Süleyman Seyfi Öğün yazdı;
Târihten genellemeler türetmenin kolay olmadığını, târihin her defâsında aykırı durumlarla bu genellemeleri boşa çıkaracak bir şeyleri karşımıza çıkaracağını biliyorum. İnsanı burada iki ihtimâl bekliyor. Ya bu aykırı durumların üzerine gidip târihten genellemeler türetme işini bozguna uğratmak yâhut bozgun riskini göze alıp genellemeler türetme işinde ısrarcı olmak. İlk yolu tâkip edenler kadar ikinci yolun yolcuları da var. Doğrusu ben de kendimi bu yolculardan sayarım. Her genelleme elbette kırılgandır. Genellemeye ârıza çıkaran bir dizi ayrıntı bile genellemeyi zora sokmaya yeter. İstisnâlar kâideyi bozmaz denir ama bence aksidir; bal gibi bozar. Ama yine de genellemelerden vazgeçmemek gerekir. Aksi takdirde ayrıntıların içinde kaybolmak ve târih hakkında pek çok şey biriktirip, hakkında hiçbir fikir sâhibi olamamak gibi tuhaf bir duruma düşebiliriz. Unutmayalım ki istisnalar genellemeleri bozsa da, ortadan kaldırmaz.
İnsanlık olarak, binlerce sene boyunca kendi çevrimleri içinde devâm eden, maddî cephesi itibârıyla ortak paydası “toprağa bağımlılık” olan bir târihi tükettik. Bu târihin farklı coğrafyalarda farklı “kültürel” çıktıları yaşandı. Bu târihi, bahsedilen “kültürel” farklılıklar üzerinden “çok parçalı” olarak değerlendirmek mümkündür. Ama bu “farklılıkları” temel ihtiyaçlardan başlayarak, ana belirleyicisi “maddî olan, benim “mukadderat birliği” olarak târif ettiğim bir ortak paydaya bakarak değerlendirmek gerekir. Buna göre binlerce senelik toprağa dayalı ve bağımlı olan bir târihi ortak-evrensel değil- bir târih olarak görmek hatâlı olmayacak; tam aksine farklılıkları abartmamayı öğretecektir bize. Evet bir insanlık târihi mevcuttur. Buna göre, meselâ 9.Asr-ı milâdîde Çin’de yaşayan insanlarla, Mısır’da veyâ Amerika’da yaşayan; ilk bakışta birbirlerine nispetle “kültürel farklılıklar” gösteren insanlar arasında, aralarında iletişim ve ulaşım bağları hangi seviyede olursa olsun bir “mukadderat birliği“ mevcuttu. Dahası varolan kültürel farklılıkların bile nihâî tahlilde, biraz daha derinde yine çok düşündürücü ve kavratıcı ortaklıklara sâhip olduğu da iddia edilebilir.
Toprak, su ve rüzgârın ilişkisinden doğan bu târihin çevrimlerinde “insan”, bedenî varlığı ve emeği ile bütün süreçlerin içinde olduğunu biliyoruz. Köle emeği bunun en ağır örüntüsüdür. Elbette sürece, emeği dolayımlayan ve yükünü hafifleten âletler de iştirak etmektedir. Teknik bir târihtir bu. İnsan âletleri kullanmakta ve ona hükmetmektedir. Yâni insan ile âlet arasında bir “yabancılaşma” mevcut değildir. Yabancılaşmanın yaşandığı nokta, eşitsizlik ve onu kurumsallaştıran iktidâr ilişkileri üzerinden “insanın insana” yabancılaşmasıdır. Yine köle emeğini düşünecek olursak, insanın insan olmaktan çıkması ve âlet seviyesine indirilmesi bunun en tipik ve en keskin düzeyini ifâde eder.
Kabaca son beş asır, toprağa bağımlı bir hayât tarzının sona ermesini, teknik târihin yavaş yavaş teknolojik bir târihe evrilmesini anlatır. Bu süreci enerji kaynaklarının dönüşümü ve gelişmiş makinaların icâdı resmeder. Çok yeni bir târihtir bu. Emeğin târihini hem yoğunlaştıran hem de çok boyutlu olarak yabancılaştıran bir târihten bahşediyoruz. Emek dünyâsı ile âletler dünyâsı arasındaki çelişki derinleşip keskinleşmektedir. İnsan-insan ilişkisindeki yabancılaşmaya, insan-âlet arasındaki yabancılaşma eklemlenmektedir. Teknolojik târih, teknik târihten farklı olarak bunu ifâde etmektedir. İşin aldatıcı tarafı, âletlerin emeğin varlığını sona erdirmeye mâtuf gelişiminin onu rahatlatacak neticelerinin abartılı bir şekilde işlenmesinde ortaya çıkıyordu. Konfor ve refah bunun güzellemeleridir. Evet emek çok çileli ve bıktırıcı bir süreçtir. Emekçi bile bu çileden mutlu değildir. Ona söylenen, insanı emekten kurtaracak bir aşamanın onun aynı zamanda kurtarıcısı olduğudur. İşini kaybeden emekçilerin makinaları hınçla kırıp dökmesine aldanmamak gerekir. Bu geçici bir tepkidir. Kalıcı olan fikir, makinaların insanı bedensel olarak tüketen ağır bir târihi sona erdirme potansiyelidir. Bu fikrin gerçekleşmesine kadar sabredilmeli, çilenin en yüksek yoğunluklu aşamasına katlanılmalıdır.
Artık bu fikrin hayât bulmasının çok uzağında değiliz. Hi-tech ve chip devrimi, dijital dünyanın ileri buluşları yavaş yavaş bizi “emeksiz” bir dünyâya yakınlaştırıyor. Bunun önünde durabilecek bir irâde ise yok. Üretim ve tüketimin yorduğu bir insanlıktan bu îrâdî müdahaleyi beklemek belki de biraz tuhaf kaçıyor. Giderek âletler ile insanlığın yerinin değiştiği bir aşamaya sürekleniyoruz. Aletlere hükmedebildiğimiz bir târihten ona yabancılaştığımız bir târihe; nihâyet âletlerin bize hükmettiği, yâni bizim âletleşeceğimiz bir evreye her zaman olduğundan daha fazla yakınız. Sibernetik ve yapay zekâ bunu anlatıyor. İncir çekirdeğini bile doldurmadığını düşündüğüm teolojik, siyâsal ve kültürel tartışmalarının içinde tık nefes olan insanlık son perdeyi oynuyor gibi geliyor.. Âletlerimizin büyüdüğü yerde ne kadar da küçülüyoruz…