Toplumsal patolojiler nasıl norm haline getiriliyor?

Yasin Aktay, toplumsal bir değişimin normal olduğunu, ondan ürkmenin ve bazı konularda var olan endişelerin sebepleri olduğunu, bununla birlikte, patolojik hallerin hep öne çıkarıldığını belirtiyor.

Toplumsal patolojiler nasıl norm haline getiriliyor?

Sosyologlar baştan itibaren toplumu belli bir düzen tutarlılığı, bir beden bütünlüğü, bir sistem uyumluluğu içinde çalışan bir yapı olarak resmederler. Bu yapının, sistemin veya bedeninse sürekli bir değişim halinde olsa da değişen her aşamada bütün unsurlarıyla kendini yeniden üretip tekrarladığını da anlatmaya çalışırlar. Bu değişimin devrim türünden sert kopuşlar veya dönüşümlerle mi yoksa yavaş yavaş mı olduğu, hatta yaşanan devrimlerle gelenekten sert kopuşların mı yaşandığı ortaya çıkan yeni yapılarla gelenekten yine de birçok şeyin intikal mi ettiği bu değişim tartışmalarının sonuçlanamayan soruları.

Her hızlı değişim bir “nereyegidiyoruz?” endişeleri yaratır insanlarda. Çünkü alışıldık ilişkiler, düzenler, kurumlar ve yapıların göz göre göre değişiyor olduğunu görmek, insanın huzurunu bozar. Huzur, adı üstünde hem zamanda hem mekânda bir durağanlığa, bir konfora, bir istikrara, bir değişmezliğe bağlıdır. Herkesin talep ettiği huzur biraz da bu değişmezliği bu sürekliliği ister.

Sosyologların toplum tasavvurunda sosyolojik kurumlar aslında tarihe karşı direnen unsurlar. Kurumlar tarihin hangi dönemine ve dünyanın neresine gidersek bulabileceğimiz davranış örüntüleridir. Her yerde bu örüntülerdir toplum dediğimiz yapıyı oluşturan. Aile, ekonomi, din, siyaset, eğitim ve boş zamanlar, eskisiyle yenisiyle, ilerlemişiyle, geri kalmışıyla bütün toplumların ortak davranış örüntüleri.

Yaşadığımız dünyada bütün bu davranış örüntülerinde, yani sosyolojik kurumlarda yaşanan değişimlerin hızı baş döndürücü boyutta olsa da, kurumlar varlığını sürdürüyor. Kurumlar şekil değiştiriyor, muhteva değiştiriyor ama toplumu oluşturan unsurlar olarak devam ediyor.

Genellikle değişimi en çok endişe uyandıran kurumlar din ve aile. İnsanların din anlayışları, alışkanlıkları değiştikçe birilerinde “din elden gidiyor” endişeleri oluşuyor. Tabi burada dinin kendileri için “elde bir şey, bir mülk” haline gelmiş olduğu kesimler dışında bu endişeye kapılmayı gerektirecek bir durum yok. Meğer din birileri için bir mülk, bir iktidar alanı haline gelmemiş olsun.

Tarih boyunca insanların dinle ilişki marjlarından çok farklı bir yere gidiliyor değil aslında. Refah zamanlarında insanlar dünyaya fazla meylederler ve yaratanlarına karşı bir lakaytlık haline düşerler.

Sekülerizm ve ateizm bir felsefi sonuç değil, yaşam tarzlarına uygun duyguların sonucu olarak gelişir. Ona karşı felsefi argümanlar geliştirmek dindarların her zaman temel bir derdi olmuştur ama bir noktadan sonra bütün felsefi argümanlar, deliller ve çabalar boş bir zihne değil, lakayt, duyarsız bir kalbe çarpar. Dindarlığı hakkıyla yaşayan ve hisseden din bilgelerininse dinin yükselişi ve düşüşüyle ilgili bir telaşları olmaz. Din Allah’ındır ve insanların bu dünyada yaratanlarıyla barışık olmaları kendileriyle de barışık olmaları anlamına gelir.

Dinin yükselişi dindar insan için bir kazanç kapısı değil, olamaz. Öyle olduğu ölçüde “dinin elden gitmesi” daha ciddi bir endişe kaynağı olur. Oysa dindar insanın endişesi yaratanlarıyla barışık ve tanışık olmayan insanların hem kendilerine hem de birbirlerine zulmetme, dünyayı yaşanmaz hale getirme ihtimali. Refah toplumu zannedildiği gibi insanın kendine ve insanların birbirlerine barışık olmalarını getirmiyor, doymazlığı, rekabeti, narsizmi ve başkalarına tahammülsüzlüğü de getiriyor.

Aile kurumu da yaşadığımız dünyada büyük endişelere yol açan bir değişime maruz. Bu konudaki endişelere hak vermemek mümkün değil. Ancak bu konu da, yaşadığımız dünyanın bütün özgün yanlarına rağmen tarihsel bir döngünün konusudur.

Bazı televizyonlarda her türlü toplum içinde patolojik olarak nitelenebilecek türden olayların sansasyonel bir biçimde ve rutine dönüşen yayını neredeyse aile kurumu ve değerlerinin tamamen değişmiş, hatta iyice tükenmiş olduğu izlenimi verebiliyor. İnsan aklının almayacağı sapkınlıktaki ilişkilerin günlerce, haftalarca bütün toplumun gündeminde tutulması, seyircilerin de tartışmaya katılması suretiyle normları değiştirici bir etki yapmaması mümkün değil.

Belki izleyen herkes olayları bir sapkınlık olarak niteleyerek olayın patolojik boyutunu da teyit etmiş oluyordur, ancak programların fazlalığı ve ilgi çekici sunumları bu tür olayların sürekliliği ve yaygınlığı izlenimi yaratarak aile normlarını da iyice tahrip edici bir etki yapmaktadır.

Bu programlara yılarca danışmanlık yapmış psikiyatrist Arif Verimli ‘’Orada olanlar toplumun gerçeğini yansıtmıyor. Davranış bozukluğu olan bir tutam insanı getirip bin kişiye izletiyorlar. Toplum o değil” diyerek aslında sosyolojik bir gerçekliği de işaret etmiş. Modernist toplum tasavvurlarında bile, mesela Durkheim’da, toplumun normlarıyla birlikte patolojik durumların da her toplumun kaçınılamayan bir özelliği olduğu söylenmiştir. Ancak Akit gazetesinden Ali Osman Aydın’ın da haklı olarak sorduğu gibi bu patolojik durumları sürekli toplumun gözünün içine tutarak tamah edilen kazancın patolojiyi kanserojen bir etkiyle yayma gücünün de farkında değil misiniz?

Tarihte de bütün toplumlar kendi patolojik yapılarının farkında olmuş ve bir şekilde onu tecrit ederek toplumun ruh ve beden sağlığını etkilememesinin yollarını bulmuşlardır. Yaşadığımız toplum her şeyi konuşma, ifşa ve teşhir etme, herkesin görmesini sağlama, itiraf etme, yüzleşme gibi hurafeleri hiç sorgulamadan kabul ediyor. Bu hurafeler sayesinde her tür kötülük yüzsüzce ve giderek hiçbir tepkiyle, itirazla karşılaşmadan yayılma imtiyazı elde ediyor.

İyilik adına da olsa kötünün reklamını yapmak, kötülüğün en büyük imkânı.