Mustafa Kutlu’nun ‘Kalbin Sesi ile Toprağa Dönüş’ isimli kitabı bir edebiyatçının, hikâyecinin insanlığın krizi karşısındaki serzenişlerini, tespitlerini, çözüme yönelik nidalarını içeriyor. Kutlu’nun denemelerini okurken başka sesleri, yazarları da duyma gereği hissettim.
Bu yazılar, Kutlu’nun hayatında ve hikayelerinde etkisi olduğunu bildiğimiz ‘İsyan Ahlâkı’nın yazarı Nurettin Topçu’yu, sivil itaatsizliği yazmış, yazdıklarını yaşamış Henry David Thoreau’yu, Gandhi’yi ve çağımızın en genç direnişçisi Greta’yı da çağırdılar.
Metinler, yaşamlar farklı belki ama çığlık aynı: İnsanlık içinde bulunduğu krizden; kendine döner, kanaat eder, aşırı tüketimi bırakır, kainattaki mizana uyum sağlarsa çıkabilir. Kendini dönüştüren, özgürleşen ve içinde bulunduğu krizden çıkabilen insanlar ile ancak doğayı da krizden çıkarabiliriz.
Mustafa Kutlu, denemelerinde öncelikle bize Hududullah’ın ne olduğunu anlatıyor. “Hududullah, Allah’ın kanunudur”. Her şeyin bir miktarı, ölçüsü, sınırı vardır. Bu kavrama göre kâinat, hayvanlar, bitkiler kendilerine biçilen bir sınır ve düzen içerisinde yaşıyor, hareket ediyorlar. İnsanın da fiziki ve manevi sınırları var ama yaratılmışların içerisinde sadece insan kendi sınırlarını zorluyor. Yazara göre Allah’ı ve ahiret gününü tanımayanlar insanı ve tabiatı istismar ediyorlar.
Üretim-tüketim boyutunda bu sınırları aşan sistem; kapitalizm sorunların merkez üssü. Üretimin ihtiyaca göre değil de sürekli teşvik edilen tüketim kalıplarına göre yapılması yani kapitalizm ve teknolojinin birlikte işleyen çarkı bizi esir almış durumda. Kapitalizmi şöyle betimliyor “İnsanı ve tabiatı sömürerek habire şişiren, güçlenen, rakip tanımayan bu zalim sistem teknolojiyi, teknoloji bu sistemi besliyor.”
Yazar, insanlığın doğanın kurallarını hiçe saymadan, onunla eşgüdümlü buluşlarını teknik, sanayi devrimiyle başlayan insanı ve doğayı ezen buluşlarını teknoloji diye adlandırıyor. Bu bakış açısına göre uzayla ya da yapay zekayla ilgili gelişmeler, çalışmalar da sınırları aşma ve cenneti bu dünyada bulma heveslerinden doğuyor. Yapay zekanın önümüzdeki en geç otuz yılda hayatımızdaki hakimiyetinin çok daha görünür olacağını düşündüğümüzde tartışmayı iyi-kötü karşıtlığında değil de araçları iyinin, hayırlının istikametinde nasıl kullanacağımız yolunda yapmanın daha ufuk açıcı olacaktır.
***
Mustafa Kutlu’nun insanın kendi sınırlarına geri dönmesini mümkün kılacak çözüm önerileri arasında en öne çıkanı “kanaat ekonomisi”. Kanaat, “mal ve dünya tutkusunun kalpten silinmesi ile kazanılan ahlâki erdem”dir. Kanaat, insanın payına razı olmasıdır. Ayrıca tek tek bireylerin kanaat etmesi yeterli değil, toplumun da kanaat toplumu haline gelmesi gerekiyor.
Yazara göre, kapitalizm, sanayi devrimleri, büyüme mefhumu Hududullah’ı aşan teknolojiyi, sanayi ve endüstriyi oluşturdu.
Kutlu’nun ikinci önermesi ise toprağa dönme seferberliği başlatmak; Anadolu bozkırını yeşertmeye başlamalı, bunun bedeli ne ise ödemeliyiz. Ancak bu şekilde tüketim nesnesi olmaktan çıkarız. Sonra havayı sonra da suyu korumalıyız. Yazar, su piyasasına ve muhtemel su savaşlarına dikkat çekiyor. Hava kirliliğinden ölenlerin rakamlarını veriyor.
Kutlu’nun tüm önermelerinde Nurettin Topçu düşüncesinin izlerini bulabileceğimizi söylemek yanlış olmaz. Kitabın sonundaki vurgu suyadır, buradan devam edersek suyun Topçu için kıymetinin, hayatiyetinin aslında Kutlu’nun hikayelerine de sirayet ettiğini hatırlayabiliriz.
Kutlu, suyu şehir ve doğa karşıtlığında doğanın, köyün bozulmamışlığı hanesine yerleştirir. Şehirlerdeki sular da bozulmuştur, oysa köydeki su hala diri, temizdir. Yokuşa Akan Sular’daki bir doğa tasvirinden taşan su, bu saflığı anlatır: “Küçük mavi, pembe çiçekler serpilidir.
Yeşilin saydam uçları çimenlerde. Su domur domurdur. Çakıllarda eleğimsemalar. Görülmemiş tutulmamış bir güzellik. Kirletilmemiş bir su. Dağlardan ceylanlar iner. Göğün tüllenen kızıllığı laciverde koşarken. Kenarında saygıyla dururlar. Tek dal, tek yaprak kıpırdamaz. Bir an-ı vahitte kalırlar. Sonra eğilip içerler.”
Su, Topçu için de özellikle şehir hayatından, buradaki karmaşadan, çalışma hırsından, kapitalizmin insana dayattığı mecburiyetlerden sıyrılmak için dönülmesi gereken ana kaynaktır. Kültür ve Medeniyet’te suyun ve doğanın şifasını şöyle işaret eder: “Dağlarda dolaşın. Hırsların işkencesiyle kıvranan bir hasta mısınız? Bir ağacın altına sığının. Yaşamak korkuları sizi adım adım kovalıyorsa akan bir suyun başında bağdaş kurun. Tabiatın yaptığı tedaviyi ne hekim, ne hâkim ne de hiçbir dost eli yapamaz”.
Nurettin Topçu için toplum hayatının insanı cendereye sokan kurallarından bağımsızlaşmak, şehir hayatının hasta eden yapısından kurtulmak için doğaya dönmek de bir nevi isyan’dır. Topçu’ya göre İsyan ahlâkı; bireyin ulûhiyete giden yolda karşısına çıkan tüm engellere; topluma, ihtiraslarına, uysallığa isyan hareketiyle başkaldırmasıdır. Toplumdaki adaletsizliklere karşı durmayı gerektiren bu isyan aynı zamanda hareketi, eyleme geçmeyi de gerektirir. Topçu’nun Kutlu’nun hikayesinde ve Kalbin Sesi ile Toprağa Dönüş’teki izleri detaylı bir çalışmanın konusudur. (*)
***
Su, sivil itaatsizliği savunan, anti-kapitalist düşünürlerin sarıldığı bir kaynak olagelmiş. Nitekim Henry David Thoreau da 1845’te orman içerisindeki Walden Gölü’nün kıyısına aynı iştiyaklarla çekilmişti. Thoreau, gölde yaşamı, suyun mevsim geçişlerinde gökyüzüyle eşgüdümlü renk geçişlerini değme edebiyatçıdan daha güzel tasvir eder.
Walden Gölü’nü bir aynaya benzetir. Yeryüzünde hiçbir şey bir göl kadar saf, temiz ve aynı zamanda geniş değildir. Gökyüzü suyu. Çite gerek yoktur. Gelip giden hiçbir ulus onu kirletemez. Hiçbir taşın kıramayacağı, cıvası hiç eskimeyen, Walden Gölü, doğanın altın kaplamasını sürekli tamir ettiği, kendisine tutulan tüm kirli şeylerin çöktüğü bir aynadır.
Thoreau ormana yerleşme nedenini: “Düşünüp tasarlayarak yaşamak istediğim için ormana çekildim, sadece hayatın asli gerçekleriyle yüzleşebilmek için, zorunlu öğretilerini öğrenip öğrenemeyeceğimi görmek, ölüm günü geldiğinde yaşanmamışlıklarla karşılaşmamak için” diye açıklar.
Aynı zamanda modern hayatın dayattığı detaylı onca işten, ev, mal, eşya sahibi olma zorunluluğundan kurtulmak ister. Hayatımızı ayrıntılarla boğmamıza gerek yok, sadelik şiarımız olmalı, yüzlerce işle uğraşmak yerine iki ya da üç tane işle de uğraşabiliriz. Daha fazla iş bizim daha fazlasına sahip olma hırsımızla ilgili.
Thoreau’nun şikâyet ettiği hız, sanayi devrimi ve teknolojik devrimler nedeniyle değişen hayatın ritmini bozan, insanı ezen hızdır. Düşünür bu bağlamda en can alıcı sorgulamasını ormanın içinden gürültülü bir şekilde geçen tren üzerinden yapar. Bu hızlı, metal, devasa makineyi burnundan dumanlar çıkaran bir canavara benzetir.
Tren yolu yapımında hayatlarından olan gencecik işçi çocukları anar; “Biz demiryolu üzerinden geçmiyoruz, demiryolu bizim üzerimizden geçiyor”. Tren medeniyetin korkunç sesidir, doğadaki kuşların, diğer hayvanların sesleriyle hiç de uyumlu değildir, ayrıksı, ayrı, yaban dışarıdan bir sestir.
Thoreau, Walden gölü kenarında geçirdiği 2 yıl 2 ay boyunca hayatını nasıl idame ettirdiğini evini nasıl yaptığını detaylarıyla anlatır. Çok düşük bir meblağa insanın kendi evini yapabileceğini ve yaşayabileceğini gösterir. Yazar, bir senede sadece 6 ay ekip biçip çalışır, yılın geri kalan kısmında dileğinde vakit geçirir, okur, yazar. Yazar ormandaki yaşamının maddi boyutunu bize aktarırken eylemlerinin arkasındaki felsefesini de verir.
Tam olarak özgür olmak erdemli olmak, yetinmek ne demektir? Yoksulluk gerçekte nedir? Eşya, mobilya ne kadar gereksizdir, bunların sorumluluğu onları taşımak zorunda olmak hatta yeri geldiğinde sigortalatmak zorunda olmak ne saçmadır. Evin kölesi olmak, modern toplumda bir ev sahibi olmak bütün ömrün boyunca onu ödemeyi gerektiriyor, bu kölelik değil de nedir?
***
Walden Gölü yazıldığı yıllarda tam anlamıyla anlaşılmasa da günümüze kadar binlerce insanı etkiledi, okurlarının hayatlarında devrim yapmalarına neden oldu. Bunlar arasında akla gelen ilk isimlerden biri Gandhi’dir. Gandhi Thoreua’yu okur, derinden etkilenir.
Thoreau Sivil İtaatsizlik adlı makalesinde baskıcı devlet karşısında özgür bireyi savunur. Bu bağlamda itaat suç olabilir, haksız bir devlete karşı mücadele etmek için, ona destek vermeyi bırakmalı, vergi ödememelidir. Gandi de sivil itaatsizliğe vurgu yapan şiddetsiz bir siyasi yöntem belirledi.
Hayatını İngiliz sömürgeciliği altında ezilen halkını özgürleştirmeye adamış Gandhi’nin eylemleri Topçu’nun hareket felsefesi ekseninde geliştirdiği isyan ahlakına da denk düşer. Gandhi, Hint halkına bağımsızlığın ancak kendi öz kaynaklarını kullanarak kendi üretimlerini kendileri yaparak mümkün olacağını göstermeye çalıştı.
Britanya’nın tuz üzerindeki tekelini kırmayı amaçlayan yaklaşık 400 kilometreyi günlerce yürüyerek kat ettiği Tuz Yürüyüşü, halkına Hint Okyanusu’ndaki tuzu çıkarabileceklerini göstermeyi amaçladı. Gandhi’nin buna benzer eylemleri Topçu’nun İsyan Ahlakı’nda salık verdiği isyancıya denk düşer: “zorbaların hakimiyetine karşı isyan eder; bunu da bütün bir iradeyle, hakiki bir dayanışma ve gerçek bir hakimiyet isteyerek yapar”.
Topçu’nun ilkelerinin hayatındaki tezahürü iktidarla uzlaşması mümkün olmayan bir felsefe profesörü olarak kırk yıl Galatasaray Lisesinde hocalık yapmasıydı, Gandhi ise “yaşamım mesajımdır” diyordu. Gandhi’nin düşüncesi yaşamın tüm alanlarını ilgilendiriyordu o hem teolog, toplumsal reformcu, filozof, sosyolog hem de ekonomist olarak kabul edilebilir, çünkü nihai hedefi toplumu ve üretim tarzlarını dönüştürmekti.
Şiddetsizlik ya da aşk anlamına gelen “ahimsa” kavramını şiar eden Gandhi de Thorea’yu okumuş, onun sivil itaatsizlik söylemine göre yaşamıştı. Gandhi kendi giydiği elbisenin kumaşının ipliğini kendisi eğiriyordu, bu şekilde kanaati, kendi işini kendin yapmayı ve tüketim karşıtlığını bilfiil yaşayarak anlatıyordu. İngiltere’de bir avukat olarak yaşamayı bırakıp önce Güney Afrika’ya sonra da doğduğu yere geri dönmesi de Kutlu’nun ve Topçu’nun savunduğu Anadolu Romantizmi denilen Anadolu’ya geri dönme ve o toprakları yeniden yeşertme eylemine benziyor.