Sait Alioğlu Yazdı;
Canlılar âlemi içerisinde, kendisine “dünya işleri” “tevdi ve “teklif” edilen insanın, kendi şahsı işleriyle birlikte, yürütülmesinde ve bir sonuca bağlanmasında hareket ettiği dikkate alındığında, bir de bu işlerin birden çok insan adına ve “hep birlikte” gör(dür)ülmesi bir toplumun varlığına işarettir.
Toplumu, en alt ve önemine binaen başta aile, yakın akraba, sülale, kabile, “aşiret” kavim, ulus/millet, ümmet ve salt inançtan sadır olan dinleri ve mezhepleri kapsayan gruplar oluştura gelmiştir.
Birden çok insanı kapsayan yapılar, en başta kendi şartları içerisinde bir kategoriye tabi olup maddi planda en üst yapı olan cemiyetle anlam kazanır.
Ama herhangi bir sebepten dolayı, o yapılar kategorize ediliyor ise, o yapıların cemiyete erişimi engellenmiş olur ve bu şekliyle cemiyetin kendi yapısı da gelişme gösteremez duruma gelir.
Burada, temelde özcülük, yani kategorik davranma yatmaktadır. Özcülük, “belli bir gruba ait belli özelliklerin grubun tümüne genelleyerek, evrensel ve her tür bağlamdan bağımsız olarak var olduğunu savunma” düşüncesi olarak karşımıza çıkmış olur.
Günümüzde, devasa bir çerçeveye işaret eden cemiyet olgusu yerine toplum kelimesi tercih edilmektedir. Haliyle toplum, olgusal açıdan cemiyeti kapsamadığı gibi, zihinsel planda da ona ait zemini ve çerçeveyi göstermemektedir.
Esas konumuza dönersek; arz talep ekseninde, var olan işlerin gördürülmesi, var olan sorunların çözüme kavuşturulup bir sonuca bağlanması açsısından toplumu(burada cemiyet yerine kullanılacak) iki ana hatta ayırabiliriz; 1-Resmî(devlet) toplum, 2- Sivil toplum…
Konumlandıkları zemin, üstlendiği işler ve işlevsellik açısından her iki toplumun varlık sebebi(ontoloji) birbirinden farklı olup her biri kendi yanında farklı iki dünyayı işaret etmektedir.
Geçmişte ve günümüzde, çeşitli ideolojilerin uygulanmış bulunan iktidar süreçlerine bakıldığında, Doğu/İslam Dünyası’nda en tepe noktada bulunan muktedirlerle, toplum kesimine mensup sıradan bir şahsın söz konusu devlet olduğunda “devlet dediğin ne?” sorusu önem kazanır.
Bundan dolayı, “Sen, ben ve o.” Yani “devlet bizden oluşuyor” söylemi, sanki resmi ve sivil alanın hiç olmadığı(sivilliğin bir anlam ifade etmediği) böyle bir ayrımın gerçekçi durmadığı vs. vurgulanmış olur.
Böyle bir ifadenin, gerçekçi olmadığı halde resmi zevatın, buna tevessül etmesi “kendi bütünlüğü içerisinde” ne kadar makul ise de, sivil katmanda bunun hakikate aykırı düştüğü ve son derece yanıltıcı olduğu ifade edilebilir.
Hatta burada resmi, sivil ayrımını ontolojik açıdan iki farklı toplum üzerinden değil de, geçmişte ülkemizde yaşandığı açısından askeriye(seyfiye, Kılıçlı) ile kalemiye(bürokrasi, ya da salt memuriyet) açısından değerlendirdiğimizde dahi, karşımıza çıkan, farklı oluşumlara ve evrelere dayanan bir anlayıştan bahsedebiliriz…
Bu manzarada, ta Tanzimat döneminden bu yana, asker, toplumun karşısında ve ondan üstün(!) olarak arz-ı endam etmişti. Ama bu durum AK Parti döneminde bir hayli yıkıldı ve törpülenmiş oldu.
Zikredilen bu törpülenmeye bağlı olarak, bu üstüncü anlayış, devam eden süreçte Kemalist laik çevrelerin ve bazı sebeplerden ötürü AK Parti’ye ters düşen birçok “muhafazakâr çevrenin tepkisine yol açmış bulunmaktadır.
Toplumu ikiye ayırmıştık; resmî ve sivil olarak…
Yukarıda örneklendirdiğimiz üzere, resmi toplumu da; askeriye(seyfiye/kılıç tutanlar) ve kalemiye (Bürokrasi vs.) olarak iki kategoriye dâhil etmiştik.
Bu ikisi hep birden, aralarında, kendi işgal ettikleri alanlarını, birikim ve kazanımlarını elde tutma açısından bir mücadele var olmasına rağmen, konumuzu sağlama alma açısından bakıldığında, resmî toplum içerisinde değerlendirilebilir.
Her ne kadar, “devlet dediğin ne ki…” yaklaşımı bir miktar gerçeği yansıtıyor olsa da, konumlanış, iş tutuş, süregelen işleyiş ve işlevsellik açısından sivil toplum, var olan devlete düşman ve karşıt olmamakla birlikte “devlet dışı toplum” kalıbında mütalaa edilmelidir.
Ne yazık ki, özü itibarıyla saf ve berrak olan İslam’ın, asla ve asla anarşizme(buna Haricilik de denilebilir) kaçmadan ve ona tevessül etmeden insanı önceleyen tutumuna rağmen, saltanat anlayışının etkisiyle devlet aygıtını teminle birlikte onu kutsama düşüncesi, doğal olarak bizim sivil yanımızı törpülemiş ve büyük oranda ortadan kaldırmıştır.
Bu sakil durum Batı’da da aynı minvalde, ama az ya da çok farklı bir şekilde devam ede gelmiştir.
Batı’nın, hem modernleşmeye bağlı olarak ve hem de “Dünyayı İkinci Kez Paylaşım Savaşı”nın getirmiş olduğu yıkım karşısında toplumu öne çıkarma haklı kaygısıyla “Hükümet dışı Kuruluşlar; NGO; Non-Governmental Organizations” gerçeği ortaya çıkmış oldu. Ki, biz buna sivil toplum diyoruz.
İslam tarihinde birçok inanç bunalımına ve yönetim zaafiyetine yol açan Hariciliği dışta tuttuğumuzda, birçok İslami ekole bağlı insan açısından, var olan devleti düşman olarak görmekten ziyade, bazı açılardan onunla birlikte, birçok konuda da onun dışında konumlanmak isteyen bir irade söz konusu olmuştu.
Bizim açımızdan bu durum, ne yazık ki, Batı saikiyle Osmanlı son dönemine ortaya çıkan ve temelli olarak, günümüzde kendine yer bulan sivil toplumsal durum, modernleştirici politikalar sonucu bunalan günümüz insanına şifa kabilinden ilaç gibi gelmiştir denilebilir.
Hal böyle olunca, geçmişi bir miktar elde tutmaya çalışan, o dönemin artık ciddi anlamda bir işe yaramayan söylem(ler)ini günümüze taşımaya çalışan birçok “dinsel” yapının büyük bölümünün, yönetim erkinden bağımsız olarak sivilliğe değil de, kendini devlet’e yaslayarak var olma/var kılma düşüncesi ağır bastığında ortada sivil bir anlayışın, sivil toplumun ve olgusal olarak da sivilliğin berhava olduğu kabul görecektir.
Zaten bundan dolayı, çoğunlukla yanlış tanımlanma sonucu İslamcılık düşüncesi içerisinde konumlandırılması pek de mümkün görünmeyen birçok yapının, “kolaylık bağlamında” İslamcılık kartını kullandığı, ama geri planda ise, hangi form’a dahil ise, ona göre konumlandığı, görüş belirttiği ve eylemsellik içerisinde bulunduğu öteden beri aşina olduğumuz bir konudur.
Bu tür yapıların zihinsel planda, var olan İslami ilkelere ve “çağa ait olup geliştirilmesi gereken” durumlara yönelik açık bir bilgilenme ve netlik durumu pek olmadığından dolayı İslamcılığın, bu tür yapılara ağır gelmiş olduğu söylenebilir.
Bunun en önemli sebebi büyük oranda geçmişi tam olarak tahlil edememek, o tecrübeyi yaşamsallaştıramamak, ondan alınacak dersleri tam olarak talim edememekten kaynaklı anakronik halleri aşamamak ve bundan hareketle de İslam’ı “asrın idrakine” kabul ettirip aktaramamak şeklinde özetlenebilir.
Hal böyle olunca, her ikisi de, “kendi nam-ı hesabına göre” İslam’la ve geçmişle irtibatlı olduğunu düşünen, ama modern zeminlerde oluşmuş bulunan İslamcılık ile Selefiliğin(buna yeni yüzüyle Haricilik de eklenebilir) karşılaştığı yeni durumu, yani sivil toplum anlayışını idrakte aynı refleksi göstermeyeceği, göstermek istemeyeceği, mes’elenin yumuşak karnına işaret eder.
Bu ikircikli durum, kendini en çok da siyasi arenada gösterir.
Eğer var olan hareket mütekâmilen sivil toplum ise, birey, birçok konuda olduğu üzere siyasette tarafını belirlemede kendi inisiyatifine göre hareket eder, ama cemaatsel varlığı bilindiği halde yasallık anlamında hiçbir yerde kaydı, kuydu yok ise, burada taraf belirleme de bilinen bireysellikten, muğlaklığa kapı aralar.
Gerçi, ana gövde olarak cemaat olunduğu halde, yapı, yasallık içerisinde dernek ve vakıf şekline tezahür ediyor olsa da, eski bir alışkanlık içerisinde “cemaat kararı” siyasete yönelik yaklaşımı, ilgiyi, bağlılığı ve bağsızlığı da kendiliğinden ortaya koyar.
Ki, buna sivil toplum gölgesi altında “kaçak güreşmek” de denir.
Sivil toplum düşüncesi, yüzlerce yıldır, üzeri küllenen ve temelde Allah’a kendi hür iradesiyle kulluğu seçmiş, bunun yanında anarşizme(ya da Haricilik) ve toplumsal fasıklığa da mahal vermeyen, vermemesi gereken Müslümanın, bunun dışında duran yönetimsel yapılara karşı özerk olma, o minval üzere bulunma hâli mevcuttur.
Dahası bu mevcut hâl, insanın, dolayısıyla Müslümanın iradesi dışında pazarlık konusu yapılmasına engel teşkil etmelidir.
Bu saptamadan hareket ettiğimizde, insan/Müslüman, anarşizme mahal vermeden, topluma karşı vazifesini bihakkın yerine getirmeli, onu koruyup geliştirmeli, ileriye taşımalıdır.
Sonuçta küllî bir maslahata yönelik olarak da görülmesi gereken işlerine yönelik(güvenlik, barınma, özgürlük vb.) sivil toplum üzerinden devlete yol bulmalıdır.
Toplumu, iş görme ve gördürme açılarından iki ayrı kategori içerisinde değerlendirdiğimiz halde, iki kategoride de çoğu kez görünmez bir şekilde geçişler olmaktadır. Zira konuya salt toplumsal açıdan “alt yapı ve üst yapı” olarak bakarsak, alt yapı, aynı zamanda temel vazifeyi de gören sivil toplum(halk katmanı) olarak temellenir.
Haliyle üst yapı da, yine, kendi konumunu, temelini alt yapıya, topluma her şeyden ziyade “insan gücü” alanında muhtaç olan devlet aygıtının kendisidir.
Kaynak: Farklı Bakış