Teslimiyetçi yurttaşlık, amorf nesne veya irade olmak

Abdulbaki Değer yazdı:

Teslimiyetçi yurttaşlık, amorf nesne veya irade olmak

Fransız filozof Claude Lefort’un toplum ile siyaset arasındaki ilişkiye ilişkin tespiti, bugün yaşadıklarımızı da dikkate aldığımızda, üzerinde durulmayı fazlasıyla hak ediyor. Lefort mealen şöyle diyor: “Hükümetten bağımsız olmamanın sonucu teslimiyetçi yurttaşlıktır. Devletin merkezde olduğu ve kaynakların yukarıdan aşağıya yeniden bölüştürüldüğü bir ilişki özerk yurttaşlardan ziyade minnettar kitlelerin oluşumunu teşvik ediyor.” Bir tür popülizm eleştirisi olan bu sözlerin sadece soyut/spekülatif niteliği değil aynı zamanda pratik/pragmatik önemi de çok önem arz ediyor. Özgünlüğün, özerkliğin yürürlükteki ilişki biçimi nedeniyle sistematik şekilde hedef alınması sadece toplumu minnettar bir kitleye dönüştürmüyor aynı zamanda devletin, hükümetin, siyasetin güç ve çıkar üzerinden kontrolsüz salınımına da büyük bir alan açıyor. Dolayısıyla bu tarz bir ilişki hem devletin sivil bir dengelenme/denetlenme odağından yoksun bırakılması anlamına geliyor hem de çok daha önemlisi toplumun bir tür kişiliksizleşme/kimliksizleşme pratiğinden geçerek amorf bir nesneye dönüşmesine yol açıyor.

Tarihsel bir perspektif üzerinden baktığımızda, ülkemizde hem siyasetin icra edildiği yer hem de bu yerin ve icranın kontrol edip hükmettiği geniş kaynaklar belirli bir ilişkiye zemin hazırlıyor ve bu ilişkiyi tahkim ediyor. Nihayetinde bu ilişkinin baskın bir şekilde devlet-toplum ilişkisinin niteliğini belirlemesi de çok zor olmuyor. Devletin ve toplumun nasıl olması gerektiği, mücadelenin ne tür bir olması gereken yönünde verilmesi gerektiği şeklinde bir konumlanıştan ziyade mevcudun veri alınmakla birlikte aynı zamanda kaçınılmaz bir norm/kader olarak alımlanması tevarüs eden devlet-toplum ilişkisinin meşrulaşmasına alan açıyor. Devlet-toplum ilişkisindeki bu meşrulaşma, bu kabul; basit bir ilişki deformasyonu şeklinde anlaşılmamalı. Bu meşrulaşma bünyesinde belirli şekilde organize olan bir devlet aygıtını, bu aygıtla ilişkisi hiyerarşik ve bağımlı olan bir toplumu, ilkesel ve denetime açık bir rıza ilişkisi yerine imtiyaz, sadakat, yandaşlık üzerinden işleyen karanlık ağları, ilişkileri barındırıyor. Kutuplaş(tır)mayı, gerilimi, dışlamayı, ötekileştirmeyi, düşmanlaştırmayı içeriyor. Siyaset statükonun, sistematiğin değişimini hedefleyen, örgütleyen, günümüz dünyasının gerçekliği ve toplumsal yönelim, talep ve beklentiler doğrultusunda yeniden kurmaya çalışan bir şey olmaktan çıkarak mevcut yapının komuta kademesine sızmaya, onu ele geçirmeye veya hiç olmazsa varlığından ve hayatiyetinden şüphe duyulmayacak dolayısıyla hışmına, gadrine uğramayacağı bir yakınlıkta ve ilişkide olmaya odaklanacak şekilde bağımlı olmaya kayıyor.

Ülkemizde bu yapıyı, sistemi, ilişki tarzını sorunsallaştırmak, bunun ne tür deformasyonlara yol açtığını açığa çıkarmak alıcısı olan marjinal bir okuma bile değil. Mevcudun bir katalizörü olarak kendini inkâr edercesine sahne alan her aktör verdiği mücadelenin yaslandığı iyi niyete, bu tarz kabulü olmayan ilişkiye girmesini zorunlu kılan yüce amaca referansla durumu açıklamaya çalışıyor. Taşıdığımız iyi niyetin, gözettiğimiz yüce amacın anlamlı ve nitelikli mücadele için gerekli ve yeterli olduğu düşünülüyor. Oysa devlet, hükümet, siyaset ile toplum ilişkisinin niteliği hiyerarşik bir konumlanışla bağımlı hale gelmesi, meşrulaştırıcı söylem ve gerekçeleri ne olursa olsun, ciddi bir problemin varlığına göndermede bulunmaktadır.

Bu tarz bağımlılık ilişkilerinin oluşturulmasına yönelik devlet, hükümet ve siyaset kanalında güçlü bir motivasyonun olduğu bilinmeyen bir şey değil. Ancak bu bağımlılık ilişkisinin içine özerklikten/özgünlükten feragat ederek katılmayı arzulayan toplumu, sivil toplum örgütlerini vs. ise bilmek hatta tarihsel-toplumsal bağlam içinde anlamak, anlamlandırmak mümkün olmakla beraber bu durumda hiçbir şey yokmuş gibi davranmak da izaha muhtaçtır. İzaha muhtaçtır, çünkü bu durum, hem bu tür yapıların kendileri hem de devlet, hükümet, siyaset için yarını da blokaj altına alacak şekilde yüksek bir maliyet oluşturmaktadır. Bağımsız bir irade, özgün ve özerk bir yapı olarak var kalmak yerine devletin, hükümetin, siyasetin basit bir uzantısına dönüşmeyi üstelik Lefort’un ifadesiyle yeniden bölüşüm mekanizması içinden gelecek veya gelebilecek kimi imtiyazlar için “minnettar” bir uyum aparatı olmayı kabul etmek Türkiye’nin varlığını ve niteliğini doğrudan etkileyen en önemli sorun başlıklarından birisi olarak duruyor. Hatta küresel ölçekte seyreden popülizm tartışması genele ilişkin bir sorunla karşı karşıya olduğumuzu düşündürtüyor. Yerel dinamikler yanında içinde yaşadığımız dönemin kimi hususiyetleri de görülen o ki bu tarz bir ilişkiyi öne çıkarıyor. 

İster yerel ister döneme özgü kimi hususiyetler nedeniyle olsun bu tarz bir ilişkinin bizi sürüklediği “minnettar” yığınlar alanı hem toplum hem de devlet için alabildiğine tekinsiz bir alana işaret ediyor. Toplumun, sivil toplum yapılarının, akademinin, medyanın devlete, siyasete bağımlı hale gelmesi sadece bir nitelik sorunu yaratmıyor. Aynı zamanda toplumsal barışı zedeleyen, toplumun belirli kesimlerini siyaset/hükümet kanalıyla oluşturulan imtiyaz ilişkisi nedeniyle birbirine karşı kışkırtan bir düşmanlığı beslemeye, büyütmeye neden oluyor.

Siyaseti; toplumdan, sivil toplum yapılarından, kısacası kamusal alanı özgür, özerk yapıların/kişilerin talep ve beklentileri için aktif şekilde mücadele ettikleri ve bu mücadelenin niteliği üzerinden devleti, hükümeti, siyaseti baskılayıp yönlendirdikleri bir alan olmaktan çıkarıp devletin, hükümetin, siyasetin çıkar ve beklentileri doğrultusunda sevk ve idare edilen yapılar olarak konumlandıran bu ilişki hem varlığı hem de oluşturduğu maliyet açısından konuşulmayı, tartışılmayı beklemektedir. Asırlık sorunları olan bir ülkenin ciddi nitelik problemleri olsa da en önemli imkânı toplumun, devletin/hükümetin başına buyrukluğu karşısında bir tür direnç odağı olmayı iyi kötü başarabilmesiydi. Gelgelelim bu direnç odağı olmaktan maliyeti son derece yüksek imtiyazlar için vazgeçmek, vazgeçmekte hiçbir mahsur görmemek zaten toplumun, sivil toplum yapılarının savunma mekanizmalarının çökmüş olduğunun göstergesidir. Daha kötüsü yaşadığımız bu çöküşü, başımıza gelen bu büyük felaketi de karşılık olarak verilen veya verilme ihtimali olan imtiyazlar nedeniyle başımız döndüğü için fark edebilme kabiliyetinden de yoksun durumdayız.

 

Kaynak: farklı Bakış