Tinin Fenomenolojisinde Köle – Efendi Diyalektiği

Yazarımız Abdullah Denizhan'ın Özgün İrade Dergisi dergisi 2020 Nisan-Mayıs (192-193.) saysında ve aynı zamanda ozgunirade.com'da yayımlanan yazısı...

Tinin Fenomenolojisinde Köle – Efendi Diyalektiği

1800’de Hegel, Schelling’e şöyle yazar: “İnsanın en temel ihtiyaçlarıyla başlayan bilimsel formasyonumda, kaçınılmaz biçimde bilime doğru gitmem gerekiyordu ve gençliğimin ideali kaçınılmaz biçimde bir sisteme dönüşmeliydi; insan hayatı temelinde bir eyleme dönmenin yolunun nasıl bulunabileceğini soruyorum şimdi kendime" [1] Bu arayış, Hegel için insanın düşünce tarihinin aslında bir serüvenidir. İnsan bilinç olarak çıktığı bu yolunda, kendisi ve nesneyle giriştiği ilişkiler sonucu öz bilincini yani felsefi düşünmeyi hedefi olarak seçer. Hegel’in ‘Tinin Fenomenolojisi’ adlı eseri insanlığın felsefi bir seyahat denemesi olarak tanımlanabilir. Bizlere bilincin kendini idrake doğru yaptığı yolculuğu anlatır.

Descartes, Kartezyen felsefesinin açıklayıcı cümlesi “cogito ergo sum” ile aslında ben’i tümüyle ihmal ederek, dikkatini düşünce üzerinde yoğunlaştırdı. Girdiği septik arayışlar boyunca zihnin birçok hali ile karşılaşmış ve nihayetinde şu an gördüğüm de bir rüya olabilir ama tüm bunlarda tek doğru olan düşündüğümdür. Düşünüyorum o halde varım diyerek, aslında insanı yalnızca düşünen bir varlık, varlığı(insanı) anlamlı sözcüklerden oluşan söylem, yani logos aracılığıyla açıklayan bir varlık olarak anlamıştır. Hegel’e göre insanın böyle bir tanımı doğrudur ancak büyük bir eksikliği içinde barındırır. “O aynı zamanda, varlığı açıklayan varlığı yani kendisini de kavrar ve birincisine (dış dünya, varlık) karşıt olarak konumladığı bu varlığa ben adını verir. O halde insan yalnızca bilinç değil, aynı zamanda bir özbilinçtir.”[2]

İnsanın kendini anlama süreci olarak özbilince ulaşması aslında kendisiyle nesne arasındaki ayrıma takılı kalan ve kendisini nesne kılamayan bilinç durumundan, var olan her şeyle birlikte kendisini kendi içeriği olarak alan “özbilinç” aşamasına geçiştir[3]. Bilinç bu haliyle yalnızca duyumsamaya dayanan ve belirli bir hesaplaşma içerisinde bulunmaktan oldukça uzak olarak yalnızca burada ve şimdi belirlenimlerinden başka hiçbir özelliğe sahip değildir. Tüm bu süreç aslında özbilincin doğumuna şahitlik etmektedir. Çünkü bilinç doğa ve nesneyle girdiği iletişiminde yalnızca duyumsama içinde kalmayıp artık anlamlandırmak isteyecektir. Böylece “doğayı açıklamak için doğaya yönelen bilinç, kendisine dönmektedir. Kısır ve olumsuz bir döngü içinde değil üretken ve olumlu döngü içinde, özne kendi kendisini içeriği olarak almakta, kendisini nesne kılmaktadır. Algı içeriklerini birbirine bağlamak için kullandığı tüm kategorilerin kendi zihninin ve bilincinin ürünü olduğunu gören özne, kendi varlığının ayrımına varır ve özbilinç olur.”[4]

T.F(Tinin Fenomenolojisi) bu aşamada artık tümevarımcı bilgi yöntemini kullanarak bilimsel buluşlara imza atan Skolastik yıkıcıların yaptığı gibi cesaretin tam olarak içine girmiştir… T.F kendinde bilinç(özbilinç) aşaması, kendinden önceki bilinç aşamasıyla zıtlaşır. Çünkü bu aşamada artık özbilinç seyredici olmaktan çıkarak kavram üzerinden anlamlandırma yapmak isteyecektir. Özbilincin nesneyle girdiği ilişkide kendisinden söz etmesi gerekecektir. İnsanı varlığı açıklamaya ve açımlandırmaya götüren seyirsel bir tavır değil, yukarıda bahsedilen kavramlandırma isteğidir.[5]

Özbilincin bu ilk formu olan istek ile özne temel yönelim olarak nesneleri kendisine tabi kılmaya, kendi yararı için kullanmaya ve tüketmeye yönelmektedir. [6] Bu şekilde özbilinç kendisi dışında olanın varlığının hiçliğinden emindir, bu hiçliği kendi hakikati olarak kurar, bağımsız nesneyi yok eder ve böylece ona nesnel şekilde hasıl olan kesinlik olarak kendinden-eminliğe, hakiki kesinliğe ulaşır.[7] Ancak istek tarafından uyandırılan eylem aracılığıyla dünyanın olumsuzlanması başarısızlığa mahkûmdur. İsteğin doyurulması ancak onun kendisine dışsal olan bir nesneye bağımlılığını açığa çıkarır. Yani özbilincin isteği nesnel veya doğal olan ile tatmin edilemez. Çünkü zaten isteyen ben’e içeriğini kazandıran şey, yöneldiği nesne olduğuna göre, özbilincin tam olarak insan olabilmesi için tek yol isteğinin doğal olmayan bir nesneye yönelmesidir. Bu ise zorunlu olarak başka bir ben ya da özneyle karşılaşmaktır. Bir başka özbilincin bulunuşu ya da benliğin ayrımına varılması varılışı kendilik bilincinin zorunlu aşamasıdır.[8] İki istek tatminleri için birbirlerini bulmak zorundadırlar. Bu süreçten sonra ise aralarında ölüm-kalım savaşı başlayacaktır. Bu iki bireysel kendinin-bilinci de ötekini, onu öldürerek olumsuzlamaya çalışır ve bunu yapmak için kendi yaşamını tehlikeye atmalıdırlar. Bu savaşın sonunda taraflardan birisinin kendi varlığını ölümüne dayatması ve diğer tarafında ölümü göze almayıp kölece yaşamayı seçmesi gerekir ve Köle-Efendi diyalektiği bu aşamadan sonra ortaya çıkar.[9]

Efendi, bu savaştan önce isteğini bastırmak için doğaya bağımlıydı. Şimdi efendinin bu tatmini için bir dolayımı yani kölesi bulunmaktadır. Kendisini tek taraflı olarak tanımış olan bu köle, “efendisinin doğa ile olan ilişkisinde koruyucu bir ekran görevi görmekteydi. Nesnenin bağımsız olan yönüyle uğraşarak, nesneyi dönüştürerek, çalışarak, onu efendinin tüketimine, doyumuna hazırlar.”[10] Tüm bu süreç ilerlerlerken efendinin köleye oranla özbilincine ulaşmada bir adım daha ileride olduğu düşünülebilir ancak sonuç böyle olmayacaktır. Aslında başlangıçtan itibaren köle-efendilik ilişkisi yalnızca düşüncede bulunmaktadır. “Her biri ötekinin aracılığıyla kendisini dolayımlayan ve kendisiyle birleşen aracıdır ve yalnızca bu dolayım aracılığıyla kendisi için var olurlar. Kendilerini, birbirini karşılıklı şekilde tanıyanlar olarak tanırlar.”[11] Savaşın sonucunda düşmanı öldürmek tanığı da yok edeceğinden, ötekinin isteği/varlığı olumsuzlanarak aynı anda onun tanık olması da sağlanmalıdır. Bunun ise tek geçerli yolu karşısındakini sağ bırakmaktır. O nedenle galip gelen mağlup olanı kurban yapmak yerine tabi kılar.

Yukarıda bahsedilen efendinin özbilinç aşamasında bir adım ileride oluşu diyalektik açısından doğru değildir. Çünkü efendi kendi özbilincine ulaşmayı tek taraflı olarak inşa etmektedir. Hegel’e göre kabul edilme tek taraflı değil çift taraflı olmalıdır. Kölenin, efendinin bilincini kabul ettiği gibi, efendinin de köle olarak karşısındakinin bilincini kabul etmesi gerekir. Ama eğer sonuçta böyle bir durum oluşursa, efendiliğin hiçbir anlamı kalmayacaktır. Çünkü efendi, köleyi sadece bir nesne olarak görmektedir. Durum böyle olunca efendi, belki de hiçbir zaman özbilinç aşamasına ulaşamayacaktır… Ancak köle, efendinin tembelliğinin aksine yine efendisi tarafından çalışmaya mahkûm bırakılarak, maddi doğayı dönüştürüp kendi öznelliğini ve bilinç içeriğini dışavurup onu nesnelleştirir. Başlangıçta sanki çalışarak, köle doğaya kölelik yapıyor, efendi ise onu tüketerek, isteğini doyurarak aynı doğanın bağımlılaştırıcı yanından, köle aracılığıyla korunuyor gibiydi. Ama durum aslına oldukça farklıdır. Efendi sadece kölenin ürettiğini olumsuzlayarak tüketmesi, onun dünyada başka hiçbir olumsuzlama yapmaması doğayı ve kendini tanımasını yok eder. Oysa köle, belirli bir amaçla yapılan çalışmayla (eylemle) nesneyi-doğayı dönüştürerek kendini eğitir ve doğayı biçimlendirirken kendini de biçimlendirir. “Çalışma nesneyi yaratırken, bir özbilinç olarak insanı da yaratır.”[12]

Doğayı biçimlendirirken köle, öznenin nesneye olan üstünlüğünü kavrar: Bir tasarı eşliğinde, belli amaçlarla nesneyi dönüştüren insan, veri olanı, doğayı aşabileceğini, bu anlamda, özgür olduğunu ve böyle olan tek varlık olduğunu anlar.[13] Maddi doğanın çalışmayla işlenmesi ve dönüştürülmesi insanın tinsel gerçekliği için vazgeçilmez bir değer oluşturur.[14] Köle çalışırken aslında kendisinin doğaya şekil verdiğini ve kendi eliyle dönüştürüldüğünün farkına varır. Çünkü köle efendisinin aksine doğayı sadece kendi isteğini tatmini için değil kendi isteği dışında bir nedenle biyolojik bir amaç taşıyarak, bir idenin sonucu olarak eylemde bulunur. Doğayı maddesel olmayan, tinsel bir şeye yani ideye göre dönüştürmek, insanın biyolojik isteğini doyurarak doğayla bütünleşmesini değil, doğanın bir insan dünyası haline gelmesini sağlayacaktır.[15]

Çalışarak empirik bir bilinçle doğayı dönüştürdüğünün farkında olan köle henüz biyolojik varlığının tehlikede olduğu korkusunu yenememiştir. Efendisi ile girdiği savaş hâlâ zihninde tazedir ve ölümden kaçarak kabul ettiği kölelik, ölüm korkusunu tekrar tekrar kendisine hatırlatmaktadır. Ama doğayla girdiği tüm praksis süreç aslında köleyi bir bilince ulaştırır. Çalışırken köle, savaşta olduğu gibi efendinin öldürmek üzere olduğunu duymamakta, onu öldürebileceğini bilmektedir. Çünkü köle doğayla ilişkisi sonucu tembel efendinin aksine otantik bir teknik geliştirmeye başlamıştır. Ancak Hegel’e göre kölenin özgürlüğüne kavuşması için, doğayı kendi düşüncesine göre dönüştürmesi, yani teknik praksisi yeterli değildir; onun ayrıca diğer insanla yani efendisiyle olan ilişkisini olumsuzlaması gerekir.

Kölenin geldiği bu süreç, onun özgürlük hakkında bilgi sahibi olmasını sağlamıştır. Ancak bu bilgi, içeriği soyut bir kavrayışta yer bulur. Özgürlüğünün gerçekleşmesi için Hegel’in insan kavramının temeline koyduğu iki bilincin gerçekleşmesi gerekir;  Efendiyi olumsuzlama ve ona karşı eyleme geçmek. Bu süreç Hegel’in tarih felsefesinin temeline koyduğu zorunlu diyalektik süreçlerle işleyecektir. Bir anda belirli bir çarpışmayla oluş(a)mayacaktır. Bu süreçleri açıklamada Hegel üç dünya görüşünün varlığını gösterir: Stoacılık, Septisizm ve Hıristiyanlık.

Hegel’e göre stoacılık, kölenin kendi iç özgürlüğüne duyduğu inancı temele alan ve onun insan için yeterince doyurucu ve anlamlı olduğunu kanıtlamaya çalışan bir dünya görüşüdür.[16] Stoacı bilinç hem efendiyi (Marcus Aurelius) hem köleyi (Epiktetus) öznelliklerini ve iç huzurlarını temel alır ve içsel özgürlük ve özbilincin dokunulmaz değerinden söz eder. Stoacı, düşüncelerini düşünen, kendine yeten ve otonom bir düşünür olduğundan, özgürdür. Soyut kavramları düşünmede dış dünya bağımsız bir rol oynamadığından, kendisi bu dış dünyadan bağımsız olan bir düşünürdür. Stoacı kendisini şöyle tanımlar: “Düşüncede özgürümdür, çünkü ben bir başkasında değilimdir ve yalın bir şekilde kendim olmayı sürdürürüm.”[17]

Ama köle bu dünya görüşünün içerisinde tam bir özgürlüğe ulaşamaz. Çünkü bu haldeki özbilincin sahip olduğu kavram dünyası soyuttur. Oysa Hegel’in insan tanımı “varolan bir varlık değil, o varlığın olumsuzlanmasıdır ve bu anlamda eylemdir.” Hegel insanın hakiki varlığının anlamının eylem olduğunu söyler. Oysa Stoacılık, bir eylem felsefesine tümüyle karşı, ona giden yolları sıkı sıkıya tıkayan bir dünya görüşüne sahiptir. Hegel’e göre insan, eylemde bulunmadan yalnızca var olmakla var olan, doğasıyla çalışmakla yetinen olamaz, tüm bunları yapan birer hayvan ya da melek olabilir ama insan olamaz.[18]

Kölenin bu aşamadan sonra kabul edeceği yenidünya görüşü kuşkuculuktur. Koejeve’e göre Hegel kuşkuculuk ve nihilizmi aynı anlamda tutmuştur. Hegel’in bu yorumu muhakkak Antik Yunan Felsefesi içerisinde değerlendirilebilir. Ancak burada tercih edilen yalnızca Septisizm yani Kuşkuculuktur. Septik, dış dünyayı olumsuzlar, ama bunu yalnızca düşüncede gerçekleştirir. Bu nedenle özgürlüğü gerçekleştirmek konusunda o da stoacılığa yakın bir tutum içerisindedir.[19] Ancak insan bu şüpheci tutum içerisinde kalmayı başaramaz. Çünkü varoluşunun kendisiyle kendisini çelişki içine sokar. Dünyanın ve öteki insanların değeri olumsuzlanınca, nasıl ve niçin yaşanabilir ki? Hegel’e göre kuşkucunun hayatta kalması asıl şaşılacak olandır, çünkü dünyada ki bütün anlamı kuşkuya indirgeyerek bakan nasıl olur da kendi hayatını devam ettirebilir. Dolayısıyla, sadece hayatta kalan Septik ilginçtir.[20] Kuşkucu, bilinç barındırdığı çelişkinin farkına vardığında, oldukça özgün imalar yoluyla ‘mutsuz bilinç’ yani ‘Hıristiyan Bilinç’ haline gelir.

Hıristiyan Bilinç, dış dünyanın sorunlu varoluşunu yok saymayacağından ve yadsımayı denemektense onunla dürüstçe yüzleşmeyi seçtiğinden Stoacılık ve kuşkuculuğa karşı bir iyileşmedir. Ancak sorunla karşılaştıktan sonra onu çözmek için önceki iki dünya görüşünden daha başarılı değildir.[21] Köle ve efendi arasındaki ilişki bilincin bu aşamasında da aynı şekilde devam etmektedir. Köle hâlâ praksisi ile efendisine hizmetini sürdürmektedir. Ancak kölenin bilinci bu aşamada daha önce farkına varmadığı bir seviyeye ulaşır. Efendinin kendisini kabul etmesini sağlayamamıştır ancak şimdi kendisini bu dünyadan yalıtarak, efendisinin ve kendisinin sadece efendisi olan Tanrı’nın hizmetine girer. Böylece köle, vardığı bu aşamada efendisinin olumsuzlamasını başka bir efendinin emrine girerek gerçekleştirmiş olur. Tüm bunları Hıristiyanlığa girerek mücadele etmeden ve çaba harcamadan kazanır. Tanrı’da, Tanrı tarafından efendiliği ile eşitliği elde eder; eşitsizlik, tıpkı köleliğin ve efendiliğin egemen olduğu bu duyusal dünya gibi, bir seraptan başka bir şey değildir. Burada ilk adımda görülecek olan tekrar Sotacı bir bilince geri çevrilmedir. Ancak Sotacı, bu dünyayı yadsıyarak yeni bir dünyanın daha doğru bir ifadeyle gerçek olan dünyanın bilincini içinde taşımaz. Oysa Hıristiyan köle, bu dünyanın içinde girdiği mutsuz bilincinin bir gün mutlaka sona ereceği ve kendisinin tam olarak özgürleşeceği öteki-dünya idealinin bilinciyle yaşamaktadır. Nihayetinde bu bilinç aşaması da köleye bir özgürlük getirmez. Çünkü insanı köle yapan şey, hayatını tehlikeye atmayı reddetmesiydi. Dolayısıyla insan, efendiye karşı giriştiği mücadelede hayatını tehlikeye atmadıkça, kendisinin ölümlü fikrini kabul etmedikçe, köle olmaktan kurtulamayacaktır. Kanlı bir mücadele olmaksızın özgürleşme, metafizik olarak olanaksızdır. Bu olanaksızlık, Hıristiyan ideolojisinin kendisinde de kendisini açığa vurur.[22]

Tüm bu üç dünya görüşünün her biri amaç olarak fiziksel dünyanın olumsuzlanmasına sahiptir. Stoacılık bu amacı fiziksel dünyayı yok sayarak gerçekleştirmeyi denerken, kuşkuculuk onun var olduğunu yadsıyarak, Hıristiyanlık ise onun varoluşu olgusunu mutsuz şekilde kabul ederek amacının gerçekleşmesini, fiziksel dünyadan yalnızca bir öte-yaşamda bağımsız olmayı dört gözle bekler.[23] Ancak insanın yukarıda belirtilen tanımında temel iki özelliği; olumsuzlama ve eylemdir. Bu süreçler insanın bilincini yalnızca soyut bir düşünme yetisine indirgeyerek kölenin, efendiye karşı özgürleşmesini sağlayamayacaktır.

Sonuç olarak diyebiliriz ki, Hegel tarihte iki insanın karşılaşmasını köle-efendi diyalektiği üzerinden yorumlamıştır. Mutlak Tin’e ulaşmanın birer aşaması olan bu diyalektik, aylak efendiliğin bir çıkmaz olmasına karşılık, çalışan kölelik, her insani, toplumsal ve tarihsel ilerlemenin kaynağıdır. Tarih ise çalışan kölenin tarihi olacaktır. Tüm tarihi yapan kölenin ta kendisi olacaktır. Aylak Efendi ise tarihte sadece etken/ulaştırıcı rolü kabul ederek ilerlemenin pasif bir öğesi olarak kalacaktır.

 

 

[1] Jean-François Kervegan, Hegel ve Hegelcilik, s.50, Dost Yay,.

[2] Tülin Bumin, Hegel- Bilinç Problemi, Köle-efendi diyalektiği, Praksis Felsefesi, s. 28, Yapı Kredi Yay,.

[3] Enver Orman, Hegel’in Mutlak İdealizmi, s. 125, Kesit Yay.

[4] Enver Orman, a.g.e., s. 126

[5] Tülin Bumin, a.g.e., s. 29

[6] Enver Orman, a.g.e., s. 126

[7] Ivan Soll, Hegel’in Felsefesine Eleştirel Bir Giriş, s. 37, Ayrıntı Yay.

[8] Enver Orman, a.g.e., s. 126-127.

[9] Enver Orman, a.g.e., s. 127.

[10] Tülin Bumin, a.g.e., s. 38.

[11] Ivan Soll, a.g.e., s. 42

[12] Tülin Bumin, a.g.e., s. 43.

[13] Tülin Bumin, a.g.e., s. 44

[14] Enver Orman, a.g.e., s. 129

[15] Tülin Bumin, a.g.e., s. 49

[16] Tülin Bumin, a.g.e., s. 53

[17] Ivan Soll, a.g.e., s. 49

[18] Tülin Bumin, a.g.e., s. 55

[19] Tülin Bumin, a.g.e., s. 56

[20] Alexandre Kojeve, Hegel Felsefesine Giriş, s.56-57, Yapı Kredi Yay,.

[21] Ivan Soll, a.g.e., s. 62.

[22] Alexandre Kojeve, a.g.e., s.58

[23] Ivan Soll, a.g.e., s. 60.