Kur’an’daki en büyük dava tevhid davasıdır. Allah’ın ulûhiyet ve rubûbiyette şeriksiz olduğu inancını haleldar eden tüm inanç ve anlayışlara karşı Kur’an sıfır toleranslıdır. Bu yüzden Kur’an’da müşriklerin politeist ve henoteist inançları kıyasıya eleştirildiği gibi Yahudilerin Üzeyr’e, Hıristiyanların İsa’ya rububiyet atfettikleri yönündeki inanç ve anlayışlar da reddedilir. Yine bu iki din mensuplarının “ahbâr” ve “ruhbân” denilen din adamlarını bir nevi tanrı yerine koymaları da kınanıp zemmedilir. Ayrıca Kur’an bir taraftan Hz. Peygamber’le çağdaş Hıristiyanların müslümanlara dostane davrandıklarını bildirirken, bir taraftan da Hıristiyanlıktaki teslis inancını kesin bir dille reddeder. Kur’an’ın teslise yönelik eleştirilerinden biri, çok basit gibi görünen ve fakat gerçekte İsa’ya ulûhiyet isnadını çökerten, “İsa da annesi de yemek yerdi” (Mâide 5/75) mealindeki ifadedir. Bu ifade, “İsa da her insan gibi yemek, sindirim, tuvalet gibi doğal ihtiyaçları bulunan bir insandır; hâl böyleyken İsa’nın tanrı veya tanrı oğlu tanrı olduğu inancı hangi akla hizmet edilerek savunulur?” gibi çarpıcı bir mesaj içerir.
İslam tevhid dini olmakla birlikte İslâmî gelenek adeta kaş yapayım derken göz çıkarırcasına tevhid içinde gizli teslis üretmiştir. Hıristiyanlıktaki teslis “Baba – Oğul - Ruhu’l-Kudüs”ten müteşekkildir. İslâmî gelenekteki gizli teslis ise “Allah - Nûr-i Muhammedi - Kelam-ı Kadim” şeklinde formüle edilebilir. İslam kelam tarihinde en çetrefil ihtilaflar ilahi sıfatlar ekseninde cereyan etmiş olsa da Allah’ın ulûhiyet ve rubûbiyette tek olduğu en azından ilke/inanç düzeyinde tartışma götürür bir mesele değildir. Buna mukabil, Allah’ın kâinatı ve insanlığı yaratmasıyla ilgili ayetlerde ne söylendiği gayet açık seçik olduğu halde İslâmî gelenekte mutasavvıf Sehl-i Tüsterî’den itibaren Allah’ın ilk olarak Hz. Muhammed’i kendi nurundan yarattığına dair bir fikir/inanç geliştirilmiştir. Aslında bu fikir ve inanç “Kur’an âlem ve yaratılış hususunda ne söylerse söylesin, biz bildiğimizi okuruz” demenin başka bir şeklidir. Tarihsel süreçte Muhyiddîn İbnü’l-Arabî ve Abdülkerîm el-Cîlî gibi mutasavvıflar tarafından daha sükseli biçimde sunumu yapılan Nûr-i Muhammedî fikrine/inancına göre Allah’tan başka hiçbir şey yokken ilk defa Muhammedî hakikat vücuda gelmiş, bütün mahlûkat bu hakikatten ve sırf onun uğruna vücuda getirilmiştir. Âlemin varlık sebebi ve gayesi bu hakikattir. Tasavvufî gelenekte sıkça dillendirilen ve “kutsî hadis” olarak da rivayet edilen, “Sen olmasaydın kâinatı yaratmazdım” (levlâke...) ifadesiyle bu hususa işaret edilir. Nûr-ı Muhammedî zuhur ettikten sonra her şey ondan ve onun hatırına halkedilmiştir. İlk olarak Hz. Âdem’de tecelli edip daha sonra tüm peygamberlere intikal eden, Hz. Muhammed beden olarak dünyaya gelince ona intikal edip sabitlenen nur ölümünden sonra da devam etmekte, kâinat da bu sayede varlığını sürdürebilmektedir.
***
Özellikle Hanbelîler ve Ehl-i Hadis (Selefiyye) âlimleri, Hz. Peygamber’i bu şekilde algılamanın onu ilahlaştırmaktan farksız olduğunu söyleyerek Hakîkat-i Muhammediyye (Nûr-i Muhammedî) inancını küfür ve şirk saymışlar, bu arada önceki bazı ümmetlerin kendi peygamberlerine yönelik aşırılıkları sebebiyle yoldan çıktıklarına dikkat çekmişlerdir. Yeni Eflatunculuk’taki “logos” ve/veya İskenderiyeli kilise babası Aziz Clement’in nübüvvet konusundaki görüşleriyle irtibatlı olan Nûr-i Muhammedî fikrinin önce Şiî muhitine, oradan da tasavvuf geleneğine intikal etmiş olması kuvvetle muhtemeldir. Hz. Peygamber’in, “Hıristiyanların Meryem oğlu İsa’yı abartılı biçimde övdükleri gibi beni de övmeyin (lâ tutrûnî kemâ etrat en-nasârâ îsebne meryem). En nihayet ben bir kulum; deyin ki ‘Muhammed ‘Allah’ın kulu ve elçisidir” dediğini bile bile Nûr-i Muhammedî fikrini sahiplenmek, akıl erdirilebilecek bir tutum olmasa gerektir.
İslâmî teslisin bir diğer unsuru, gayet haklı biçimde ve tevhid inancını koruma saikiyle Nûr-i Muhammedî fikrini/inancını eleştiren Ehl-i Hadis ve Hanbelî geleneğe aittir. Ancak tevhid namına İslâmî gelenekteki gizli teslisin bir unsurunu reddeden Ehl-i Hadis’in “kelam-ı kadim” tabirinde ifadesini bulan diğer unsuruna sımsıkı sarılması gerçekten tuhaf bir ironidir. Başta Ahmed b. Hanbel olmak üzere Selefiyye âlimlerinin büyük çoğunluğuna göre Kur’an Allah kelamı olup mahlûk değildir. Hem lafzı hem de manası Allah’ın zatıyla kaim olup kadimdir. Kur’an Allah’ın kelamı, dolayısıyla O’nun sıfatı olduğundan, hangi cümle içinde kullanılırsa kullanılsın, ister yazılsın ister telaffuz olunsun, kesinlikle mahlûk değildir. Kur’an, Cebrail vasıtasıyla Hz. Peygamber’e indirilen mananın lafza büründürülmüş formu değil, hem lafız hem de mana itibariyle Allah’ın zatı ile kaim olan gerçek kelamıdır. Bu görüş, Zühdi Carullah ve Ahmed Emin gibi isimlerin de dikkat çektikleri gibi Hıristiyanların Hz. İsa hakkındaki inançlarından pek farklı değildir. Nitekim Ehl-i Hadis ulemasının “Zenâdıka” (Zındıklar) diye yaftaladığı Cehmiyye’nin tespiti de bu yöndedir ve bu tespit kesinlikle doğru bir tespittir. Çünkü Hıristiyan gelenekte İsa da ezeli-ilahi kelam (logos) olarak kabul edilir. Sonuç olarak, Hıristiyanlık “Ben Allah’ın kuluyum” diyen Hz. İsa’nın tanrı veya tanrı oğlu tanrı olduğunu ilan ederek vahiy kaynaklı dinî gelenekler içinde en büyük skandala imza atarken, müslümanlar da tevhid inancından asla ödün vermeyen Kur’an’a rağmen tevhid içinde gizli teslis üretmeyi becerisini göstermişlerdir.