ârih ile felsefe disiplinleri arasında sorunlu ilişkiler olduğunu biliyoruz. Logos’tan (aklîlik) hareket eden felsefe, uzun zamanlar boyunca târihi dışladı. Modern dünyâda ise târih felsefenin alâka duyduğu bir alan hâline geldi. Feylozof Hegel, târihi felsefeleştiren, ona bir akıl kazandıran şahsiyet olarak temâyüz etti.
Târihe bir akıl (logos) kazandırmak, onu irâdenin kontrolüne sokmak, ona bir amaç (telos) yüklemek manâsına geliyordu. Bunu, Aydınlanma fikriyâtından devşirdikleri “ilerleme” eksenine oturttular. Geçmiş, bugün ve gelecek arasında yapılan ayırımlar da buradan neşet etti. Bu aynı zamanda, daha “kötü” bir dünyâdan, daha “iyi” bir dünyâya geçişin inancını ortaya çıkardı.
Daha iyi bir dünyânın ne olacağına dâir kıstaslar, ahlâkî kaynaklardan türetiliyordu. Özgürlük, eşitlik, demokrasi, hukukluluk vb değerler bunun kodlarını oluşturuyordu. Ama bu kâfi gelmiyordu. İlerlemeye maddî bir çerçeve kazandırılmalıydı. Bu maddî kriterler, bilim ve teknoloji olarak tanzim edildi.
Aydınlanmanın değerlerine bağlı olan ve Hegel’in çırağı olan Marx, bununla da iktifâ etmedi. Üretim tarzına dikkât çekti. Târihi hareket ettiren ve daha iyi bir dünyâya evrilten esas unsurun, üretici güçler olduğunu ilân etti. Kapitalizm, bir üretim tarzı olarak feodaliteden daha üstündü. Rüzgârın yerini buhar enerjisi; atadan-dededen kalan ilkel âletlerin yerini ise makinalar almıştı. Ama her şey bununla mahdut değildi. Üretim ilişkileri içinde, sermâyeye karşı işçi sınıfı yükselmişti. Sermâyenin güçleri, ilk başlardaki “ilerlemeci” niteliklerini, işçi sınıflarını bastırmak için kullanacak ve zamân içinde târihin “gerici” güçlerine dönüşecekti. İşçi sınıfları ise, sermâyeyi yenecek, târihin yeni ilerlemeci gücüne dönüşecek, sermâyenin başlattığı, ama bir zaman sonra bastırdığı teknolojik dönüşümlerin önündeki engelleri kaldıracaktı.
19. asırdan 20. asra, oradan da 21. asra yaşananları düşündüğümüzde, bu kavrayışların çok çocuksu kaldığını görüyoruz. Sermâye hâlâ teknolojik gelişim dinamiklerinin tekelini oluşturuyor. Sosyalist tecrübe, kapitalizmin kötü bir çeşitlemesi mânâsına gelen devlet kapitalizmi çıtasını aşamadı. Unutmayalım, Sovyetler’e pes ettiren aşama, ABD’nin Yıldız Savaşları projesi ile yarışacak takâtinin kalmamasıydı.
Aslında Marx’ın göremediği, belki de görüp, nereye evrileceğini kestiremediği “sermâyenin genişleme” (expansion of capital) dinamikleriydi. Marx o kadar Aydınlanmacı ve Batı merkezli sâbitelerle düşünüyordu ki, bu genişlemenin belli bir vâdede Batı’nın sorunu olacağını öngöremiyordu. Lenin ve diğer postmarksist yorumculara gelecek olursak; evet, kapitalizmin sâdece Batı ile mahdut bir üretim tarzı olmadığını, bir dünyâ işbölümü doğurduğunu gördüler. Ama bu ilişkiler küresinin derin köklerine inmek yerine basitçi bir strateji üretmekle iktifâ ettiler. Artık devrimin rüzgârı, Batı dışı proleter uluslardan; başka bir ifâdeyle Doğu’dan Batı’ya esecekti. Hâlbuki postkolonyalist süreçler, sömürgeci güçlerin özgül çıkarlarını devâm ettirecek yeni ilişkiler üzerinden yaşanıyordu. Sermâye, Batı’da kendi işçi sınıflarını, orta sınıf hayât standartlarına çekerek massediyor, eski sömürgelerini ise, rûhen olmasa bile zihnen kendisine bağımlı kılacak kodlarla kodlayarak, gûya çekiliyordu. Bağımsızlık yanılsamasıydı bu. Bayrak ve ulusal marş sâhibi olan tâze ulusların payına düşen, çağdaşlaşmak, Batı standartlarına ulaşmak vb kodlar üzerinden yeni bağımlılık ilişkilerine sürükleniyordu.
Oyunu bozan, sermâyenin genişlemesi kâidesi mûcibince Çin’in yükselişi oldu. Başlangıçta Batı, kirli, emek yoğunluklu, demode sanayi kollarını aktardı Çin’e. Ama Çin, bununla yetinmedi ve teknolojik bir ivme elde etti. Eş anlı olarak hem artık Batı’yı terk eden endüstriyel hem de onun yerini alan postendüstriyel süreçlerin merkezi hâline geldi. Bu, belki de ilk defâ Batı-kapitalizm özdeşliğinin bozulması manâsına geliyordu. Sıkıntı da burada yatıyor. Batı tarafından hazmedilmesi son derecede zor bir süreç bu. Angloamerikan saldırganlık bu özdeşliğin yeniden kurulmasını arzu eden bir dinamikten hareket ediyor. Batı’sızlık olarak literatüre geçen ve bizzat Batılı kaynaklar tarafından ikrar edilen bir kavramın ideolojik bir tepkiye dönüşmesi… Hâlâ finansal ve askerî açıdan güçlü olduklarını düşünüyorlar. Aslında değiller. Şahsen bu kavramlara pek iltifat etmem, ama kullanayım: Târihin ilerlemeci saflarında değiller. Üretici güçlerin, hiç değilse teknolojik boyutu ellerinden kaydı. Batı artık târihin gerilemeci tarafında. Hâlen büyük bir enerji ve askerî güç olan Rusya, ekonomik ve teknolojik olarak büyüyen Çin ile giderek bütünleşik bir cephe oluşturuyor ve BRICS üzerinden genişliyor. Angloamerikan saldırganlık, eğer içinden durdurulamazsa savaşı zorlayacaktır. Diğer taraftan Batı-kapitalizm ilişkisinin sona ermesi kapitalizmin sonu değil. Teknokapitalizm bambaşka bir dünyâyı haber veriyor. Eğer ilerlemenin manâsı daha iyi ise, işte bundan hiç de emin değilim…