Toplum ve Siyaset Takiyyeye Teslim

Mehmet Alkış Yazdı;

Toplum ve Siyaset Takiyyeye Teslim

Takiyye, muhataplarını aldatmak için inanmadığına inanıyor gibi davranmaktır. Görüşünü, düşüncelerini, inançlarını, siyasal görüşünü, bağlı olduğu grubu, gittiği yolu saklamayı hedefleyen bir yöntemdir. En açık ifadesiyle ifade etmek gerekişe, yalan söylemektir. Genelde ağır baskılar altında kalanların, hayati tehlike içinde olanların, korku ve endişe içinde yaşamaktan kurtulmak amacıyla geçici olarak başvurmaları meşru görülen bir yoldur.

Ancak çok zor şartlarda bir olayla sınırlı ve geçici olarak başvurulabilecek bu yol, kimileri tarafından adı konmadan kalıcı ve sürekli bir hayat felsefesi biçimine dönüştürülmüş bulunuyor.

İlginç bir şekilde; takiyyenin meşru ve ahlaki olmadığı söylemlerini en çok tekrarlayanlar, bu yönteme en çok başvuranlar olarak karşımıza çıkıyor. Ortalık böylelerinden geçilmiyor. Başta siyasetçiler olmak üzere, toplumda rol model konumunda olanlar bunu olağan bir davranış kalıbı haline getirip içselleştirdikleri için toplum da büyük ölçüde bunu benimsemiş bulunuyor. Öyle ki, yalana teslim olmuş bir toplum duruyor karşımızda.

En fazla siyasetçilerin sarıldığı bu yönteme, her kesim tarafından çok yaygın biçimde başvurulduğuna şahit oluyoruz. Denilebilir ki; bütün siyasi gruplar, hiçbir sakınca görmeden, takiyyeyi, yani yalana dayalı siyaseti vazgeçilmez bir gelenek biçimine dönüştürmüş bulunuyorlar. Belki de işin başında devleti kuranlar başvurdukları için bu yöntem geleneksel bir kabul görüyor.  

Zira takiyyeci davranış biçiminin en tipik ve çarpıcı örneklerine 1919 ile 1923 yılları arasında Cumhuriyetin kurucu kadrosunun başvurduğunu görüyoruz. Devletin imkânlarını ve halkın gücünü kullanabilmek maksadıyla bu kadro, mücadele yılları boyunca; Dine, Hilafete, Saltanata, Ümmete ve toplumun değerlerine bağlı olduklarını her fırsatta dile getirmişlerdi. Batıya, sömürgeciliğe, emperyalizme, ırkçılığa karşı mücadele ettiklerini beyan etmişlerdi. Sadece beyanla kalmayıp kurucu kongreler, beyannameler, yasalar ve en önemlisi anayasa ile bunları hükme ve karara bağlamışlardı. Bundan dolayı; başta Türkler ve Kürtler olmak üzere içerideki ve dışarıdaki Müslümanların ve emperyalizm karşıtı diğer halkların desteğini almışlardı.

Ne var ki; savaş bittikten sonra, akıl almaz bir dönüşle bağlı olduklarını sayısız kez açıkladıkları bu değerleri ortadan kaldırmak için bütün güçlerini seferber ettiler. Kendileri gibi düşünmeyen kadroları tasfiye ettiler, kurumların varlığına son verdiler. Karşı olmakla övündükleri emperyalistlerin tüm taleplerini yerine getirdiler.

Yirmi beş yıl süren Tek Parti Dönemi sonunda, sözde demokrasiye geçerek hayat hakkı tanımadıkları karşıtlarının da yaşamasına izin vereceklerini açıkladılar. İnsanların, inancına uygun davranabileceklerini, baskı ve dayatmaya başvurmayacakları sözünü verdiler. Ancak hem baskı ve dayatmaya devam ettiler, hem de verdikleri çok sınırlı özgürlüğe de tahammül etmeyip sözlerinin arkasında durmadılar. Darbeyle kurudukları sistemi sürdürmek için yeni darbelere başvurdular.

Baskıya maruz kalan çocuklar gibi, bireyler ve toplum da genel olarak direnç göstermeyip takiyyeyi/yalanı davranış kalıbı haline getirdi. Öyle ki; herkes gerçek kimliğini, inançlarını, dünya görüşünü; hatta hayallerini saklar hale geldi.

Müslümanlar, inançlarına aykırı olan birçok şeye taraftarmış gibi davrandılar. Sağcılığı, Türk milliyetçiliğini, devletçiliği, ılımlı İslam’ı, cemaatçiliği, örgütçülüğü, muhafazakârlığı, demokratlığı İslam’ın yerine ikame etme aç gözlüğüne düştüler. O kadar ki; İslam’a bilinçle bağlı olduğunu iddia eden sayısız cemaat, grup, tarikat, kuruluş ve bireyler var ama ortada İslam’ın hakikatinden eser yok.   

İnanmayanlar da benzer davranışlar sergilemekten geri durmadılar. Dini, birey ve toplum hayatından silmenin gerekli olduğuna inanan ve bu yöndeki çabalara destek verenler bile yeri gelince “ben de Müslümanım” diyebiliyorlar. Her türlü dini inancı reddeden Materyalizmi temel alan Marksistler de Müslüman olduğunu ifade edebiliyor. Dinin bir dünya görüşü olamayacağına inanan ve sekülerizmin birer türevi hükmünde olan sağcılık, solculuk, milliyetçilik, liberalizm, muhafazakârlık ve benzeri akımların savunucuları da çoğu zaman Müslümanlığı kimseye bırakmıyorlar.

Bu akımların Türkiye’deki siyasal karşılığı olan farklı, hatta karşıt görüş ve ideoloji bağlılarının tümü neredeyse Müslümanlığı diğerlerine bırakmamak konusunda ön sırayı kapmak için yarışıyorlar.

Ama dönüp baktığınız zaman kişisel hayattaki varlığı dışında içi boşaltılarak istismar edilen; hayatın bütün alanlarını kapsayan hükümleri, önerileri, ilkeleri ve ahlakı rafa kaldırılan bir Din/İslam’dan başka bir şey görünmüyor.

Elbette “Müslümanım” diyen birine “Müslüman değilsin” deme hak ve yetkisine kimse sahip değildir. Ama şu soru kendiliğinden zihinleri baskı altında tutuyor: Din/İslam’ın bu denli istismar aracına dönüştürülmesine; belirsiz, hükümsüz, hayatla ilişkisi koparılmış, yozlaşmış, kimliksiz hale gelmesine kim neden oluyor?        

Müslüman dünyaya ait bir kavram olarak üretilmiş olan takiyye, aslında diğer kültürlerde de farklı adlarla ifade edilen ve yaygın olarak başvurulan bir davranış kalıbıdır. Dindışı düşüncenin belirleyici olduğu ve sömürgeciliği meşru gören Batı’nın ilişkilerinde kullandığı “çifte standart”, gerçekte takiyyeden başka bir şey değildir.  Başta Afrika olmak üzere sömürüyü “uygarlaştırma” olarak adlandırması, konuyla ilgili son derece çarpıcı bir örnektir. Sayısız işgal, katliam ve soykırımlarına Irak ve Afganistan’da da yakından tanık olduğumuz gibi, Batı, işlediği bunca vahşeti, iyilik meleğinin eylemleri olarak sunmuştur. Uygarlaştırma misyonunu; demokrasi, insan hakları, gelişme, kalkınma, refah gibi kavramlarla da süsleyerek küresel niteliğini güçlendirmiştir.

 

Kaynak: Farklı Bakış