Totaliter Bir Tasarı Olarak Şeriat düzeni

Mümtaz’er Türköne yazdı;

Totaliter Bir Tasarı Olarak Şeriat düzeni

İslâmcılık nasıl ideolojiler çağının modern ideolojilerinden biri ise, İslâmcıların mecburiyetten dayandıkları şeriat düzeni ütopyası da öylesine modern-totaliter bir tasarı. Hep verdiğim örneği tekrarlayayım: Dinlerin rekabet ettiği alanda bir Hristiyan, Musevi ve Budist’in yanında dini bütün Müslümanı bulurken; Sosyalistin, Faşistin, Anarşistin, Liberalin bulunduğu alanda var olmak için İslâmcı olmanız gerekir. İslâmcılık diğer ideolojilerle rekabet ederek kendi ütopyasını (bu dünyaya indirilmiş cenneti veya ilahi düzeni) geliştirirken Şeriat’ın birikimini hayatın ve diğer ideolojilerin sorduğu sorulara verilecek cevapların verimli kaynağı olarak gördü. Bugün Ali Bulaç’la, Kadir Canatan’la tartıştığımız Şeriat düzeni (Afganistan’da Taliban’ın aşırı tepkisel ve arkaik kuralları da dahil) bu rekabet alanında yükselen bir totaliter tasarı olduğunu öne sürüyorum.

Kimsenin gözünden kaçmayacak iki basit gösterge:

Modernleşme ile birlikte (İslâmcılığın diğer ideolojilerin karşısına rakip bir ideoloji olarak çıkmasıyla) geleneğin tevazu yüklü iki bariz vasfı ortadan kalktı. Birincisi; İslâmcılar ve din mütehassısları sorulan her sorunun cevabını bildikleri zehabına kapıldılar. İslâm alimleri kadim gelenekte herhangi bir konuda sorulan soruya cevap verirken, önce mevcut görüşleri sıralar sonra kendi görüşünü bir dizi kayıt ve şarta bağlayarak tevazu içinde takdim eder; en sonunu da mutlaka “Allahu’l alîm bi’ssavab” (doğrusunu Allah bilir) diye bağlardı. Bugün dinlediğiniz her din adamı veya İslâmcı kesin hakikati tekeline almış vaziyette; ağzından çıkanın yanlış olma ihtimali yok. Adeta yukardan aldıkları haberi iletme lütfunda bulunuyorlar. İkincisi ise İslâmiyet’in tıpkı faşizm veya sosyalizm gibi bir sistem öngördüğünü, Müslümanların yaşam gayesinin o alimlerin hakikatine sahip oldukları bu sistemi hayata geçirmekten ibaret bulunduğunu düşünüyorlar. Diğer sistemlerle rekabet halinde bu işi yapacak olanlar siyasi mücadelede saf tutanlar olduğuna göre, siyaset, siyasetçi ve siyasi çabalar kutsanıyor, her şeyin önüne yerleştiriliyor.

“Şeriat düzeni” tabiri üzerinde dikkatle durmayı bu yüzden öneriyorum.Fıkıh usulüne göre çıkartılacak, engin bir bilgi ve birikim gerektiren fikirler manzumesinden; emir ve yasakların uygulanmasından değil, bu uygulamanın kurallarını belirleyecek otoriteden ve bu otorite altında tatbikatı yapılan kurallardan bahsediliyor. Namaz vakti yoklama yapmak ve sokakta bulduğunu falakaya yatırmak gibi. 1837’de “Gavur Padişah” diye şöhret bulan II. Mahmud da, bir ferman yayımlayarak Osmanlı tarihinde bir ilk olan aynı uygulamayı getirmiş, böylece dinsizlik suçlamalarını geçersiz kılmak istemişti.

Soru şu: Bir imtihan yeri olan bu geçici hayatta, devlet neden bu imtihanı doğrudan kendisi hem de Şeriat düzeni adıyla yapmaya kalkar? İnsan iradesiyle, aklıyla ve vicdanıyla Şeriat düzeninde neden seçme hakkına ve özgürlüğüne sahip olamaz. İnsan neden Allah’ın Kabil’e tanıdığı hakka sahip olamaz, kendi nefsiyle baş başa bırakılmaz, özgür kılınmaz. 

Benim yerime Şeriat düzeninin otoritesi karar verecekse, beni onlar cezalandıracaksa insan iradesinin, tercih hakkının ve kulluk etmenin ne anlamı var?

Şeriat düzeni (Doğrusu tekel oluşturmuş, siyasi olarak galip gelmiş bir Şeriat yorumu) içinde yaşamak ilahî bir buyruk mu, yoksa iktidarı ele geçirmek için bir şeriat yorumunu kullanan veya aynı yorumu iktidarlarında payanda olarak kullananaların ihtiyacı mı? İktidarlar üzerinde uzlaşılan bir şeriat düzeni mi getiriyorlar, yoksa basamakları tek tek tırmanılacak kadife kaplı, otokratik bir iktidar merdiveni mi inşa ediyorlar?

Özgün bir Şeriat düzeni yorumunu gündelik hayatın içinden de bulup çıkartabilirsiniz. Komşusunu gözetleyen meraklı-kıskanç muhafazakâr hep dindarlığını ve dinin hükümlerini gerekçe olarak öne sürer. Sanki din ona komşusunun özel hayatına müdahaleyi bir görev olarak vermektedir. Onu “günah” diye durdurur, “sevap” diye yönlendirir -eğer varsa- şeriat düzenine şikâyet etmek için fırsat kollar. İktidarlar da insanların hayatına aynı mantıkla müdahale ederler, özel hayatlarını iktidarlarını sağlamlaştıracak şekilde tanzim ederler (buna totalitarizm diyoruz), özel hayatlarına müdahale etme hakları olduğunu, dolayısıyla sınırsız bir iktidara sahip olduklarını bu Şer’i gerekçelerle temellendirirler. Zina suçu, Şeriat’in ortak yorumuna göre zanlı itiraf etmediği sürece ispatlanması neredeyse imkânsız bir suçtur. Zina isnadları ve dedikoduları, bir günahı önlemek için değil, özel hayat üzerinden insanların hayatını düzenlemek için devreye giriyor. Nitekim Şeriat bu dedikoduları da önlemek için çok ağır “kazif” suçunu (Namuslu birine zina isnadı suçu) düzenliyor. Peki günümüzün Şeriat tasarımı bu suç üzerinde neden ısrarla duruyor? En hassas yerinden yakalayıp özel hayatınızı düzenlemek için olabilir mi?

Özgürlüğünüz yok, seçme hakkınız yok; önünüze konan sınav kağıdını nasıl dolduracaksınız? Kendinizi sınava giren bir öğrenci gibi düşünün. Yanınızda dikilen Şeriat polisi cevapların hepsini size dikte edecek. Derse çalışmanın, sınav heyecanını yaşamanın, başarma umudu ile mutlu olmanın bir anlamı kalıyor mu? Yan gelin yatın, bütün cevaplar hazır. İktidarda olan Şeriat düzeni (Afganistan’da olduğu gibi) ne güne duruyor?

Sahi sıkı bir Şeriat düzeni içinde insanların mutlu olma hakları, mutluluğa ulaşma şansları olabilir mi? Yaşama sevinci denen neşeyi, var olmanın heyecanını, özgürlüğün baş döndüren hazzını hissedebilirler mi?

Hilafet:

Totaliter bir Şeriat Düzeni iddiası modern çağla birlikte ortaya çıktığına göre, Selefiliği takip etmeliyiz. Selefi yorumlar etrafında oluşan Şeriat düzenlerinin katı ve müfrit yorumlarının ortaya çıkışı durumu açıklıyor. Zekeriya Kurşun’un Necid ve Ahsa’da Osmanlı Hakimiyeti: Vehhabi Hareketi ve Suud Devleti’nin Ortaya Çıkışı (TTK yayını, 1998) başlıklı çalışmasında bu durumun detaylı tarihi arka planını bulabilirsiniz. Selefilik ortalığı temizleyip yeni bir iktidar odağı oluşturmak isteyenlere eldiven gibi uyuyor. Suud ailesi Abdulvehhab’ın siyasi değerini keşfediyor ve böylece bir iktidar projesi olarak ortaya yeni bir Şeriat yorumu çıkıyor. Şiddete eğilimin selefi yorumlarla paralel büyümesi de tesadüf değil. İktidarı hedefleyen bir siyasi hareketin şiddeti elverişli bir araç olarak kullanacağı Şeriat yorumlarına ihtiyaçları var. Dikkat edin: İnsanların veya dinin kendi tutarlı dünyasının değil, siyasi mücadele içinde yer alanların.

Kurşun sesleri arasından mutedil bir din yorumu çıkmaz. Güvenlik en öncelikli mesele kaldıkça özgürlüğün kıymet-i harbiyesi kalmaz. 200 yıldır Müslümanlar, insanlık aleminde sadece ve sadece ekmel din olan İslâmla kendilerini ayrıcalıklı ve üstün görebiliyorlar. Başka hiçbir alanda varlık gösteremiyorlar. Dinleri dışında onlara üstünlük verecek bir iddiaları, başarıları maalesef yok. Din böylece dünyaya karşı ileri sürülen bir üstünlük aracı haline geliyor; içi kof bir böbürlenmenin etiketine dönüşüyor. Başarısızlık kronikleştikçe, mesafe büyüdükçe şiddet tırmanıyor ve  bu araç dünyayı tehdit ve tedirgin eden bir şiddet sarmalının ve İslam korkusunun gerekçesi oluyor. 

Kemiksiz, saf bir Şeriat Düzeni iddiasının İslâm aleminin en geri toplumlarından birinde, şiddet yüklü bir ortamda ortaya çıkması tesadüf mü? Karşı tarafta bu malzeme, büyük güçlerin politikalarında uluslararası dengelerin ve denklemlerin basit bir domino taşına dönüşüyor. İslâm dünyasındaki şiddet potansiyeli yükselen uluslararası güçlerin istikrarsızlık aparatı olarak devreye sokuluyor. Suriye ve Afganistan’daki durum böyle değil mi?

Kadir Canatan’ın Muhammed İkbal üzerinden 1924’te hem hilafetin hem de Şeyhülislâmlığın kaldırılması meselesinde, benim söylediklerim için getirdiği yoruma-eleştiriye karşı bir hatırlatmada bulunayım. Hilafet konusu, tarihteki güç iddialarını ve çekişmelerini dinin kendisi zannedenlerin düştüğü derin bir kuyudur. İslamiyet’te hilafet diye bir kurum yok. Bu hükmü, bu konuda bütün literatürü tüketmiş biri olarak veriyorum. Hilafet sadece iktidar sahiplerinin, yani sultanların siyasi iddiasından ibaret. Bu kavram üzerinden Peygambere vekalet edildiği, onun yetkilerine sahip olunduğu öne sürülüyor. Daha da ileri gidip “zıllu’llahi fi’lard” (Allah’ın yeryüzündeki gölgesi) gibi Roma’dan ve Hristiyanlıktan aşırma ünvanları kullananlar da var. Osmanlı hilafeti de 1774’te Kırım’ın, yani ilk defa bir Müslüman toprağının kaybedilmesiyle gündeme geliyor. Yavuz’un hilafeti devraldığı iddiasının hiçbir tarihi dayanağı yok. Dışarda 1857’de Hindistan’ın İngiliz sömürgesi haline gelmesi üzerine Hint Müslümanları arasında ortak bir payda olarak itibar görmeye başlıyor. Hilafet, fıkhi muhakemeye elverişli bir kavram da değil. Peş peşe üç padişah Abdülaziz, V. Murat ve II. Abdülhamid Şeyhülislâmın hâl fetvası ile tahttan indirildi, üç hal fetvasında da “hilafet” ünvanı geçmez. Fakihler yani Şer’i metinler “imam” kavramını nadiren de “emir”i tercih ederler.

1924’te Hilafet kaldırılırken Adliye Vekili Seyyid Bey’in daha sonra “Hilafet’in Mahiyet-i Şer’iyesi” başlığı ile basılan Meclis’te yaptığı bir konuşması var. Seyyid Bey, hilafetin Şeriat’e göre neden gereksiz bir kurum olduğunu delilleriyle açıklıyor. Bu metin El Ezher’den Bombay’a bütün İslâm aleminde tartışılıyor ve kimse bu metindeki delilleri çürütemiyor. Merak edenlere bu metni okumalarını tavsiye ederim. Abdurrazık’ın İslâmiyet ve Hükümet isimli aynı tarihlerde yazdığı kitabı hilafetin de içinde olduğu siyasi kurumları Şeriat süzgecinden geçirip ne kadar kof olduklarını gösteren önemli eserlerden biridir.

Şeriat bastonuna dayanıp siyaset yapan politikacılar namzedi oldukları “halife” ünvanını çok severler. “Biat” kurumunu ve biat eden “ehl-i hal ü akd”i de siyasi geleneklerin dışına çıkardığınız zaman geriye hiçbir şey kalmaz. İslâm hukukunda her ilişki (Kur’an’da kul ile yaradan arasındaki ilişki de dahil) sözleşmeye dayanır. İktidar yetkisi de bir sözleşme ilişkisidir. Bu yetkiyi veren halk, sınırları ve şartları istediği gibi belirler. Hiç kimse de halktan değil, İlahi kaynaktan aldığı yetkiyi kullandığını öne süremez. Devletin sahip olduğu egemenlik yetkisi içinde yer alan yasama, yargı ve icra yetkilerini, müftünün iftası, ka’dının kazası ve valinin tenfizi olarak yorumlayan Ali Suavi’yi ciddiye almak gerekir. Bugün İslâmcılar, halktan alınan yetkinin yerine Şeriat kurallarını yerleştirerek iktidarı ele geçirenlere sorgulanamaz diktatörlük yetkileri sunuyor.

“Şeriat düzeni” tabiri, çok zorlama delillerle İlahi kaynağa dayandırılmış modern-totaliter bir ütopya olarak tasarlanıyor. İlahi gücü kullananlar elbette kendi çıkarlarına uygun Şeriat yorumu yaparlar tartışılması bile günah sayılan ilahi kurallar koyarlar.

 

Kaynak: Farklı Bakış