’na getirilmesi ne anlama geliyor? Hem suikasta yanıt hem de meydan okuma. Aynı zamanda Gazze’de direnişin çözülmediği, emir-komuta düzenini kaybetmediği ve direnmeye devam edebileceği konusundaki inancı teyit ediyor. Dolaylı olarak da Katar ve Türkiye gibi aktörler üzerinden Hamas’ı İsrail’i tanıyıp iki devletli çözüm çizgisine çekme, El Fetih gibi dönüştürme ve Yahudi devletinin çıkarlarına uyumlu hale getirme girişimlerini boşluğa salıyor.
***
Halef olarak Halid Meşal, Musa Ebu Merzuk, Halil el Hayya ve Ebu Ömer Hasan gibi isimler öne çıkmıştı.
Çatışmalar devam ederken ‘alanların birliği’ esprisine uygun olarak İran Devrim Muhafızları, Hizbullah, Ensarullah ve Irak İslami Direnişi eşgüdümü artırıp Gazze’deki direnişin çökmemesi için kartlarını oynarken Hamas’ın bu eksene mesafeli bir isimle yürümesi pek olası değildi. Daha spesifik olarak Türkiye ve Katar’ın ayartmasıyla 2012’de siyasi büroyu Şam’dan taşıyarak Direniş Ekseni ile ilişkileri bozan eski Büro Şefi Halid Meşal, Gazze’deki siyasi ve askeri kanadın tercih edeceği isim olmazdı. Meşal’den sonra İran, Suriye ve Hizbullah’la ilişkileri yeniden toparlamada Haniye’nin girişimleri önemliydi. İran siyasi büroyla ilişkileri askıya alsa da Sinvar’a “Tüm gücümüz ve imkanlarımız, Kudüs’ü savunma savaşında emrinizdedir” mesajını gönderdi.
Mesajı ileten Kudüs Gücü Komutanı Kasım Süleymani’ydi. Fakat Şam’la buzları eritmek uzun sürdü. Suriye Devlet Başkanı Beşşar el Esad, Meşal’ın tavrını Müslüman Kardeşler’in 1970’lerden beri sergilediği ihanetin devamı olarak görüyordu. Nihayet Hizbullah lideri Hasan Nasrallah’ın telkinleri etkili oldu, Esad gardını düşürdü ve Ekim 2022’de Halil el Hayya başkanlığında bir Hamas heyeti Şam’ı ziyaret etti. Hamas hakkındaki güvensizlik tamamen giderilebilmiş sayılmaz. Muhtemelen Esad’ın Aksa Tufanı sonrası ‘Direniş Ekseni’ ile ortak hareket konusunda temkinli davranmasının nedenlerinden biri bu. Diğer iki önemli neden; Suriye’nin cephe açacak mecali kalmadı ve Arap Birliği başta olmak üzere farklı taraflarla yakaladığı normalleşme sürecinin sekteye uğramasını istemiyor. Muhtemel ki İran’a angaje bir tutumun öteki hassasiyetlere zarar vereceği düşünülüyor.
Bu kritik dönemde Direniş Ekseni’ne yakın bir ismin siyasi büronun başına geçmesi yönünde bir beklenti oluşmuştu. Bu adayların başında da Hayya geliyordu. Siyasi temaslar için dışarda olan birinin seçilmesi de mantıklı olandı. Sinvar, Gazze’nin yeraltı tünellerinden direnişi idare ederken dışardaki temaslar ve müzakereler için iki nolu ismin önemi artacak.
***
İsrail’in “Nazi”, “Hitler”, “terörist”, “7 Ekim soykırımın mimarı” gibi ifadelerle kriminalize edip bir numaralı hedef haline getirdiği Sinvar’ın liderliğe yükselmesi belki ilk bakışta ateşkese yanaşmayan Başbakan Benyamin Netanyahu’nun işine gelebilir. Sinvar, 7 Ekim’in yansımalarında görüldüğü üzere İsrail’in askeri ve siyasi kadrolarındaki dinci-ırkçı-faşist transformasyonu da büyütecek. Fakat İsrail ortadan kaldıramadığı sürece geri adım atmaya yanaşmayan bir liderle konuşmak zorunda kalacak.
Evet denilebilir ki ateşkes ile ilgili nihai kararı verecek olan zaten Sinvar değil miydi? Öyle. ABD Dışişleri Bakanı Antony Blinken da “Kendisi ateşkes konusunda birincil karar verici olmuştur ve olmaya da devam etmektedir” diyerek her şeyin Sinvar’a bağlı olduğunu söylüyor.
Ama süreci yumuşatan aktörler ortadan kaldırıldı ya da geri plana itildi. İsrail Gazze’de 10 aydır altını üstüne getirip 40 bin kişiyi katlettiği halde bulamadığı Sinvar’ı (fiziken olmasa da) masada bulacak. Halbuki Gazze’deki soykırım operasyonuna başladıklarında Sinvar için “Yürüyen ölü” diyorlardı. Ya sonuna kadar gidecekler ya da en keskin düşmanlarıyla masaya oturacaklar.
Amerikan tarafı da savaşı uzatmanın ve pervasız suikastlar düzenlemenin düşmanı daha tehlikeli hale getirdiği argümanıyla Netanyahu’ya ateşkes baskısı yapabilir. İran ve Hizbullah’ı misilleme yapmaktan vazgeçirmek için yürütülen girişimler de buraya bağlanabilir. Şöyle ki Ürdün Dışişleri Bakanı Eymen el Safadi’nin Tahran’daki temaslarından sonra sızan bilgilere bakılırsa Gazze’de ateşkesin ilan edilmesi misillemeyi durduracak bir yol olarak ele alınıyor. Hatta misillemenin gecikmesi buna bağlanıyor. Eğer ABD’nin baskısıyla ateşkes sağlanırsa sonuçta anlaşma İsrail’in öldürmek için izini sürdüğü Sinvar’la olacak. Bu durum hakkındaki bütün tartışmalara ve Gazze’de ödenen ağır bedellere rağmen Sinvar’ı pek çok Filistinlinin gözünde büyük bir kahramana dönüştürebilir. Sinvar’ın düşünce yapısının kolayca değişmeyeceği varsayılırsa bir sonraki Aksa Tufanı’nın nasıl olacağına dair bahisler açılabilir. Sinvar sonuç almak üzere sonuna kadar gitmek için ölümün kıyısında dolaşan biri. Gazze’den muzaffer çıkan bir Sinvar, Batı Şeria ve Doğu Kudüs’teki Filistinlileri de tetikleyebilir. Dışarda yaşayanlar gibi çok denge hesabı güden biri değil. Ona göre şimdiye kadar izlenen askeri, siyasi ve sivil direniş yöntemlerinin hiçbiri Gazze etrafındaki ablukanın kaldırılmasına, hapishanelerdeki Filistinlerin bırakılmasına, Batı Şeria ve Kudüs’teki işgal ve aşağılamanın sonlandırılmasına yetmedi. Gazze’yi açık hapishaneye çeviren tel örgülere doğru sivil yürüyüş de Filistinlilerin sessiz kurbanlar olmasını bekleyen uluslararası kayıtsızlığı değiştirmedi. O yüzden oyunun kurallarını değiştirmek lazım!
İşte bu değerlendirme Aksa Tufanı’nı getirdi.
Tufan’dan önceki tabloda şu vardı: İsrail’i tehdit eden ülkeler halledilmiş, bazı Arap rejimleri Abraham Anlaşmaları’yla üzerinde söz sahibi olmadıkları Filistin’i satıp paraya çevirmiş, Asya’dan kalkıp Körfez ülkelerinden geçip İsrail üzerinden Avrupa’ya bağlanacak koridor projesi pek çok tarafı sarhoş etmiş, bu sayede Gazze’deki kuşatma, Batı Şeria ve Doğu Kudüs’teki işgal unutulmuş, hasılı Filistin davasının tabutuna son çiviler çakılmıştı. Hamas kaynaklarının beyanatlarına bakılırsa Aksa Tuhafı özelde esir takası ve Gazze’de ablukanın bitirilmesi için planlandı. Fakat hamle aynı zamanda Filistin davasını boğan Arap-İsrail normalleşmesini de hedef aldı. Şimdi Sinvar’a zerre miktarı sempati duymayan da Filistin davasına dönüldüğünü ve uluslararası alanda İsrail’in soykırımla anıldığını belirterek teselli buluyor. Halbuki daha önce İsrail casusu Filistinlileri açığa çıkartıp infaz eden, arada masumları da götüren Mecd biriminin acımasız başkanı olarak anılıyordu. 426 yıl hapis cezasına sebep de casusluk ağındaki 4 Filistinli ve 2 İsrailliyi öldürttüğü suçlamasıydı. Bugün Gazze’ye ödettirilen bedel, Sinvar üzerinde bir tereddüde yol açmışa benzemiyor. Onu tanımlayanların ortak ifadesi ‘savaşçı’. 4 müebbet hapse karşılık gelen cezasını çekerken beyin tümöründen operasyon geçirmiş, iyi derecede İbranice öğrenmiş, İsrail’in fikri, siyasi ve güvenlik dünyasına nüfuz etmiş, İbraniceden makaleler ve kitaplar çevirmiş, Arapça kitaplar yazmış, açlık grevlerinde tutsaklara liderlik etmiş ve esir takası için yaptığı planları dışarıdaki arkadaşlarına göndermiş ve nihayetinde amacına ulaşmış biri. 2006’da kardeşi Muhammed’in de aralarında bulunduğu bir ekibin kaçırdığı İsrailli er Gilad Şalit onun kurtuluş bileti olacaktı. 5 yıl boyunca Şalit için yürütülen pazarlıklar Sinvar’ın konumunu Hamas içinde büyütmüştü. Sinvar geride kalanların bırakılması için büyük çapta bir rehine eylemini 2011’de hapisten çıkar çıkmaz kafasına koymuştu. Kısa sürede Gazze’de liderliği yükselirken İsrailliler onunla “Filistin’i kurtaracak Mesih” diye dalga geçiyordu.
***
Beri tarafta Sinvar, Netanyahu’nun kendi siyasi bekası için savaşı uzatma kararlılığına yeni bir bahane katabilir. Ama bu istikamette bütün bölgeyi savaşa sürüklerken aslında kendi sonunu da hazırlıyor. Gazze’deki yıkım ve ölüm ya da İran ve Hizbullah karşısında taktiksel zaferler İsrail’in stratejik yenilgisini telafi edemiyor. Netanyahu eninde sonunda ateşkese evet demek zorunda kalabilir. 1948’de Mecdel Yaba’dan sürülen bir ailenin çocuğu olarak Han Yunus’ta mülteci kampında dünyaya gelmiş, benliği işgalin bütün şiddetiyle şekillenmiş, 23 yıl hapis yatmış ve kaybedecek hiçbir şeyi kalmamış tüneldeki bir adamla konuşacak. Soykırım savaşının Filistin açısından sonuçları korkunç boyutlarda ama İsrail için en önemli çıktı bu. Birleşik Arap Emirlikleri ile birlikte pişirdikleri ‘direnişsiz Gazze’ planı da yerle bir edilen binaların molozlarına karışabilir.
Ayrıca Hamas’ta saha-masa ikiliğinin ortadan kalkması dışardan örgütü baskı altında tutma ve yönlendirme kanallarını da daraltabilir. Bu minvalde Sinvar, İsrail ve ABD ile iyi geçinme gereği duyan belli aktörlerin Hamas liderleriyle kucaklaşmasını zorlaştırabilir. Bunlar dönüp yeniden maliyet hesabı yapma gereği duyabilir. “Kardeşim Haniye” diyenler “Kardeşim Yahya” demekte zorlanabilir.