I-“Toplumsal Cinsiyet”, İslami kesimlerde genellikle aile ve cinsiyet yapılarını tehdit eden bir kavram olarak konuşuluyor. Bu kavram yeni fark edilmiş gibi bir tedirginlik hâkim İslami kesimlere, oysa ilk kez 1955’te kullanıldıktan sonra giderek akademik literatüre yerleşiyor. Türkiye’de ise İstanbul Sözleşmesi tartışmalarına bağlı olarak popülerleşmediği sürece İslami kesimlerin ilgi alanına girmiyor.
Bu kavram genellikle kadınların cinsiyetleri alanında yaşadığı toplumsal biçimlendirme baskısı üzerinden konuşulur. Sosyolojiye Ann Oakley tarafından dahil edilirken, verili cinsel kimliklerin tarihi ve toplumsal yargılar veya biçimlendirme açısından hiç de eşit olmayan paylarına dikkat çekme gibi bir amacı vardı büyük ihtimalle. Fatmagül Berktay’a göre, Toplumsal Cinsiyet, “Belirli bir zamanda belirli bir toplumda cinsler için uygun olduğu varsayılan davranışların kültürel tanımıdır.”
(Tarihin Cinsiyeti, 2006, sf. 28,Metis) Kavramın kadın üzerinden daha çok konuşulması, yaşadığımız –dili ve kültürü de etkileyen- toplumsal süreçlerin ağırlıklı olarak kadınları baskı altına alan ve hedef gösteren etkilerinden bağımsız düşünülemez.
Şöyle söylenebilir: Modernitenin meydan okumasına hazırlıksız yakalanan Müslüman ülkeler, sorunlarını tanımlarken kadınlarla ilgili olanları görmezden gelmeyi yeğlemişlerdir. İngiliz kadınları 1903’te başlattıkları Süfrajet hareketiyle kadınların seçme ve seçilme hakları için büyük mücadeleler verdiler, İslam toplumlarındaki kadınlar ise kendilerine Asrı Saadet’te verilmiş bu unutturulan hakların dairesine yüzlerce yıl sonra devlet kararıyla adım atabildiler. Kadınların bu konudaki mücadelesini sağlayacak toplumsal vasatı oluşturma çabaları Osmanlı döneminde başlamışken, bu haklar Cumhuriyet döneminde devlet tarafından verilecekti.
İslami kaynakların göz ardı edilmesi tabiatıyla, hak ve hukukun çiğnenmesini olağanlaştırırken, gündelik hayatın akışında oluşan gediklerin de derinleşmesi sonucunu doğurdu. İki örnek vereceğim: Sevgili arkadaşım, ev işi emekçisi Vahide 2021’de, bayram öncesi koronavirüs sebebiyle vefat etti, Allah rahmet etsin. Yirmi yıl boyunca ev işçiliği yaptı Vahide, köyden İstanbul’a taşınır taşınmaz başladığı ev işçiliğiyle evinin geçimine, çocuklarının tahsiline katkıda bulunuyordu. Babası daha sağlığında, oğullarına birer daire, kızlarına da birer altın olarak belirlemişti mirasını; Vahide içlenerek anlatırdı hep. Mirasta adaletsizliği sadece babalar değil anneler de yapıyor, dayılar halalar da. Öğrenilmiş pay kalıpları kolay içselleştiriliyor çünkü. Kız evlat yer yer dönem dönem, “kaşık düşmanı” sayılmamış mıdır…
Kadını bir yandan “düşsel” kılarak yücelten bir zihin yapısı onu aynı zamanda somut hayatı en ideal şekilde sürdürmenin de sorumlusu sayabilir, vereceğim ikinci örneğin de gösterdiği üzere: Yıllar önce şimdilerde seksen yaşında olan subay bir akrabam anlatmıştı: Ortaokula gidinceye kadar kadınların yemek yemediğini sanırmış. Annesiyle bile ortak bir sofrayı paylaşmamasının nasıl bir açıklaması olabilirdi? Hayat, kitaplar, filmler bu kadar suskun olmasa da evlat bakışı nasıl böylesine kör hâle gelebilirdi… Kadın olmak tam anlamıyla insan olmak gibi kabul görmeyip de maddi yanı olan bir varlıkta bir “melek” arandığında, anlaşma güçlükleri elbette hasıl olacaktır.
Kadınlar veya erkekler, haklarında birikmiş izlenim, kanı ve yargı yükünün etkisiyle, zaman akıp giderken, yapısal olarak ikinci bir varlığa adeta boğuluyorlar. İnsan olarak potansiyellerinde olanın temayüz etmesine izin vermeyen bir sıkışmışlık içinde sürdürüyorlar ömürlerini. Göze görülmeyenin de adı olur, ama işte, “Erkeğin elinin kiri, kadının yüzünün karası,” gibi sözlerin de gösterdiği gibi, ahlak ve namus konusunda iki cins aynı şekilde sorumlu görülmediğinde, bu ayrım farkı hayatın farklı alanlarına da sirayet ediyor.
Başlangıçtaki kullanılış biçiminin yanı sıra, “Toplumsal Cinsiyet” kavramı, işte bu tanımlanmamış olguya karşılık kullanıldığı için de bu kadar yaygın bir kabul gördü.
“Toplumsal Cinsiyet” kavramını ilk kez 1955’te, saygın Amerikan üniversitesi John Hopkins’te psikolog ve seksolog olarak yer alan John Money, hermafroditlik üzerine kaleme aldığı bir makalede şu şekilde kullandı: “(Toplumsal Cinsiyet) Bebek, çocuk ve yetişkinlerin özel dünyasında yoğun bir şekilde hissedilen, toplum önünde açıklık kazanan ve zorunlu olmamakla birlikte, genellikle üreme organlarının anatomisi ile ilişkili olan genel erkeklik derecesini göstermekteydi.” (Jean- François Braunstein, Felsefe Çıldırdı, sf. 38, Raskolnikov Kitap)
Money doktor değil, hermafroditizm üzerine çalışan bir psikologdu. Çift cinsiyetlilikten, doğa ve kültürün cinsel kimliğin oluşmasındaki rolleri hakkında çok genel sonuçlar elde etmeyi amaçlamaktaydı. Düalizme hep karşı olmuştu; özellikle de erkek ve kadın, doğa ve kültür, beden ve zihin arasındaki karşıtlıklarda olduğu üzere. Düalizme Düello adlı kitabının bir bölümünü bu konuya ayıran ve Judith Butler’in bedeni yorumlarken düalizmden kaçınmasını alkışlayan biyolog Anne Fausto-Sterling, Money’den etkilenen Toplumsal Cinsiyet kuramcılarından biri. Gelgelelim, özellikle David Reimer olayından sonra Fausto-Sterling, Money’i ve “Toplumsal Cinsiyet” kavramı temelinde “hızla” gerçekleştirilen ameliyatları eleştirmeye başlıyor.
Money ise, 1950’lerin etkili kuramı Davranışçı Psikoloji’den bir hayli etkilenmişti. Bu kurama göre, yetiştirilme tarzı kişilik yapısı üzerinde doğuştan gelen unsurlardan çok daha etkili ve belirleyicidir. Psikolog, hermafroditlerin, doğuştan gelen cinsiyetlerine genellikle, yetiştirilmeye daha erken ve daha az tereddütle başlanmış olmaları oranında çok iyi uyum sağladıklarını öne sürüyordu. “Toplumsal cinsiyet rolü doğuştan belirlenmez; karşılaşılan ve yaşanan deneyimlerin toplamının sonuçlarından meydana gelir,” diye yazıyordu, sözünü ettiğim makalede. “Ana dili gibi hayatın ilk safhalarında öğrenildiğini” dile getirdiği “Toplumsal Cinsiyet Rolü”nü ise şöyle tanımlıyordu: “…bir kişinin kendini erkek ya da kadın olarak, sırasıyla erkek çocuk ya da erkek, kız çocuk ya da kadın konumuna sahip olarak gösterdiği ya da tezahür ettirdiği her şeyi kastediyoruz. Bu, erotizm anlamında cinsellik içerse de onunla sınırlı değildir.” (Age, sf. 43)
İlk kez bu makaledeki ifadelerle “Toplumsal Cinsiyet” biyolojik cinsiyetten ayırt ediliyordu.
Money’e göre cinsel kimlikte belirleyici olan biyolojik cinsiyet değil, eğitim ve kültür tarafından “inşa edilen” toplumsal cinsiyettir. 1972’de, (Psikolog ve Seksolog Anke Ehrhardt ile yazdığı) Bir Adam ve Bir Kadın, Bir Oğlan ve Bir Kız kitabıyla Toplumsal Cinsiyet kavramını kamuya açtı: “Her bireyin erkek, kadın ya da kararsız olarak, çeşitli derecelerde ve bilhassa bilişsel ve davranışsal bağlamlarda deneyimlediği bireyselliğinin kimliği, toplumsal cinsiyet rolünün kişiye özgü deneyimidir ve toplumsal cinsiyet rolü, toplumsal cinsiyet kimliğinin toplumsal ifadesidir.” (A.g.e, sf. 44) 68 yenilerde yaşanmıştı. “Cinsel devrim” sonrası, kültürün doğaya üstün geldiğini savunan Money, kavramını şu şekilde tanımlamaya devam ediyordu:
“Bir erkek çocuk kız olduğuna inandırılır, kadın gibi yetiştirilirse, kadın gibi davranmak isteyecektir. (…) Cinsiyet fiziksel nitelikleri belirler; toplumsal cinsiyet ise aksine benliğin psikolojik bir dönüşümüdür.”
Money, 1966’da gelip onu bulan Reimer çiftinin oğulları David’le ilgili dertlerini, toplumsal cinsiyete ilişkin fikirlerini somutlaştırabileceği bir fırsat olarak gördü. Reimer’ler, ikiz oğullarını, sağlığa iyi geldiği düşüncesiyle sünnet ettirmek istemişlerdi, ancak sünneti sırasında elektrikli kesici, ikizlerden John’un erkeklik organını kaybetmesine yol açacak kadar kötü kullanılmıştı. Çift, televizyonda Money’in bir erkek çocuğunu bir kız çocuğuna veya bir kız çocuğunu tam tersine çevirebileceğine dair açıklamalarını dinleyince, David konusunda umuda kapılmışlardı. Money’nin büyük bir hevesle çocuğu “hastası” olarak kabulüyle birlikte, Reimer’ler, özellikle de David ve ikizi Brian için dehşet verici bir dönem başladı.
Kavramına bir deneyle güç kazandırmak isteyen Money duruma el koymuştu. David, Joan adıyla bir kız çocuğu gibi yetiştirilecekti. Money, Simone de Beauvoir’ın İkinci Cins’te yer alan “Kadın doğulmaz, kadın olunur,” şeklindeki sözünü dünyaya kanlı canlı bir şekilde sunmak için harekete geçti. Acele ediyordu, çünkü, toplumsal cinsiyet kimliği erkenden, iki buçuk yaşında sabitleniyordu ve David 19 aylıktı. Acılı ameliyatlar, çocuğu ve ikizini canlarından bezdiren, mahremiyet haklarının hiç umursanmadığı, daha önce benzeri görülmemiş “terapi” seansları… Aradığı sonuçlara ulaşamadığı oranda ısrarcı davranıyordu Money. Klinik çalışmalarını sürdürürken etrafına adeta “korku salıyor” ve yazdığı kitaplarla kamuoyunu yanıltıyordu.
Kuramı konusunda o kadar büyük bir nüfuz edinmişti ki olay duyulsa bile tıp çevrelerinden kimse çıkıp da onu eleştirmedi. Sakladığı gerçekler ilk kez 1980’de rakibi Psikiyatrist John Colapinto tarafından kamuoyuna ifşa edildi. Colapinto’nun anlattığına göre, David anne ve babasının rızasıyla süren bu dönüştürme işkencesine direnmeyi sürdürmekten hiç vazgeçmemişti. Hâlâ erkek çocuğu gibi davranıyor, erkek çocuğu oyunları oynuyordu; ergenlik çağında ise kızlara ilgi duyacaktı. Money, David’i cinsiyet değiştirmeye ikna için, ameliyat olmuş “benzerleri”yle bir araya getiriyordu. Kendisine vaat edilen bu gelecekten ürken David ise hep ondan kaçmaya çalıştı. 13 yaşından sonra yine hormon tedavisi gördü, yine ameliyatlar geçirdi; bir erkek gibi ömür sürdürmek için. Bir yıl sonra Joan adını terk edip yeniden David adını aldı.
Money bütün bunların farkında olduğu halde çocuğa baskı yapmayı sürdürüyordu. Başarısızlığını, yaptıklarının suç olduğunu kabullenemezdi. 1972’de Man-Boy kitabını yayımladığında, David’in onun kurgusunun dışına çıktığını biliyordu. Psikiyatrist Milton Dramond, Money’in iddialarını başından beri sorgulayan tek doktordu. BBC’de Money’in David’e ilişkin belgeselini izledikten sonra şüpheye düşüp tıp basınına bir ilan vermiş, böylelikle kendisine ulaşan bir doktor vasıtasıyla çocuğun Money’in “tedavisini” bıraktığını öğrenmişti. Dramond 1982’de Money’in gerekçelerini yerle bir eden bir makale yayımlayarak, onun iğrenç, kötücül yöntemlerini anlattı. Bu makale üzerine Money’in kliniği kapatıldı. Böyleyken, Colapinto’nun 2000 yılında yayımladığı kitapla, hileli işlerini ve sakladığı her şeyi ortaya çıkarmasından sonra bile kuramlarını dayandırdığı olgunun bir başarısızlık olduğunu kabul etmedi. Her şey açığa çıktığında ise sağcıların ve feministlerin bir komplosuyla karşı karşıya olduğunu öne sürdü. Oysa kuramsal gücünün oluşturduğu sessizlik ortamında genç bir adam adım adım intihara sürükleniyordu. Kendini toparlamayı başaramayan David 2004’te intihar etti. Onun gibi denek olarak kullanılan ikiz kardeşi Brian ise alkolik olmuştu. Bu sırada Toplumsal Cinsiyet kavramı öylesine yerleşmişti ki literatüre, olağan kullanımında genellikle göz ardı ediliyordu bu kirli köken. Kavramı radikal noktalara taşıyan Queer akımıyla birlikte, doğumla “maruz kalınmış” beden, bir bakıma gnostik bir iğrentiyle tamamen reddediliyordu.
Talihsiz insanları amaçları için istismar eden hırslı bilim adamları yüzünden kim bilir ne çok çocuk ve genç acı çekti o tarihten bu yana… Öyle ki feminist akademisyen Janice Raymond 1979’da şöyle bir eleştiride bulundu: “Cinsiyet değişikliği ameliyatlarına hak kazanmak için, çoğu zaman elde edilmek istenen dişi cinsiyetin karikatürleştirilmiş görüntüsüne uymak gerekmektedir.”
Karşılık geldiği sorunlar o kadar boşlukta ve tanımsız ki, kirli kökenine rağmen Toplumsal Cinsiyet kavramı, dönemler boyunca yeni içerikler kazanarak yerleşti kaynaklara. Büyük bir akademik metin havuzu, bu içeriklerle kaynaşmış durumda. Bu kaynaşma, cinsiyete bağlı ezilmelerin oluşturduğu, çarpık tanımlamalardan beslenen çözümsüzlük boşluğundan bağımsız düşünülemez.
II- Toplumsal Cinsiyet bugün yaygın olarak, toplumun kadın ve erkekler için belirlediği kıstasların kişilere dayatılmasına, onların da bu dayatılanları sorgulamadan kabul etmesine yol açan birikmiş ezberler bütünü olarak anlaşılıyor. Toplumsal Cinsiyet Eşitliği ise, insanların, cinsel özellikleri birer engele dönüşmeden hayatın bütün alanlarında hayallerini gerçekleştirmelerini amaçlayan bir ideal.
Bir kavram sorunu üretmiyor, sorun isimlendirilmeye ve tanımlanmaya ihtiyaç duyuyor. Toplumsal cinsiyet sorunlarına yol açan eski baskı türleri değişirken yerini yenilerine bırakıyor. İslami değerler açısından bakıldığında son derece haysiyet kırıcı olan bazı kabul ve muamelelerin, giderek ahlak ve dine bağlanarak tabileştirilmesinin bir sorun olduğu açık. İlk kez kullanıldığından bu yana geçen yetmiş yıla yakın bir sürede, mütedeyyin kesimlerde Toplumsal Cinsiyet kavramının karşıladığı sorunlar için neden farklı kavramlar oluşmadığı bu nedenle de önemli bir soru.
Toplumun daha durağan olduğu dönemlerde kol kırılınca yenin içinde kalıyordu. Son yüz yıldır, özellikle de yoğun göçlerin yaşandığı yetmiş yıldan bu yana evler eski evler değil, üretim mekânları da özellikle kadınlar için değişti. Şehirler kentleşiyor, geniş aile kasabalardan bile dünyaya dağılıyor. Kadınlar tarih boyunca hiç olmadığı ölçüde okullarda eğitim görüyor, yeni kuşaklar da işte bu şekilde eğitilen kadınlar tarafında yetiştiriliyor. Dijital teknolojiyi takiben mahremiyet kabulleri mütedeyyin kesimlerde bile belirgin bir şekilde farklılaşırken, yüzyıllar boyunca fazla değişmeden sürüp gelen kabul ve yargıların hiç değişmeden hükmünü sürdürmesi beklenebilir mi?
Sadece rüyalarımız değil, kekeme hallerimiz, potansiyel suçluluk hissimiz, yanlış anlaşılmaya dair endişelerimiz, böylelikle de bir Dostoyevski kahramanı gibi sürekli kendimizi izah çabamız, ayrıca tatlı sözlere ve romantik düşlere kanma eğilimimiz, benliğimizde oluşmuş hasarlar karşısında bir fikir veriyor. Kadınların benliğinde hasarlar oluşturan utanç yükünün kaynakları, erkekleri de cinayet işlemeye zorluyor. Hodgson İslam’ın Serüveni’nde bütün Akdeniz kuşağında mevcut erkeklik onuru anlayışı üzerinden tartışıyordu bu cinayetleri. Zaman akıp giderken oluşturulamamış medeni ilişkilerin, sağlanamamış muaşeretin yerini tutuyor linç ve cinayet.
Yanlış Anlaşılma Korkusunun erkeklerdeki karşılığı, Yenik Düşme Korkusu olarak ifade edilebilir. Toplumsal cinsiyete dair kökleşen yargılar, her iki cinsi de daha fazla insanlaşma yolunda baskı altında tutuyor. Kavramın kökeni kirli, tamam; ancak uzun dönemlere yayılan tartışmalar boyunca o kadar çok tespit, izah ve yorum içererek yayılmış ki bugün yerine bir başka kavramı öne sürmekte zorlanıyorsunuz.
Toplumsal Cinsiyet, yüz yıl önce adaba hatta namusa aykırı bulunup da bugün olağan karşılanan bazı muamele ve yaklaşımlarda kendini gösterir. 18. yüzyılın başlarında İstanbul’da yaşayan bir erkek, “kızım doğdu” demek ve ondan ismiyle söz etmek yerine, “Bana bir misafire, bir mesture verildi,” dermiş. Gerçi aynı dönemlerde Ahmet Nedim Tör, kızı Hatice Nevhiz’e hitaben, daha doğmamışken onun adıyla bir günlük tutmaya başlıyor: Nevhizin Günlüğü: (1912-1916) Günümüzde metroda genç adamların, “Eşim hamile, kendini iyi hissetmiyor, yer verebilir misiniz?” diye ricada bulunduğunu tanık oluyoruz, aramızda yadırgayanlar olsa bile o kişiyi edepsizlikle suçlamıyor kimse.
Yeni Devir gazetesinde köşe yazıları yazmaya başladığımda 23 yaşındaydım. Yazılarımda söylemler ve fiiller, değerler ve uygulamaları arasındaki tutarsızlıkları, çeşitli örnekler üzerinden, biraz da gençliğin verdiği pervasızlıkla eleştirirdim. Saygı duyduğum ancak hiç karşılaşmadığım bir âlimin bir mesajını iletti ortak tanıdıklar: “Yazarken adını kullandığı için onun adına hicap duyuyorum,” demişti. İşte bu, bizim bir ad koymadığımız ama Batı’da “toplumsal cinsiyet” diye adlandırılan ve feminist araştırmalarla, akademi tezlerle dilimize yerleşen olgunun kapsamında yer edebilecek bir yargı.
Eski cahiliye sistemlerinin “fitne” söylemi üzerinden salt bedene indirgeyerek edilgen kılmaya çalışmasına benzer şekilde, günümüzün modern sistemleri de kadını esaretten kurtarma iddiasıyla yeni bir beden merkezli edilginliğe sevk ediyor. Fatıma Mernissi’ye göre kadın Doğu toplumlarında mekana, Batı toplumlarında ise zamana hapsediliyor. Hangisi daha acıklı acaba? Mernissi Haremden Kaçan Şehrazat’ta da kadınlara 42 beden dayatmasının acımasız bir Batı haremi kuralı olduğunu savunur.
Kamusal alanda kadın erkeksi bir ses tonu edinmediği veya varlığını erkek beğenisine göre biçimlendirmediği takdirde, aşırı bir gayret göstermelidir ki yetenekleri körelmesin de kendini geliştirsin, ekmeğini kazanabilsin. Kadın toplumda da siyasette de tabii bir kendilikle yoktur, söylemleri yapılandırmada etkili olacak, yanlış anlaşılmaları tarif edip de değiştirecek oranda yoktur ve bunun duyurduğu büyük boşluk yüzünden toplumsal cinsiyet hemen her zaman kadının yaptıkları/yapmadıkları üzerinden konuşulur; aile de öyle…
II- Simone de Beauvoir İkinci Cins’te verili kadınlığın doğuştan, özden gelmeyip insanlık-medeniyet tarihinin oluşturduğu, kültür tarafından tanımlanan bir olgu olduğunu söylüyordu. Feminist gelenekte hemen her zaman bu şekilde açıklanmış olan toplumsal cinsiyet kimliği, feminist siyasetin yeni biçimlerinde olumsuz bir inşa biçimi olarak eleştiriliyor. Judith Butler işte böylesine kesin bir dille tanımlanan bir kadın kimliği olgusunun da bir inşa olduğunu, söylem öncesinde de sonrasında da bu şekilde bir kadınlığın mevcut olmayıp kurgulandığını öne sürüyor.
Kendi feminizm teorisini postyapısalcılık ve psikanalizm üzerinden geliştiren Butler, toplumsal cinsiyet tartışmalarına konu olan ikili karşıtlıkları beden, cinsiyet, söylemsellik, olumsallık ve performatiflik gibi kavramlarla birlikte ele alarak sorguluyor. Cinsiyet Belası’nın yazarına göre, cinsiyetlilik alanında bir önceden söz edilemez. Buradan hareketle kadın ve erkek kategorilerinin tarihsel, kurulmuş, böylelikle değişken olduğu sonucuna varıyor Butler. Alternatif kimlik performanslarının olanaklı ve tekrara yol açan toplumsal cinsiyet normlarının yerinden edilebilir olduğunu savunuyor. Biricik, evrensel ve sabit kadın ve erkek kimliklerinin, çoklu ilişkiler alanında mevcudiyet kazanan iktidar tarafından varlığını sürdürmenin bir gereği olarak üretildiğini öne sürüyor. Evrensel ve sabit bir kadın-erkek ikiliğinin karşısına siyasal, kültürel ve toplumsal kesişmelerin çoğulluğunda icra ettiğini düşündüğü farklı, çoğul, değişime açık, akışkan cinsel kimlikleri koyuyor. Toplumsal cinsiyetli beden performatiftir Butler’e göre, tekerrür ve ritüelde kendini doğallaştırır, yani, bedenin cinsiyeti konusunda ontolojik bir statüden söz edilemez. Performatif olmak burada cinsiyetliliğin belirli standart, kabul ve kurallara dayalı eylemlerin tekrarı yoluyla doğallaştırılması ve oluşmasıdır.
Butler eleştirisinde beden gibi kimliği de göreceleştirirken binlerce yıl süren insanlık tarihinde, kadınlık ve erkekliğin hiç değişmeden akan ve aile kurumunu da vazgeçilmez kılan nitelikleri üzerinde durmamayı tercih ediyor. Bu eksikliğin sorularıyla ilgili olabilir, 22 Temmuz 2019’da New York Times’ta yayımlanan bir röportajında “Artık neyin performatif olacağından emin değilim,” demekteydi. Bu cümlede beliren şüphe, cinsiyetli bedenin olumlu bir şekilde kavranışında tekerrür ve ritüellere yüklenen belirleyici anlamın o kadar da sağlam bir dayanak olamayacağı tespitini getiriyor önümüze. Şüphesiz insanlık tarihi ağırlıklı olarak kendini bir erkeğin eşi bir kadın ve kendini bir kadının eşi olarak tanımlayan bir erkeğin evliliğinden doğan aile temelinde sürdürdü akışını. Marjorie Perloff’un ifadesiyle, “…erkek ve kadın kavramlarını ortadan kaldırmaya ve herkesin istediği cinsiyette olmasını talep etmeye yönelik mevcut yönelim aslında Eşcinsel davaya zarar veriyor, çünkü her şeyin bir tercih ve zamanın modası meselesi olduğunu ima ediyor. Bütün bir toplum bu şekilde işleyemez. Uygar dünyada, her zaman olduğu gibi bir tür aile yapısı olmak zorunda.” (Marjorie Perloff, “Avangart ve Eskataloji”, Türkçesi: Rıdvan Temiz, Buzdokuz, Eylül Ekim 2022.
Beri taraftan, dışlanmış kesimler tarihin hiçbir döneminde olmadığı ölçüde kendilerini ifade edebilecek imkanlara sahipler bugün. Uzun dönemler boyunca aşağılanıp hedef gösterilmekten, faili meçhullere kurban gitmekten, mobbinge maruz kalmaktan kaynaklanan bir acı birikimi, yeni kuşak eşcinsel gruplarda yer yer negatif bir nihilizm içeriğiyle dışa vuruyor. Nihilist gruplar da zaman içinde kendi içinde ayrışacak. Bu dönemsel bir olgu. Hiçbir kesim tamamen yekpare değil.
Cinselliği de dahil kişi yetişirken kendinde keşfettikleriyle çatışır bazen, bazen nispeten kolay bir uyum sağlar. İnsan bedeninden fazla bir varlık, bu nedenle de kendisini verili normların yaşattığı çarpıtmaların ötesinde keşfedip fark etmekle mükellef. Ancak, kimse, ebeveyn veya doktor, bir çocuğun bedenini bir deney tahtası gibi kullanma hakkına sahip olamamalı. Bilimci görüşlerini birkaç yıl sonra değiştirebiliyor, ancak bedeniyle erken yaşlarda oynanmış bir çocuğun yetişkinliğe adım atarken, “artık emin değilim,” demesi bir oyunun içindeymiş gibi sorunsuz gerçekleşmeyecektir.
Anthony Giddens, 80’lerde yayımlanan Mahremiyetin Dönüşümü’nde, “üreme zorunluluğundan kopmuş plastik cinsellik”ten söz etmişti. Kadınlığı, anneliği, babalığı, eş olmayı, çift ilişkisini bilinen en yaygın tanım ve kabullerin ve alışılagelmiş aile modelinin dışında tarif etme yönelimi çoktandır popüler kültürde yer buluyor. Kadınlık ve erkekliğin olağanlığının dışındaki tanımlanışlarına özgü bir taşma yaşanıyor kamusal alanda. Modern dönemlerde farklı saiklerle bastırılan ya da toplumdışı bırakılan cinsel eğilimler, yeni teknolojilerin sağladığı ifade imkânlarından da yararlanmak suretiyle bastırıldıkları alan ve durumlardan taşarak kamusal bir görünürlük kazanıyorlar. Herhangi bir ekranda ansızın beliren eşcinsellik ifadeleri, mahremiyetin sınırları üzerine yeniden düşünmeye sevk ediyor. Kadınlık ve erkeklik küreselleşme sürecinde egemen hale gelen “marjinal” kültürler tarafından yeniden tanımlanıp biçimlendiriliyor.
Toplumsallığa ve hayata aile zaviyesinden bakan Müslümanlar için cinselliğin kamusallaşmasını getiren dönüşüm zorlu sorularla dolu. Mahremiyet ölçülerimiz ve yargılarımız bir kumanda tıklamasıyla odalara giren plastik cinsellik karşısında şaşkına dönüyor. Film ve dizi gösterim ağlarının hemen hepsinde eşcinsellik ifadeleri, imgeleri, sahneleri yer alıyor. Bu artışı sadece bir komplo olarak görmek olguyu bütün gerçekliğiyle fark etmeye izin vermiyor. Sinema alanında eşcinsel kişilikler her zaman yoğun ve etkili bir faaliyet içinde olmuşlardır.
Çorbaya ne atılmışsa o kaşığınıza çıkıyor. Giderek genişleyen ve çeşitlenen seyirlik okyanus karşısında kendine has bir bakış teorisi ve buna dayalı bir sinema için İslami çevreler hangi ölçüde elini taşın altına sokuyor sanki?
Zaman ve mekâna göre kültür yeniden oluşurken bazı cinsiyet rollerini de esnemeye mecbur ediyor. Biriken kültür temelinde yükselen medeniyet tabii olanı bastırıp kendi beka anlayışına göre yeniden tarife yöneliyor. Erkeklerin ölümcül maden ocağı işçiliği yolculuğuna mahkumiyetiyle erkek egemen kültürün korunması arasında güçlü bir bağ var. “Sen de kadın mısın?” diye hor görülüyor kadın veya tersine, erkek, “Sen de erkek misin?” şeklindeki aşağılamaya maruz kalıyor. Çığırından çıkarılan erkeklik mafyatik güç alanlarında kimlik ararken, çığırından çıkarılan kadınlık, femme fatale (felakete götüren kadın) değilse de satışa sunulan bir metaya indirgeniyor.
Toplumsal cinsiyet eşitsizliği ve farkı konularında tarih boyunca hiç değişmeyenler ve değişenler var. Kadınların dil ve anlatı alanındaki zaafları sözlü ve yazılı kültürde yeterince yer edinememe halinden bağımsız düşünülemez.
Belli bir zamana ve belli bir mekana kayıtlı, bütün çizgileriyle kesinlik kazanmış erkeklik ve kadınlık rolleri üzerinden öne sürülen yargılara bakılırsa, kadınlar mesela pilot, erkekler ise hastabakıcı olmamalı. Kadın şiir yazamaz, kadınlar roman okumamalı…
Bu şekilde insani yetenek ve tutkuları keskin hatlarla birbirinden ayıran katı cinsiyet rolleri bir tarafa; Butler’in kuramında cinsellik yapısal açıdan tamamen dağılmaya bırakılıyor. Ontolojik bir statüden, bir öncelikten, bu önceliğe ilişkin belirli değer ve ölçülerden söz edilemeyen yerde trajik kişisel hikâyelere bağlı olarak kaosu varlık zemini haline getiren cinsel kimlikler çıkıyor ortaya. Böylelikle hasıl olan dağılma cinsiyete ilişkin katı, kemikleşmiş rolleri yok edermiş gibi yaparken, aslında çok daha fazla aşikâr hâle getiriyor. Öylesine bir dağılma içinde cinsiyetin yeniden “bir bela” olarak sökün etmesi hiç şaşırtıcı olmasa gerek.
III- Kendi toplumsal cinsiyet kabullerimizin –haddizatında sürekli yapılması gereken- eleştirisinden yoksun bir tanımlama çabası, öncelikle kendi varlığını kavrama yönünde bir bariyer oluşturuyor. Muhafazakâr Müslümanlar, yukarıda belirttiğim gibi, özellikle kadınlar için belirli (bazen de muhayyel) bir zaman ve mekân üzerinden gerçekleşmiş bir toplumsal cinsiyet modelini mutlaklaştırıyorlar. Şehirler değiştiği, göçler yaşandığı, üretim araçları başkalaştığı halde, ailenin çökmekte olduğuna dair kötümser bir yargı ve kısmen gerçeklikten kopuk bir aile tasavvurundan hareketle, sorunları net bir şekilde tanımlamaktan uzak bir panik tavrı sergiliyorlar.
“Kültürde erkek erkektir kadın da kadın. Aksine medeniyet farklılığın ortadan kaldırılacağını ilan eder,” der Aliya, Özgürlüğe Kaçışım’da. Bu tespitleri nasıl anlamalıyız? Kültür açısından fark varoluşsal bir değer taşır. Biri, ötekiyle aynı olduğunda kendisi olmaktan çıkar. İşte bu anlamda tek tip bir kadınlık yok, tek tip bir erkeklik de yok; biz her niyetimiz, her fiilimizle daha fazla insan veya daha az insan olur, özel veya toplumsal ilişkilerimizde bunu yansıtırız. Mesele şu ki tahakküme dayalı ilişkilerde birbirini insani açıdan geliştirmeden söz edilemez.
Toplumsal cinsiyet bazen insanlığımızı bastıracak şekilde yorumlanır kültürde, İslam bunu sineye çekmemizi istemez. Mekke, ticaret toplumuydu, hâkim ticari ağlarda erkek güçlü, baskın figürdü. Medine’de kadınlar tarım toplumu içinde bir güç kazandılar. Öyle ki bu güç sahabe arasında tartışmalara yol açmaktaydı. Peygamberimizin (sav) bu konuda eleştirel bir tutum sergilediğini okumuyoruz rivayetlerden. Abdullah b. Ömer (74/693), ilk müslüman erkeklerin cahiliye döneminden kalma bazı alışkanlıklar yüzünden İslam’ın kadına kazandırdığı yeni konumu kabullenmekte nasıl zorlandığını şöyle anlatıyor: “Biz Resulullah zamanında hanımlarımıza söz söylemek ve istediğimiz gibi davranmaktan, hakkımızda bir vahy gelir korkusu ile sakınırdık. Hz. Peygamber vefat edince istediğimiz gibi konuştuk ve istediğimiz gibi davrandık.” (Buhari, Nikah, 80).
Asrı Saadet kadınları seçtiler, atandılar, siyasi alanda eleştirilerini esirgemediler ve miras hakkıyla birlikte ekonomik bir dayanağa sahip oldular. Ev işlerinin yanı sıra eczacılık yaptılar; müfettiş, fakih, şair, vaiz, lider, deri işi ustası, eczacı olarak çalıştılar. Yüz yıllar akıp giderken hurafelerle sessizliğine hikmet yüklenen kadınlara dönüştü bir kısmı. Mohja Kahf’ın Batı Edebiyatında Müslüman Kadın İmajı kitabında araştırıp ortaya koyduğu, konforlu ortamlarda rehavet içinde tasvir edilen ve sessizliğine hikmetli ya da romantik anlamlar yüklenen kadınlar hangi ressamlar, şairler, yazarlar tarafından ve nasıl bir cevapsızlık hali içinde kurgulandı? Gerçeklikle hayali ve kurgusal olan arasındaki mesafedeki dile gelmeyen/getirilmeyen üzerine ne kadar soru sorulsa az.
Sorunları çeşitli boyutlarıyla ele alıp konuşmadığınız takdirde kavramlar geliştiremiyor ve farklı çevreler tarafından geliştirilmiş kavramlarla yapılan tartışmalara yakalanıyorsunuz.
Mahremiyet hiçbir dönemde olmadığı ölçüde kamusal alan tarafından yutuluyor artık. Şu var ki kamusal ortamlarda önce heteroseksüel cinsellik göründü, homoseksüel cinsellik onu takip etti. Batı’da toplumsal cinsiyet tartışmaları ele alınmaya başladığında Müslüman dünya ve İslami kesimler, o döneme kadar modernite karşısında birikmiş sorularını hâlâ dağınık bir şekilde ele alıyor, ancak kadın meselelerini konuşmayı önemli bulmuyorlardı. Elbette ki toplumsal meselelerimizi Batı etkisinden bağımsız bir şekilde derinlemesine yapabilmeliyiz. Netflix filmlerinin aile değerlerini tahrip ettiği hep dile getiriliyor. Öyleyse varlıklı Müslümanlar neden farklar ağlar oluşturmak için harekete geçmiyor? Böyle bir çaba elbette öncelikle sinemayı ciddiye alıp bu alanda yetenekli gençleri desteklemeyi gerektirirdi.
Sinema örneğini, sorunu panik hissiyle konuşmanın bir yararı olmadığını anlatmak için verdim. Biz Müslümanlar hep bir şeylere yakalanıyoruz iki yüz yıldan bu yana, kervanı yolda düzene sokma alışkanlığından bağımsız düşünülemeyecek bir şekilde. Kendimizi sürekli mazur görüyoruz, tanımlamakta zorlandığımız sorunlar karşısında. Sürekli bir tepkisellik hali içinde Batı’yı sorguluyoruz. Oysa kendimize yöneltmemiz gereken sorular daha öncelikli. Halimizden memnunsak mesele yok zaten, değilsek de buna yol açan hataları nasıl tamir edeceğimizi çoktan öğrenmiş olmalıydık. Batı bizi bizden çok düşünecek değil.
Bir şeyleri ola ki ortaklaşa bozuyorsak ortaklaşa düzeltebiliriz. Birbirine veli olmanın başka nasıl bir anlamı olabilir? Cinsler birbirini zenginleştiriyor veya tersi oluyor. Güç, baskılama yöntemi haline geldiğinde, tahakküm olağanlaştığında, tabii olan da güdükleşerek eksiliyor varlığından; ancak bu güdükleşme hayatın her alanını etkiliyor. Kadın ve erkeğe ait olanın abartılı, taşkın imgelerinin derinlerinde büyük yaraların sızısı var. Hiç olmazsa bu yaralar üzerine düşünelim. İnsanlık şartlara teslim olmamakla kazanılan bir hâl, bir konum.
Şüphesiz, toplumsal cinsiyet olgusu bütün cevapları hazır edilmiş bir paketten oluşmuyor. Farklı toplumlarda ve farklı dönemlerde bambaşka muhtevalar kazanabilir bu olgu. Toplumsal güç kaynakları, yeni dinamikler ve hareketler yeni göstergeler koyar ortaya veya dalgalanmalar üzeri örtülmüş olanı açığa çıkarır. Her dönemin yeni soruları ve yeni meseleleriyle bir kez daha mükellef oluyoruz, hak ve ödevler, saygı ve sevgi, insanlık ve ahlak, dil ve kültür üzerine düşünmeye.
Kaynak: farklı bakış