Bir damla suyla başladı insanın hikayesi. Sonra toprağa kavuştu ve olaylar hızla gelişti. Toprağı çitledi, meydanı işledi, şehirler kurdu ve bugüne geldi.
Bir damla gözyaşıyla başlayan her ömür de toprağa kavuşarak bitti.
Sonrasını görmedik henüz.
Bu ömrün nasıl yaşanacağına dair her gün yeni cevaplar yazıldı. Yerimizin en nihayetinde bir karış toprak olduğunu bilmek bu ömrü insanca yaşamanın ilk formülü. Ama ölümü bilmek, hayatı ıskalamaya yol açmamalı. Ölümü kutsamadan ömrü kurmak mümkün. Altına gireceğiz diye toprağı çiçeksiz bırakamayız.
“Ne zamandır buradayız,
Şu koca dünyadan gördüğümüz bir avuç toprak” demişti Cahit Zarifoğlu.
Toprakla kurduğumuz bağ, hayatı kavrayışımızı etkiledi daima. Toprağı sürüp yerleşik hayata geçmek ve topraktan mahsül almak bize ilk kez stoklamayı, depolamayı ve yarını tasarlamayı öğretti. Gün oldu, toprağı çitleyip “burası benim” diyenler oldu. Sonra tarih bir daha kırıldı; “koyunlar insanları yedi”, sınırlar sınıfları doğurdu. Toprakları hiç pahasına sürdü ve günyüzü görmeden toprağın altına girdi insanlar. Bugün de tarlalarda, madenlerde, plazalarda, fabrikalarda, iş merkezlerinde, evlerde, atölyelerde, şantiyelerde, ofislerde sürüyor beylerin tarlalarını. Yine hiç pahasına, yine günyüzü görmeden.
İşçiler eğer iş cinayetinde katledilmez ve ay sonunda maaş alabilirse, eline geçen üç kuruşun ikisini ev sahibine veriyor.
Dayanıksız, güvensiz, sıkışık ve çirkin evlerde oturup rant ve sömürü dolu emlak sektörünün dozerleri altında ezilmemeye çalışıyor.
Kentin kıyısında, binanın alt katında, sıranın sonunda, hayatın kenarında, toprağın ucunda duruyor. Şehrin meydanını ya dizilerde ya da bayram tatillerinde görüyor.
Suyu kireç, havası azot; ölmeden önce çürümeye başlıyor. Fabrikaların zehri altında nefes almaya çalışıyor.
Pandemide her gün duyduğu “30 Büyükşehir ve Zonguldak” ifadesini, Kocaeli çevresindeki kanser istatiklerini unutması bekleniyor. Sermayenin dişlileri arasında ezilirken dişini sıkması isteniyor.
Tüm uyarılara rağmen önlem alınmayan İliç’te toprak altında kalıyor. Beşiktaş’ta kaçak işletme yangınında nefes alamıyor. Madenlerde, şantiyelerde her gün bir cinayete kurban gidiyor. İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi’nin raporuna göre 2024 yılının yalnızca ilk üç ayında en az 425 işçi çalışırken hayatını kaybetti. İşçiler sürekli toprağın altına giriyor.
İşçiler, ölmediği zamanlarda sürekli çalışmak zorunda. Bu küresel bir sömürü ama Türkiye’de durum daha vahim. Türkiye’de her üç işçiden biri haftada 50 saatten fazla çalışıyor. Hollanda’da haftada
30 saat olan çalışma süresi sınırı, Türkiye’de 45 saat olarak uygulanıyor. Aşırı çalışma süresine rağmen Türkiye’deki işçilerin neredeyse yarısı asgari ücretle çalışıyor. Avrupa ülkelerinde ise bu oran %10 civarında seyrediyor.
Türkiye’de işçiler hem çok çalışıyor hem az kazanıyor hem de riskli evlerde yaşayıp sağlıksız gıdalar tüketiyor.
Çalıştığı 45 saati de huzurlu geçiremiyor. Kadın işçiler cam tavanlara, tacizlere engel olarak, emeklerinin karşılığını almak için her an mücadele ediyor. Üstelik emekleri sürekli görmezden geliniyor. Bir omuzlarında emek mücadelesini bir omuzlarında ise var olma mücadelesini taşıyor.
Göçmen işçiler her an kovulmanın, sigortasız ve kayıtsız çalışmanın, her işe koşturulmanın ve çaresizliklerinin suistimal edilmesinin karşısında direniyor. Tek itirazlarında sınırdışı edileceklerini bilerek yersiz yurtsuzluğun ortasında yaşıyor. Çocuk işçiler yaşamaları gereken hayatı, oynamaları gereken oyunu, sormaları gereken soruları bir kenara bırakıp harçlıklarını çıkarmaya çalışıyor.
Bütün bunları ve daha fazlasını haykırmak için, toprağın altından çıkıp başka bir hayatı kurmak için, bir araya gelip adil bir dünya hayalini bölüşmek için bir günümüz var elimizde.
İşçilerin toprağın altından çıkmasına yine izin vermiyor sistem. Hükümet, 1 Mayıs eylemlerini yasaklamak için AYM kararlarını ve insan onurunu bir kez daha çiğnemeyi göze alıyor. Toprağın altından Taksim’e çıkan bütün metro durakları İstanbul Valiliği kararınca kapatılıyor. İşçilere toplanmaları için şehrin merkezi layık görülmüyor. Hayatın ortasında olması gereken eylemler akışın dışına, şehrin kenarındaki doldurma alanlara itilmek isteniyor. 1 Mayıs’ta işçiler elindeki çekici, orağı, laptopu, fırçayı, deterjanı bırakıp meydanlara akmalı. Önlükleri, gömlekleri, tulumları, baretleri çıkarıp sokağa çıkmalı. Kenarda değil en ortada durmalı. Adil, onurlu ve mutlu bir hikaye yazmak için işçinin özne olduğu cümlelere ihtiyacımız var.
İşçinin hikayesi toprağı sulamakla başladı. Toprağa düşerek sürdü. Günü gelince meydanları inletmekle değişecek gibi duruyor.
Hakça kazanmanın, adil bölüşmenin, onurlu hayatın, sınıfsız bir dünyanın düşünü, umudunu, çabasını büyütmek için şimdilik yapmamız gereken şey bu. Bir meydana çıkalım, ıslık çalalım, ritmi tutturalım. Sonra şarkımızı da söyleriz elbet.