Tarih: 18.03.2021 17:50

Tevhid Felsefesinde Yabancılaşma Kavramı

Facebook Twitter Linked-in

Modern dünyanın sorunlarına cevap üretilemedikçe; “İslam’ın bugüne söylediği farklı bir şey yok, tarihsel olarak bir işlevi yerine getirdi ama artık görevini tamamladı” diyenlerin sayısı gittikçe artmaktadır.

Bu yazımızda “İslam’ın söyleyecek sözü kalmadı” tezinin ne kadar sahici olduğunu ele alacak ve “yabancılaşma” kavramı üzerinden insanlığın İslam’a olan ihtiyacını değerlendireceğiz.

Neden “yabancılaşma”?

Dinlerin, felsefelerin ve ideolojilerin nihai amacı, insan için en uygun yaşam biçimini açıklamaktır. Hepsi de “en doğru benim!” diyen pek çok seçenek içinde, ilgi gören; mevcut sorunları en doğru analiz eden ve en ikna edici çözüm dumanlardır. Tabii iddiada bulunan çok olsa da, ümit beslenerek ilgi gösterilen pek azdır.

Günümüzün farklı önerileri toplumsal sorunları analiz ederken “yabancılaşma” kavramını kullanmaktadırlar. Bu kavram insanın doğasından kopuşunu ifade eder. Doğadan koparanın ne olduğu tespit edildiğinde çözüm de kolaylaşmaktadır. Doğru öneriler, insan doğasından başlayan böyle yaklaşımlarla ortaya çıkmaktadır.

Farklı öneriler

Hayata dair en yaygın görüş olan liberalizm, aynı zamanda farklı yaşam önerileri içinde felsefesi en zayıf olandır. Müktesebatı zaman içerisinde oluştuğu için yabancılaşma hakkındaki görüşlerini bizim biraraya getirmemiz gerekir. Freud felsefesinden yola çıkarak bu açıklamayı yapabiliriz.

Freud, hayata dair tüm istek ve motivasyonu sağlayan ve “libido” adını verdiği bir yaşam enerjisinden bahseder. Ona göre bu enerjinin kaynağı, zevk prensibinin bulunduğu ve hiçbir kurala bağlı olmayan “id”dir. Fakat ayıp, yasak, günah, saygı, başkalarının hakkı gibi kavramların yer aldığı “süperego”, bilinçaltındaki ilkel hazları baskılar ve ortaya çıkmasını engeller. “Ego” ise dengeleyici bir rol üstlenerek dış dünyanın gerçekleri (süperego) ile iç dünyanın haz arayışını(id) bir dengede buluşturur ve toplum kuralları ile çevre şartlarından oluşan gerçekliği hesaba katarak libidonun enerjisini sınırlar. Freud’a göre psikolojik rahatsızlıkların (yani insanın kendisine yabancılaşmasının) sebebi, “süperego”nun baskısıyla bilinçaltında tutulan tatmin edilmemiş çocukluk arzularıdır. Libido çeşitli nedenlerle baskı altına alınır ve bir tatmin ortamı bulamazsa, var olan enerjiler yön değiştirip anksiyeteye dönüşür ve hafif seviyelerde nevrozlara, daha ileri seviyelerde ise psikozlara yol açar.

Freud’un çalışmaları modern dünya kurulurken ilham kaynağı olmuştur. Liberal düşünce kendisini bu fikirlerle takviye etmiş, insanı kendisine yabancılaştıranın istek ve arzu önündeki engeller olduğunu söylemiştir. Çözüm önerisi olarak da “bireye sınırsız özgürlük” fikrini benimsemiştir. Özgürlüğün sınırı “ötekinin özgürlüğünün başladığı yer” olarak belirlense de, güçlü öteki ile zayıf ötekinin özgürlük alanları asla aynı olmayacaktır.

Modern görüşler içerisinde liberalizmin alternatifi Hegel ve Marks çizgisinde ortaya çıkar. Hegel insanın kendine yabancılaşmasını efendi-köle çatışmasıyla, Marks ise emek-sermaye çatışmasıyla açıklar.

Hegel’e göre insan bir türdaşına kendini kabul ettirerek benlik bilincine ulaşmaktadır. Aralarında çatışma doğmakta, sonuçta biri canından endişe ederek ötekinin efendiliğine boyun eğmekte ve köleliğe razı olmaktadır. Her insanın efendi (güçlü/yöneten/zengin) ya da köle (zayıf/yönetilen/fakir) sınıfında olmasını belirleyen hayat yarışının metaforik anlatımı olan bu çatışma, Hegel’e göre bütün sosyal problemlerin temel sebebidir. İnsanın yabancılaşmaktan kurtulması ve kendisini gerçekleştirmesi, köleliğin ve efendiliğin ortadan kalktığı ideal devlette mümkün olacaktır.

Yabancılaşmayı dönüştürücü bir sosyal dinamik olarak ele alan ise Markstır. Ona göre üretim araçlarını ele geçirerek emek sömürüsü yapan sermaye, bir yandan gücüne güç katarken öte yandan çoğunluğu oluşturan emekçi kesimin kendine yabancılaşmasına yol açar. Emek ve sermaye arasındaki gerilim, Marks’a göre bütün sosyal problemlerin de sebebidir. Çözüm işçilerdedir; sınıf bilinci elde edip durumlarının farkına vardıklarında sermayeye başkaldırır, üretim araçlarının eşit şekilde bölüşüldüğü ideal yaşamı tesis eder ve sorunlara son verirler.

Hegel-Mark çizgisinden doğan bir başka yorum da anarşizmdir. Anarşizme göre yabancılaşmaya, “otorite” yol açar. Toplumsal sorunlar da ancak otoritesiz bir yapıda son bulur.

İslam ve yabancılaşma

İslam’a göre insan, hayvani doğa ile insanlık arasındaki bir gerilimin malulüdür. Yalın halde doğa, Hegel’in “istek” kavramıyla ifade ettiği ama içgüdü kavramıyla ifade etmenin daha doğru olacağı bir yaşam enerjisine sahiptir. Bu içsel enerji; Şehvet, mal hırsı ve güç (iktidar) hırsı yoluyla görünür hale gelmektedir. Doğal yönelim halinde (1) şehvet, cinslerin birbirine ilgi duymasını sağlayarak türün devamlılığını garanti etmekte; (2) mal hırsı, elde etme coşkusu oluşturarak insanı yaşama bağlamakta ve maddi ihtiyaçların karşılanmasını sağlamakta; (3) iktidar hırsı ise mücadele ve rekabet dürtüsü meydana getirerek gelişmeyi/ilerlemeyi mümkün kılmaktadır. Bu kuvvetler, insan dışındaki bütün varlıklarda içgüdüsel bir sınıra tabidir; mesela hiçbir hayvan durmadan yiyip obez olmaz ya da sırf hazlarını tatmin etme duygusuyla bir faaliyete girişmez. Fakat insan, sırf kendisini tatmin etmek için faaliyette bulunabilen, içgüdüsel her faaliyetini “hırs”a döndürebilen bir varlıktır. “Şehvet”i sapkınlığa, “güç”arzusunu sömürü ve diktaya, “mal” arzusunu ise mülkiyet kavgası, sınıf çatışması ve savaşlara dönüştürebilir.

İslam’a göre yabancılaşmanın başladığı yer, hayvani doğa ile insanlık arasındaki gerilimin başladığı işte bu noktadır. İrade tarafından kontrol edilemeyen enerji hırsa dönüşür, insanı ele geçirerek hayvanlığa mahkûm eder ve kendisine yabancılaştırır. Her ne kadar içgüdüsel enerjinin serbest kalması liberal kültür tarafından insanın kendini gerçekleştirmesi olarak görülmüşse de, İslam bu görüşe katılmaz. İslam’a göre bu durum, “özgürlük” denen illüzyon sebebiyle farkına varılamayan bir esaret ve köleliktir. Farkına varılmaz, çünkü uyuşturucunun oluşturduğu yalancı mutluluktaki gibi “hırs” insanı esir almıştır. Zevklerin efsunuyla akıl sarhoş, gözler ise kör olmuştur. Ahlaki sınırların flulaştığı, menfaate uyan her şeyin mümkün ve mubah olduğu bir yalan evrendir bu ve insanı gerçeklikten koparır.

Oysa içgüdüsel talepler bir kere ulaşmayla tatmin edilemezler. Edimlerin motoru ve bir yaşam enerjisi oldukları için, nefes almak ve su içmek gibi; yaşam devam ettikçe insanı sürekli yoklarlar. Biri elde eden ikinin, ikiyi elde eden üçün peşine düşer. Köle fırsatını bulduğunda efendi, mazlum zalim, sömürülen azgın bir sermayedara dönüşür. Elde ettikçe talep hırsı, hırs talebi kamçılar. Birbirini besleyen bu kısır döngü içerisinde durmak bilmez bir talep patlaması yaşanır, doyumsuzluk ortaya çıkar. Bu süreç “özgürlüğün” açmazıdır. Arzuların (istek) sarhoşluğuna kapılan insan kendi efendiliğinin kölesi haline gelir. Arzu aklını esir almış ve yaşamını kendisine adanmış hale getirmiştir. O güce hükmedecekken güç ona hükmetmeye başlamış, akıl üzerinde krallığını ilan etmiştir. Bu krallıkta yaşamın tek gayesi hazların tatmini ve isteklerin karşılanmasıdır. Böylece özgürleştiğini zannettikçe insan kendisine yabancılaşır. Fakat doyumsuzluğun doğası gereği bir zihinde başlayan hükümranlık onunla sınırlı kalmak istemez. O zihnin yetkinliğine bağlı olarak tüm toplumu ele geçirmek ister. Güç hırsı yoluyla baskı, zulüm ve adaletsizlikler; mal hırsı yoluyla gelir adaletsizliği, yoksunluk ve yoksulluklar; şehvet düşkünlüğü yoluyla da ahlâksızlık ve arsızlıklar meşrulaşır, tüm topluma yayılır. Bu durum, yetkinlik gösteren o zihin aracılığıyla meydana gelen toplumsal yabancılaşmadır ve tüm toplum o zihnin esiri, kölesi haline gelir. İslam’a göre köle-efendi, yöneten-yönetilen ve emek-sermaye gibi sınıfsal çelişkilerin temelinde bu olgu yer alır.

İslam’a göre yabancılaşmanın önüne geçmenin yolu “insanlığa” yükselmek, insanlığa yükselmenin yolu ise iradî edimlerdir. İnsan kendi benliğine, hırsın yol açtığı kısır döngüyü kıracak güçlü bir iradi eylem yoluyla kavuşabilir. Bu güçlü iradi eylem elde etmek değil, “ben”e ait olandan vazgeçmektir. Muktedir olduğu ve kendi çabasıyla yetenekleriyle elde ettiği halde ona sırtını dönebilmektir. Çünkü “isteğine” ulaşma sürecinde insan tutkularının yönlendirmesi altındadır ama elde ettiğinden vazgeçme sürecinde bütün denetim iradeye, yani insana geçer. Esaretin sona erdiği, iradenin özgürleştiği andır bu ve kişi o anda gerçek manada kendisi (insan) olur.

Fakat güçlü iradi eylem öyle bir şey olmalıdır ki, mistik-panteist geleneklerde olduğu gibi tutkuları dizginlerken yaşam enerjisini de yok etmesin! Hegel ve Marks felsefelerinde olduğu gibi benlik bilincine ulaşmayı ütopik bir geleceğe ertelemesin!

İslam’a göre yaşam enerjisini yok etmeden tutkuları dizginleyecek güçlü iradi eylem “paylaşmak”tır. “Paylaşmak” bir yandan elde etmeyi (isteği) teşvik eder, yani yaşam enerjisini korur; diğer yandan vazgeçmenin iradî gücünü her an yaşatır. Böylece hem irade her an özgür kalmaya devam eder, hem de paylaştıkça güçlenir.

İslam’a göre tevhid ilkesi, insanın “kendini bulma” felsefesidir. “Allah’tan başka ilah yoktur” ifadesiyle Kur’an Allah’ı mükemmellik idesi haline getirir ve yaşam motivasyonu sağlayan eğilimlerde tanrıyı insanın önüne koyar. Bu aşkın bir güç karşısında insanın özgürlüğünün kısıtlanması değil, sorumlu bir varlık haline getirilerek hemcinsleriyle eşitlenmesidir. Mesela “mülk Allah’ındır” ifadesiyle Kur’an, arsaların, tarlaların Allah’a ait olduğunu anlatmaya çalışmaz; tanrıyı insanın önüne koyarak hırsın insanı esir almasını engeller. Tanrı tektir, tekliğin vasfı gereği malik ve sahiptir; insan ise çoktur ve çokluğun niteliği gereği birlikte kullanmak, paylaşmak zorundadır. “Hüküm Allah’ındır” ifadesiyle Kur’an Allah’ın gelip tahta oturmasını kastetmez; tanrıyı öne koyarak insanları sorumlu hale getirir ve eşitler. Tekliğin vasfı gereği son sözün sahibi Allah’tır; insan ise mutlak hükümranlığa güç yetiremeyeceği için gücü, sözü hemcinsleriyle paylaşmak zorunda olan varlıktır.

Bu tanımdan hareketle İslam; ahlak, hukuk, siyaset ve ekonomi başlıklarında tevhidin, yani insanlaştırıcı edim olan “paylaşma”nın izlerini sürer. İnsanın kendine yabancılaşmadığı, kendisi olduğu bir yaşamın çatısını oluşturmaya çalışır. Ona göre ahlakın kurucu ilkesi tevhiddir ve bu yüzden “iyi”yi “paylaşmak” kavramıyla açıklar. Siyasetin kurucu ilkesini tevhidde bulur ve gücün olabildiğince paylaşıldığı siyasi sistemlere gönderme yapar. Hukukun kurucu ilkesi olarak tevhidi görür ve hükmün/sözün paylaşılmasına, yani konsensüsle belirlenmesine gönderme yapar. Ekonominin kurucu ilkesi olarak tevhidi görür ve mülkün (eşit değil) adil paylaşımını esas alan bir sisteme gönderme yapar.

Ona göre malı ve parayı ihtiyaç sahipleriyle paylaşarak özgürleşen irade, zaten vazgeçeceği bir menfaat uğruna haksız kazanç yollarına başvurmaz. Zaten kendisiyle paylaşacağı ötekinin mahvı ve zararı üzerine bir saadet kurmaz. En temiz ve en doğru yoldan kazanmaya ve ticaretini en dürüst şekilde yapmaya çalışır. Çalmaya, yolsuzluğa, yalana ve hileye ihtiyaç duymaz; çünkü onu bunlara zorlayacak bir hırstan arınmıştır.

Devamı >>>




Orjinal Habere Git
— HABER SONU —