Toplumda Mutlu Bir Azınlık ve Çekilen Sıkıntılar

Şakir Diclehan Yazdı;

Toplumda Mutlu Bir Azınlık ve Çekilen Sıkıntılar

Hakikat uygarlığının, tanımını yaptığı “Devlet” modelini, ideal devlet formunu, egemenlik gücünü bağışlayan gerçeğe teslimiyet ruhunu hayatın bütün alanlarına sinmesi için ne yapmamız gerekiyor?

Konuya bu kadar önem vermemizin ve üzerinde durmamızın nedeni, gelir dağılımının bozulması, maddi sıkıntılar içinde debelenen insanımızın maneviyat çeşmesinde su içemeyecek bir noktaya gelmesinden ötürüdür.  “Hikmet, devlet, devlet, hikmettir” sözünün bir peygamberle, yani Hazret-i Süleyman’la zirveye ulaşması, gücün,  tüm boyutlarıyla adeta efsanevi sınırlara erişmesi ve baş eğdirilişle baş eğiş, özgürlüğünün potasında altın senteze varması, bizim için örnek alınacak ve dersler çıkarılacak niteliktedir.

Tüm dünyada gelir dağılımının belli ellerde toplanması, huzursuzlukları artırmış ve insanların mutsuzluğu için adeta bir yarış başlamıştır günümüzde… Bizi asıl ilgilendiren, ülkemizdeki uygulamalar ve umudu kalmamış insanımıza geçici de olsa bir parça umut şırınga edebilme ortamının sağlanıp sağlanmayacağı konusu oldukça önem kazanmaktadır…

Nüfusun fazla, coğrafyanın geniş olması, günümüzde bir şeye yaramıyor. Çünkü tekniğin korkunçluğu o dereceye varmıştır ki, mesafeler ve nicelikler sıfıra inmiştir artık…

Uluslararası tekeller öylesine oluşturulmuştur ki, İslam dünyasının ve Ortadoğu coğrafyasının sakinlerinin bu acıklı durumunu görüp te haykırmak isteyenlerin sesi pek duyulmuyor, daha uygun bir deyimle haykırmak isteyenlerin sesi duyurulmuyor. Sanki bir kuyunun dibinden sesleniyorlar ve kuyunun ağzı da kapalı…

Bu kesimler, mikrofonlarla, haykırmak isteyenlerin seslerini fısıltıya dönüştürmek için bir çaba içinde oldukları görülüyor. Çok garip değil midir, dinleri, seslenmek için minareye sahip iken, onlar kuyudan sesleniyorlar.

Toplum, bir umutsuzluk halet-i ruhiyesi içinde ve vurdumduymazlık bataklığında debelenip durmakta ve herkes gününü gün etme sevdası peşinde koşmaktadır..

Son yapılan araştırmalara göre ülkemizdeki gelir dağılımı, yüzde yirmilik bir kesimin elindedir. Ruhumuzdaki vurdumduymazlık ve donmuşluğun kirli kan damarını koparıp atmadıkça bu durum sürüp gidecek ve hiçbir zaman da mutluluk gelmeyecektir ülkeye…

Yetmiş yıldır ülkede sağ denilen partiler egemen olmuş ve onlar bu memleketi idare ediyorlar. İnsanlara geçici bir zaman dilimi içinde bir parça refah yüzünü gösteriyor, bulutlar arasındaki ay gibi görünüp kayboluyor, fakat ardında tsunamiye benzer fırtına ve boralar kopuyor.

Devlet imkânlarını, tüm halkların mutluluğu için kullanacaklarına, kendi yandaş ve bağlıları için kullanan politikacıların, baharın bir gün biteceğini ve günün döneceğini unutuyorlar…

Sıkıntılar gelip çatınca da, başlıyorlar umut tacirliğine, boş vaat ve sözlerle halkı kandırmaya… Diğer yandan, insanımız o denli politize olmuştur ki, liderlerin yaptıkları yanlışları, hep doğru görüyor ve o hataları asla görmüyorlar…

Türkiye’de, geçmiş dönemlerde ortaya çıkan siyasi bunalımların kökünde gençliğe önem vermemeleri ve partilerin kültür faaliyetlerini gerektiği kadar ve gereği gibi önemsememelerinin yattığını kimse kabul etmek istemiyor.

Bilgi dağarcıkları boş olanlar için fazla bir alternatif yoktur. Kültürsüzlük ya da Necip Fazıl’ın deyimiyle Onbaşı Kültürü…

Necip Fazıl’ın 1973 yılında kaleme aldığı “Türkiye’nin Manzarası” adlı eserinde konuyu enine boyuna ele alıyor ve: “Mustafa Reşit Paşa’dan beri başımıza musallat olan boyacı küpü mamulü çeyrek aydınlardan bahsediyor: “Bunların seviyesini tayinde en güzel tabir Fransızların (Culture de Caporal- Onbaşı Kültürü) dedikleri ölçüdür” diyor.

Necip Fazıl’a göre; “Onbaşı kültürü, cihanı bütün meseleleriyle ilkokulun okuma kitabı çapında tanıdıktan sonra bu tanımayı kültür zannetmek ve artık hiçbir meseleye nüfuz edemez olmak, bilme ve anlama istidadını da kaybetmek diye ifade edilir.”

Devam edelim: “Onbaşı kültürü, bazı meselelerin kabuğunu görüp içine ebediyen yabancı kalmanın ve bir fikir çilesizliği içinde mağrur bir hamakat edasına bürülü rol kesmenin ve lügat parçalamanın en canlı ifadesidir ve bu ifadeyi hele Cumhuriyet devri politikacılarında, tek tel sırması ve tek düğmesi eksiksiz bir üniforma gibi seyretmekten kolay bir şey yoktur… Terzi veya berber kalfası bile mesleğinde ehliyet belirtmek için yıllarca çalışır, kendisine göre bir nevi çile çeker ve bir esere dayanırken bunlar mebus veya bakan olmak için bu şehadet ve teminat unsurlarından hiç birine ihtiyaç duymazlar ve belli başlı bir göze görünme usulüyle devlet recüllüğü (adamlığı) makamına konuverirler. Halk da bir türlü anlayamadığı bu tecelli karşısında ensesini kaşır, durur.”

Dün böyleydi ve bugün de aynı anlayış ve kalitesizlik sürüp gidiyor ne yazık ki… Evet ilkokul hayat bilgisi ve inkılap tarihi kitapları seviyesinde bir çapsızlıkla, çarşamba pazarında karpuz satan manav üslubuyla konuşuyorlar politikacılar…

Kurtuluş: Başını, iki elinin arasına alıp iktidara geldiğimde: “Size gözyaşı ve kurtuluş için sıkıntı vaat ediyorum… İsrafa paydos diyeceğim… Adalet, eşitlik ve özgürlük getireceğim ülkeye… Savaşı bitireceğim ve yüz yıldır süren Kürtlerle ilgili problemleri çözeceğim… İdari kadrodakilerin kılcal damarlarına kadar girmiş ve işlemiş İttihat ve Terakki zihniyet ve ırkçılığına son vereceğim…”

Demagoji ve şarlatanlığın hiçbir alanda ve hele en çok politik arenada geçerli olmaması için seviyeli bir düşünce ortamının doğurulması gereklidir… Bu yapılmadıkça ülkeye ne huzur gelebilir ve ne de ülkede refah oluşabilir…

 

Kaynak: Farklı Bakış